Etiket arşivi: Türkçe

Bir ‘yerel dilleri koruma projesi’ olarak: Medresetü’z-Zehra

Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız.” (T. S. Eliot)

David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda, bir cümlecik olsun birşeye dikkat çekmeye çalışmış ve orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım…” demiştim. Sohbetiniz tatlı geldi. Bu yazıda o bir cümleciğin içini biraz daha konuşmak istiyorum sizinle.

Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek:

1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan (korkmayın devlet değil) bölgesine yönelik bir tasarım mıydı?

2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı?

3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı?

Sorularım bunlar… Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevaplara göre şekillendiğini düşünüyorum.

Örneğin: Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar:

O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda, Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler.

Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? (Bugün otuz yaş altında Lazca konuşanabilenlerin sayısı çok azdır.) Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?

Ben, FETÖ’nün, bir çarpıtmayı da burada yaparak, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu ‘bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu’ gibi değil, her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir. Kendisi bu düşüncesini; Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn isimli 14.09.2014 tarihli nağmesinde yinelemiştir) görüyorum çünkü.

Halbuki dilbilimci David Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin asimilasyon aracı olduğunu, zira bu görmezden gelmenin dolayısıyla yerel dilin yitimini netice vereceğini söyler Dillerin Katli kitabında. FETÖ’nün eğitim sisteminde ise durum şöyle şekilleniyordu: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).

Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum.

Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği ‘kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu süreci’ni durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire…

Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de onlara karşı hoşgörülü/çok renkliliğe müsait olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.” Bence, Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir meydan okuyuşun da ifadesi ve projesi.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Güzel Dilimiz Türkçe

Bir milletin dili, uzun zamanlar içinde gelişir. Bu gelişme, o topluluğun manevi sahadaki inkişafı ile olduğu kadar, maddi ilerlemesi ile de irtibatlıdır. Başka milletlerle olan münasebetleri de ayrı bir amildir. Hissiyat ve fikriyattaki inkişaf dile ve sanata akseder. Tefekkür ve tahayyül, maddi ilimlerdeki keşiflere, onlar da, bu gelişmeleri ifade edecek, yeni mefhumlara işaret olacak yeni kelimeler bulunmasına yol açar. Bunlar çoğu zaman, ihsan-ı ilâhi ile ilk defa bu keşfe nail olan halkın kullandığı dildeki kelimeler arasından seçilir. Veya o halkın vatan seçtiği topraklarda daha önce yaşamış kavimlerin medeniyetinden kendilerine miras kalmış dillerden alınır. Ekseriyetle ilmî bir mevzuda kullanılan ilk kelime, konulan ilk ad, bu buluşu alıp kullanan milletlerce de ya aynen veya kendi telaffuzlarına çevrilmiş hâliyle benimsenir.

Biz, kader-i ilâhinin tensibiyle millî dilimiz olan Türkçe konuşuruz. Bu dilin tarihi macerası, dil âlimlerince tahkik, tetkik ve tespit edilmiştir. Düşünce, ilim, sanat, edebiyat sahasında en yoğun ve en verimli şehir hangisi ise, dil de orada – gerek telaffuz, gerek yerli yerinde kullanılma bakımından – en üst seviyeye erişmektedir. Bizde de böyle olmuş ve Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da dilimiz, kemalinin zirvesine çıkmıştır. Saltanat ve saray çevresindekilerin eğitildiği Enderun mektebinin çekirdeğinden filizlenen, Mevlevi adabından feyiz alan ve şair, edip, âlim kişilerin himmetiyle genişleyen İstanbul lehçesi, Türkçenin en beğenilir ve özenilir şivesi olmuştur.

