Etiket arşivi: uhuvvet

Mehmed Kırkıncı’dan Çok Önemli “Kardeşlik – Uhuvvet” Tarifi!

Uhuvvet, Müminlerin Allah için samimi bir kardeşlik ve dostluk içinde yaşamalarıdır.

Dostluk, iki gönlün birbirine karşı muhabbet ve samimiyetle dolu olmasından ibarettir.

Dinimiz uhuvvet ve muhabbet üzerine bina edilmiştir. Uhuvvet, insanların yegâne kurtarıcısı, içtimai nizamın temeli, saadet-i beşeriyenin muhafızı ve muaşeret-i medeniyetin üssül esasıdır. Bu bakımdan her mü’min diğer mü’mini kardeşi gibi sever ve sevmelidir. İnsanların birbirini sevmesi dinimizin emridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar : “Birbirinizi sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsınız.

Birbirlerini sevmeyen ve mümtaz bir haslet olan ülfet nimetinden mahrum olanlar, tek başlarına yaşamaya ve sıkıntılı bir hayat geçirmeye mecbur olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte :

Mü’min ülfet eden ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.”1buyrulmaktadır.

İnsanda bulunan uhuvvet ve muhabbet hissi kadar hoş, latif bir saadet ve lezzet tasavvur edilemez. İnsan, yekdiğerine karşı göstermiş olduğu muhabbet ve uhuvvet sayesinde huzur ve saadete nail olur. Hayatın devam ve lezzeti ancak uhuvvet ve muhabbetledir.

Hayatın devamı ve huzuru ancak muhabbet ve uhuvvet ile kaimdir. Bu kardeşlik dünyada olduğu gibi, berzahta da ahirette de ebediyyen devam edecektir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Evet mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.” 2

Muhabbet, uhuvvet ve vefakarlıkla meydana gelen dostlukların kıymeti pek alidir. Dünyanın en büyük saadetlerinden biri de dostların birbirleri ile irtibat ve sohbetleridir. Evet, keder ve ızdıraba düşen bir insana teselli verecek ve onun gözyaşlarını şefkat elleri ile silecek olan dostların bulunması ne büyük bir saadettir. Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: “Alemde sadık dostu ve ahbabı olmayan adam, sol eli olup, sağ eli olmayan kimseye benzer.”

Bu gaye ile dostluk kuranlar birbirini Allah için sever, ülfet ve muhabbet ederler. Meselelerini müşavere, sabır ve itidalle çözmeğe çalışırlar. Görmedikleri dostlarını devamlı araştırıp sorar ve ziyaret ederler. Vefat edenleri de hayırla yad eder; fatiha ve yasinlerle ruhlarını şad ederler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Ahiret kardeşlerinizi çoğaltınız.” buyurmaktadır. Bu emre binaen kişi, ahiret kardeşlerini ve dostlarını çoğaltmalıdır.

Hz. Mevlana da dostluğun ehemmiyetini şöyle ifade etmiştir: “ İnsanlarla dost ol! Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halk ne kadar çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettikleri zaman, her şeylerini Mekke’de bırakarak gelen Muhacirler ile Medine’deki Ensar’ı birbirleri ile kardeş ettiler. Bunun üzerine “Müminler ancak kardeştirler.”3 ayeti nazil oldu. Bu ayete göre, sadece Ensar ile muhacir değil, Hz. Adem’den (a.s) kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin kardeşidirler. Bu hakikate binaen Hz. Adem (a.s) bir müminin hem babası hem de kardeşi olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) de bir Müslüman’ın hem kardeşi hem de Resuludür. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve diğer peygamberlerle kardeş olan bir mümin için bundan daha büyük bir şeref, bir izzet ve bir saadet olabilir mi ? Evet, bir müminin kardeşi kainatın fahr-i ebedisi olan Hz. Peygamber olursa elbetteki, onun gideceği yer de cennet olacaktır.

Akıllara hayret, kalplere sürur ve neşe veren bir durum da şudur ki, kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin dualarından hissedardırlar. Her namazda yapılan , « Rabbimiz ! Hesap görülecek günde, beni, anamı-babamı ve bütün inananları bağışla »4 duasına mazhar olmaktadırlar. Bu kadar müminin, hususen mürşit ve eyliyaların yapmış oldukları bu duanın Cenab-ı Hak tarafından kabul edilmemesi mümkün müdür ?

Bediüzzaman Hazretleri de Allah için hizmet edenlerin öldükten sonra sevap defterlerinin kapanmayacağını şöyle ifade etmektedir:

Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı ilâhi yolunda ahirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevi bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “0 ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.” 5

Evet, birbirlerini Allah için seven, birbirlerinin yapmış oldukları hizmetleriyle iftihar eden Kur’an hadimleri bu hakikata kemaliyle mazhardırlar.

Allah için olan muhabbetler hem lezzetli, hem daimi, hem kedersiz, hem de sevaplı olur; insanı dünya ve âhiret saadetine mazhar eder. Eğer bir insan, sevdiklerini Allah namına sevmezse, o muhabbet azap olur. Lezzetlerin elinden gitmesiyle de o lezzetler, zehirli bal hükmüne geçer. Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan muhabbet, ne dünyada ne de ukbada insana hiç bir fayda sağlamaz.