Her millette olduğu gibi, halkın bütünü bu numuneyi esas almış değildir. Başşehirden ve saray tesirinden uzaklaştıkça, şiveler lisanın asliyetine dönmüş; bölge ve mahalli söyleyişler dile hâkim olmuştur. Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikle, erişilebilen bütün insan kitlelerine, çok mevzuda olduğu gibi, dil konusunda da tek tip yazma ve okuma öğretilmiştir. Bu sırada İstanbul şivesi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden şahıslarca kullanılmaya devam etmiştir. Sanat ve edebiyat dünyasında Türkçenin kabul gördüğü lehçe İstanbul ağzı olarak kalmıştır.

Osmanlılarca kullanılan yazıda, yazı telaffuzun aynısı değildi. Şu anda da, dünyada pek çok milletin yazısı, harfi harfine aynen okunmamaktadır. Bizim, eski alfabemizi terk ederek, Latin harflerini almamızın verdiği bir cesaretle, yazıldığı gibi okunması kuralı uygulanmaya başlamıştır. Ancak, yeni harflerimiz, bin yıldır hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan pek çok milletten kelime ve kural almış bulunan o gelişmiş dilimizin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmıştır. Yeni imlâ kaideleri de bu eksikliği gidermeye yetmeyince, kelimenin aslı, yazılışı ve telaffuzu arasında garip bir uçurum meydana gelmiştir.

Tahsilini Osmanlı mekteplerinde yapmış ve o kültürle yoğrulmuş kişilerin birer birer göçmeleri neticesinde; eskiden, duyarak kazanılan telaffuz şekli unutulmaya başlamıştır. Başka lisanlardan alınan ve Türkçeleşen kelimelerin atılması devlet politikası olarak benimsenmiştir. Onların yerine, ya Orta Asya’da yaşadığımız çağlarda kullanılmış; fakat zamanla terk edilmiş olan kelimeler yerleştirilmeye çalışılmış veya ne dilin asli kurallarına uyan, ne de ilmî bir menşei olan pek çok sözcük uydurulmuştur.

Dilimizi genel kabul gördüğü İstanbul şivesiyle konuşabilen bir avuç insan da, cemiyetin ekseriyetince gülünç görülmeye başlayınca kalabalığa uymak zorunda kalmışlardır. Tiyatro sahnelerinde, 1960’lara kadar çevrilen ve seslendirilen filmlerde, devlet radyolarında bir zaman daha kullanılan bu lehçe, çok istihalelerden geçmiş de olsa TRT şivesi olarak iyi kötü devam etmektedir.

Esefle belirtmek gerekir ki, bugün, yüzlerle ifade edilen televizyon ve binlere baliğ olan radyolardaki sunucular bile Türkçeyi gerektiği gibi telaffuz edememektedirler. Politikacılar, bürokratlar, gazeteciler, öğretmenler halkın arasından geldiklerinden, telaffuzlarındaki yanlışlıklardan dolayı mazur görülebilirler. Fakat aynı hatayı, meslekleri güzel konuşmak olan sunucular işleyince, ne demeli? Burada örnek vermeye kalksak, bir makale boyu kelime dizmek gerekecek…

Arap atasözünde denildiği gibi: “Yürüyüşünü terk etti; başkasınınkini de öğrenemedi.” Yeni neslin konuşmaları, kaba bir Anadolu lehçesi ile Uzakdoğu milletlerinin tek ve kısa heceli dillerinin bir karması olarak karşımıza çıkıyorsa bunun suçunu yeni yetişenlere yüklemek doğru değildir! Yazımızın kabiliyetsizliğine bizim umursamazlığımızı ekleyin; devlet politikasının her beş on yılda bir lügatimizi nerdeyse yeni baştan yenilemek üzerine teessüs ettiğini hatırlayın! Kabahat ne bir, ne bin kişide… Milyonlarda, milyonlarda!

Başkalarına düstur vermekle iş düzeltilemez. Önce, bu konuda en büyük yardımcımız, eskimeyen yazımız: Osmanlıcadır. Sonra kelimeleri eski yazımızla da belirtilen iyi bir lügat edinmemiz lâzımdır. Ardından da telaffuzumuzu ve yazdıklarımızı, mümkün olabildiğince, oradaki seslere riayet ederek düzeltmemiz gereklidir. Bunları yapınca bahsettiğimiz o İstanbul şivesiyle konuşmuş olmayacağız elbette… Ancak, hiç olmazsa kelimeleri olması gerektiği gibi telaffuz edebileceğiz. Dilimizin ahengini teşkil eden, bazı hecelerin uzun, bazılarının kısa okunması gibi hususiyetlerini muhafaza edebileceğiz. Bu işin en kolay, en kestirme, en faydalı; hem de manevi bakımdan nice istifademize medar bir yolu var: Risale-i Nur Külliyatını asli harflerinden, anlayarak okumak!

Ekrem Kılıç – Nurdan Haber

O Şarkıyı Siz de Söylediniz Mi ?

Son Şahitler’den Hafız Enver Ceylan anlatıyor:

Bediüzzaman’ı ilk ziyaretim 1952’de Akşehir Palas Otelinde olmuştur. Yedeksubaylığını yapan bir ziraat mühendisi de beraberimdeydi.

Üstad bana mesleğimi sordu, müezzinlik yaptığımı söyledim. Üstad bir anda kaşlarını çattı:

“O şarkıyı siz de söylediniz mi?”

Üstadın ne demek istediğini anlayamamıştım. Anlayamadığımı ifade edince, Üstad bu defa:

“Minarelerde söylenen o şarkıyı…” dedi.

Türkçe ezanı kasdettiğini anlamıştım. Çok utandım ve sıkıldım, mahcup ve suçlu bir halde:

“Evet… Malesef!” diyerek cevap verdim.

Üstad devamla:

Ben bu hususu Hamdi Efendiye de (Akseki) bildirdim. Ezanı bu şekle çeviren, bir ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre ‘namaza gelin’ diye çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar kadar ehemmiyetlidir” dedi.

(Son Şahitler)

Türkçe ve Bediüzzaman

1923 de İzmir’de toplanan iktisat kongresinde amele murahhaslardan İzmirli Nazmi ve arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulü konusunda bir önerge verilmiş ve reddedilmiştir. Kongre başkanı olan Kazım Karabekir, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde “Latin Harflerini Kabul edemeyiz “ başlığı altında bir yazı yayınlamıştır.

Paşa’nın ifadesinden alıntılar; ”Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki bu kuvvet cihana karşı bu propagandayı yapıyor: Türk yazısı güçtür, okunmaz. Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket hercü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu hilafını kabul ettiğimiz gün, en büyük felakete derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar alem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki; ürkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankarane fikir budur. Büsbütün lal ve ebkem olur ve bütün alem-i İslam’ı üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz “(Agah Sırrı Levent, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri s 367)

Şükrü Saraçoğlu harflerin kaldırılmasını 1924 Yılı 25 şubatında bir konuşmasında ileri sürmüş mecliste büyük hücumlara uğramıştır. (Aynı eser, S. 368)

Mehmet Ali Tevfik ve Cenap Şahabettin, harflerin kaldırılmasına karşı beyanlarda bulunmuşlardır. Bu lehte ve aleyhte münakaşalar sonrası, devletin ve hükümetin harfleri kaldırmak konusundaki birliktelikleri 3 Kasım 1928 de yeni harflerin kabulü ile olay kapanmıştır. Ama mecliste milletin dinini, edebiyatını, kültürünü, tarihini savunacak insanlar olmadığı için milletin rağmına bu inkılap kabul edilmiştir. İsmet paşa bu münakaşalar sırasında Dolmabahçe’de yapılan toplantı da çok garip iddialar öne sürmüş talihsiz bir konuşma yapmıştır.

“Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur. Komisyonun teklif ettiği alfabe hakikaten Türk alfabesidir, katidir. Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temin etmeğe kâfidir. “ (Aynı eser 374)

Latin alfabesini kabul ile millet birden bire alim olacaktır. Bin yıllık alfabe birden bire alfabelikten çıkmış Latin harfleri ile kabul edilen alfabe hakikaten Türk alfabesi olmuştur. Ne tuhaf asılsız, yanıltıcı iddialar. Kazım Karabekir’in dediği gibi bütün milletin mazisi, dini ve tarihi bir anda hurafe-i nisyana atılmıştır.

Necip Fazıl’ın dediği gibi;

Allah’ım sen acı bu saf millete
Akşam yatar sabah kalkar başıboş

Milletin hukukunu kim savunmuştur, dil, tarih, edebiyat öylesine gitmiştir. Bugün Erdoğan’ın yaptığı Osmanlıca hamlesi ne kadar büyük bir terakkidir, bunu anlamak zor değil. Halbuki Latin alfabesi kabul edilir, ama Osmanlıca ’da devam ederdi, bütün bu sıkıntılar yaşanmazdı. Bugün bir doçentin çevirdiği Osmanlıca metin okunmuyor sadece Latin alfabesine çevriliyor, o devirde bunu bir rüştiye öğrencisi yapabiliyor. Rübab-ı Şikeste’den bir şiiri okuyup anlatan büyük oranda doçentlik için yol alıyor, o gün o şiiri bir idadi ve rüştiye öğrencisi anlıyordu.

Bütün bu çalışmalar ve dayatmalar yapılırken Bediüzzaman şu eserleri telif eder.

Zehre Arapça 1923
1923 Zehrenin zeyli Arapça 1923
1923 Hubab Arapça 1923
1923 Zeyl-ül Hubab Arapça 1923
1922 Hutuvat-ı Sitte Türkçe ve Arapça 1922

1926-1930 SÖZLER
1926 Birinci söz Türkçe
1926 İkinci Söz Türkçe
1926 Üçüncü Söz Türkçe
1926 Dördüncü Söz Türkçe
1926 Beşinci Söz Türkçe
1926 Altıncı Söz Türkçe
1926 Yedinci Söz Türkçe
1926 Sekizinci Söz Türkçe
1926 Dokuzuncu Söz Türkçe
1926 Onuncu Söz Türkçe
Onbirinci Söz Türkçe
Onikinci Söz Türkçe
Onüçüncü Söz Türkçe
Ondördüncü Söz Türkçe
1933 Ondördüncü Söz’ün Zeyli Türkçe
Onbeşinci Söz Türkçe
Onaltıncı Söz Türkçe
Onyedinci Söz Türkçe
1927 Onsekizinci Söz Türkçe
Ondokuzuncu Söz Türkçe
1926 Yirminci Söz Türkçe
1926 Yirmibirinci Söz Türkçe
1926 Yirmiikinci Söz Türkçe
1929 Yirmiüçüncü Söz Türkçe
Yirmidördüncü Söz Türkçe
1927 Yirmibeşinci Söz Türkçe
Yirmialtıncı Söz Türkçe
1929 Yirmiyedinci Söz ve Zeyli Türkçe
Yirmisekizinci Söz Türkçe
1928-30 Yirmidokuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzbirinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzikinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzüçüncü Söz Türkçe

Bediüzzaman bu münakaşalar yapılırken Barla’da eserleri Osmanlıca olarak yazıyor ve Barla’da kurduğu birkaç vilayet ve kasaba ve köyde, ikinci planda bütün Türkiye’de adeta bir matbaa coğrafyasında hem Osmanlıca öğretiyor, hem de yazdırıyordu. Sessiz sedasız beş yüz bine yakın nüsha Osmanlıca risale yazıldı. O eserleri yazanlar bugünlere kadar geldiler ve hala Osmanlıca risaleler var, ders yapılıyor ve Hayrat Vakfı da Türkiye’de Osmanlıca öğretimini üstlenmiş bulunuyor. Bediüzzaman eserlerini Osmanlıca yazdı, tashih etti.

Daha sonra Türk dil kurultayları ve Güneş Dil Teorisi konuşuldu. Daha sonra ders verilmedi. “Güneş Dil Teorisi, Türkçe’nin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dil bilim teorisidir. Teori, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklendi ve bizzat geliştirildi[1], ancak dil bilimciler tarafından kabul görmedi ve kısa sürede önemini yitirdi.[2] Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında “Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi” diye cevap vermişti.[3]” Google Güneş Dil Teorisi )

Bütün bu dil tahribatları cereyan ederken, Bediüzzaman Osmanlıca ile eserlerini yazdı, talebeleri Osmanlıcanın yayılmasına çalıştılar. Kimseyle kavgasız dövüşsüz, teorik mülahazalara girmeden…

Dil hakkında yüz yıldır yapılan bütün tahrip çalışmalarında dilden atılan bütün kelimeler, onun eserlerinde yaşandı okundu ve kullanıldı. Ve Bediüzzaman yüzlerce dilcinin ve teorisyenin yıkmakta birbiri ile yarıştığı bir Türkçe’nin ölümüne dur dedi ve bugün bu dil onun sayesinde yaşamaktadır.19 yüzyılın son çeyreğinden itibaren Yüz elli yıllık bir süre içinde Bediüzzaman dili korumuştur, hem Türkçeyi hem de Osmanlıcayı. Onun yaptıklarının geri atılmaz adımlar olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bütün Türkçüler ve dilciler onun yaptığını yapamamıştır. Türk milleti ona medyun-u şükrandır.

Sözler, Lemalar, Mektubat, Şualar, Tarihçe-i Hayat, Mektuplar‘ın dili üzerinde yapılacak köklü bir araştırma onun yüzyıllardır kullanılan dili nasıl koruduğunu gösterir. Gündemden kaldırılmasına çalışılan din ve dilin korumasını tek başına başaran bu insanın neden bu kadar zulme ve ihanete maruz kaldığı, karşısındakilerin ne kadar büyük bir gayretin sonucu başarısız oldukları görülmektedir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Çinli Öğrenciler Adana’da Kur’an öğreniyor!

Adana’da Çin’den gelen 18 öğrenciye, Kuran-ı Kerim, Arapça ve Türkçe eğitimi veriliyor. Çin’in çeşitli eyaletlerinden Adana Müftülüğü’nün daveti üzerine gelen öğrenciler, 3 senelik eğitimin ardından ülkelerine dönerek oradaki çocuklara Kuran-ı Kerim ve Türkçe öğretmeyi hedefliyor.

Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelen çekik gözlü öğrenciler, Adana’nın Sarıçam ilçesi Baklalı Kur’an Kursu’nda eğitim görüyor. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilen öğretmenler tarafından Türkçe eğitimi verilen öğrenciler, yaklaşık 2 ayda Türkçe konuşmaya başladı. Bir süre Türkçe eğitimi alan öğrencilere daha sonra ise temel Arapça, temel dini bilgiler ve Kur’an-ı Kerim okuma eğitimi verilmeye başladı.

Adana Müftüsü Arif Gökçe, Çin Halk Cumhuriyeti’nin değişik eyaletlerinden gelerek Adana’da eğitim ve öğretim gören 20’ye yakın öğrenci bulunduğunu söyledi. Bu öğrencilerin oradaki altyapının yetersiz olması nedeniyle Türkiye’yi tercih ettiğini vurgulayan Gökçe, koordinatör görevliler ve Türkiye’den giden sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa yardımlaşmalarıyla bu öğrencilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kurslarında eğitim aldıklarını dile getirdi. Öğrencilerin 2,5 ay önce Türkiye’ye geldiğini belirten Gökçe, “Öncelikle bu kardeşlerimize Milli Eğitim Bakanlığımızın Türkçe öğretmenlerinden katkı alarak Türk dilini öğretiyoruz. Ardından Kur’an eğitimini, temel Arapçaya giriş ve temel dini bilgilere giriş bilgileri veriyoruz.” ifadelerini kullandı.

Çinli öğrencilerin ilk aşamada 1 yıllığına Türkiye’ye geldiğinin altını çizen Müftü Gökçe, “Eğitimlerini, hafızlıklarını ilerletmek isterlerse 3 yıla kadar burada misafir edeceğiz, ağırlayacağız. 20’ye yakın öğrenci gelmişti ama bunlardan 2’si havamıza suyumuza alışamayıp geri döndü. Önümüzdeki günlerde 17 öğrenci daha Adana’ya gelecek. Ayrıca 3 de bayan öğrenci gelme hazırlığı yapıyor. İnşallah bu yavrularımız Türkiyemizde, Adanamızda eğitimlerini alacaklar.” diye konuştu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dünyanın dört bir yanından eğitim için öğrenci getirdiğini hatırlatan Gökçe, “Afrika’dan Balkanlardan, Türkî cumhuriyetlerden ve bu iş Çin’e kadar dayanmış oldu. Biz kardeşlerimizi, Müslüman kardeşlerimiz olarak bağrımıza basmış bulunuyoruz. En güzel şekilde onlara maddi manevi katkılarımızı aktaracağız, kültürümüzü, dilimizi, kardeşliğimizi aktaracağız. İnşallah Türkiye’de bu dini ilimlerdeki yetkinliği kazanan yavrularımız kendi bölgelerine döndüklerinde orada din hizmetini sunabilme konusunda burada aldıkları bilgileri oralara ulaştıracaklar ve bu Türkiye’nin maddi manevi hem kültürünün hem dostluğunun bir nişanesi olarak Çin ile aramızda böyle bir köprü kurulmuş olacak.” dedi.

Hz. Peygamber (sav)’in ‘İlim Çin’de de olsa gidip alınız.’ şeklinde hadisini hatırlatan Müftü Gökçe, şöyle devam etti: ‘İlmin vatanı yoktur. İlim ama Çin’de ama Maçin’de ama Türkiye’de, dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman’ın yitiğidir, Müslüman onu nerede bulursa oradan alır. Biz Çin’e gidemedik ama Çinli kardeşlerimiz bizi kucaklamaya bize kadar geldiler ve Peygamberimiz (sav)’in hadisi şerifi bu sefer Türkiye’de tecelli etmeye başladı. İnşallah bunun devamı gelsin deriz. Bizim de Çin’den alacağımız varsa biz de gider almakta tereddüt etmeyiz.

ÇİN’E DÖNÜNCE ÇOCUKLARA KUR’AN ÖĞRETECEĞİZ

Öğrencilerden Ma Wei Guo ise yaklaşık 2 aydır Adana’da olduklarını söyleyerek, “Sizler bizi Çin’den davet ettiniz. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe öğrenmeye davet ettiniz. Türkçe ve Türkiye çok güzel, biz çok seviyoruz. Hocalar bize çok yardımcı oluyorlar. Kalpten teşekkür ediyoruz. İnşallah Çin ve Türkiye kardeş ülke olacaklar. Çin’de başka çocuklara Türkçe ve Kur’an-ı Kerim öğreteceğiz.” diye konuştu.

He Ying Min de Baklalı Kur’an Kursu’nda Türkçe, Kur’an-ı Kerim ve tecvit okuduklarını dile getirerek şöyle dedi: “Hocalar da bize en güzel şekilde öğretiyorlar. Yemekler çok güzel. Çin yemeklerini biraz özlüyoruz. Makarnayı özlüyorum. Müftülere teşekkür ediyorum, dünya ahiret Allah razı olsun. Burada 3 yıl okuyacağız, ondan sonra Çin’deki küçük çocuklara Allah için Türkçe ve Arapça, Kuran-ı Kerim öğreteceğiz.

Cihan