Cemiyeti teşkil eden insanlar birbirlerini sevmez ve birbirlerine kin ve düşmanlık beslerlerse o toplumda huzur ve saadet olmaz. Eğer bir ailede ve bir toplumda uhuvvet ve muhabbet gibi ulvi hisler kaybolursa, artık orada nifak, kin ve adavet kaim olur.

Kötü hasletli insanlar, ömürlerini adavet ve husumet sebebiyle daima keder ve huzursuzluk içinde geçirirler. İnsanların en şerlisi, diğer insanlara kötülük düşünen ve onlara zarar vermeye çalışandır. İnsan, yaptığı kötülüklerinin cezasını “el ceza-ü mincinsil amel” (ceza amel cinsindendir) hakikatince gerek dünyada ve gerekse âhirette mutlaka görecektir.

Uhuvvetin tesis edilmesinde en önemli esaslardan biri insanın kendisine yapılan kötülüğe aynı ile karşılık vermemesi ve onu iyilikle def etmesidir. Bir ayette meâlen şöyle buyrulur: “Sen kötülüğü, en güzel haslet ne ise onunla önle (Öfkeye sabr ile; cehâlete ilim ile; kötülüğe afv ile karşılık ver). O zaman (görürsün ki) aranızda adavet bulunan(o) kimse sanki yakın dostun olmuştur.”6

Mal ve mülk edinme hırsı, menfaat düşkünlüğü, makam sevdası, insanların göstereceği itibara önem vermek, tarafgirlik, inat ve haset gibi kötü huylar, adavetin sebepleridir. Bu gibi kötü hasletlerin yaygın bir hal alması, toplum hayatını zehirler ve yaşanmaz bir hale getirir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Ey insanlar,) birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın.

Ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, içtimaî durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir.

Öyleyse ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkir de edemez.

Allah sizlerin dış görünüşünüze, mallarınıza bakmaz, fakat kalblerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek – takvâ şuradadır, takvâ şuradadır.

Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip, horlaması kâfidir.

Bir Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslüman’a haramdır”7

Sizden evvelki ümmetlerin hastalıkları size de sirayet etmiştir. Bu da haset ve kindir.”8

Abdullah Bin Ömer şöyle buyuruyor:

Geceleri hep kaim olsam, gündüzleri oruçla geçirsem ve bütün malımı da Allah yolunda infak etsem de Allah’a itaat eden bir mü’mini sevmeden ölsem vallahi bu yaptıklarımın bana bir faydası olmaz.”

Bunun için bir mü’min kardeşinin kusurlarına ve eksiklerine bakarak, ona kin ve adavet besleyen kişi, gerçekten insafsızlık etmiş olur. Hâlbuki insanların birbirini sevmesi için birçok sebep vardır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”9

İslâm kardeşliği, neseb ve kavmiyetten daha evladır. Çünkü nesep kardeşliği sınırlıdır; din kardeşliği ise tâ Hz. Adem’den kıyamete kadar gelecek bütün mü’minleri içine alan çok geniş bir dairedir.

Sahabilerden biri Selman-ı Farisi’ye “hangi ırktansın?” diye sorduğunda şöyle cevap verir: “Ben İslâm’ın oğlu Selman’ım.”

Evet, nesep kardeşliği cismaniyetin icabıdır. Ruhun cisme rüçhaniyeti ne ise, din kardeşliğinin nesep kardeşliğine üstünlüğü de odur. İnsanların aslı birdir, hepsinin aslı topraktır ve hepsi Adem’in çocuklarıdır. Hiç kimse nesebinden dolayı fazilet ve şeref kazanamaz. Asıl üstünlük, fazilet ve şeref takvadadır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

Allah’ın nazarında en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” 10

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanlar mahiyet itibariyle birbirlerinin aynıdır. Birbirlerine üstünlükleri ne ırk, ne rütbe, ne makam, ne de zenginlikle olmayıp, ancak iman, takva ve amel-i salihin dereceleri nisbetindedir. Zira insanların kemali ve fazileti ancak takva iledir.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın fıtratına yerleştirdiği sıfatları ve istidatları, yerinde kullanılırsa, hem dünyasına hem de ahiretine faydalı olacak işleri yapar ve saadete nail olur. .Mesela insan, fıtratında bulunan inadı, ibadette ve diğer hayırlı işlerde kullanması gerekirken o, inadını bir gün adavete değmeyen şeylerde kullanır, bir mümine veya akrabasına senelerce kin ve düşmanlık besler. Halbuki Allah o inadı onun için vermemiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin inatla ilgili şu sözlerine kulak verelim:

Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey’e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey’e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.”11

Gül ağacının gülleri dostlar için, dikenleri ise düşmanlar içindir. Gül, bu mânada gül ağacının lûtfu, diken ise gazabı gibidir. Veya gül o ağacın cemâli, diken ise celâli mesabesindedir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği cihâzat ve hissiyatını o gül ağacı gibi istimal etmelidir. Ondaki adâvet, kin, haset, gurur, hırs ve gazap gibi his ve kuvveleri yerinde istimal ettiği takdirde, yani onları düşmanlara karşı kullanması halinde, onlarda gülün dikenleri gibi fayda görürler. Onları kendi kardeşlerine karşı kullanması büyük zararlara yol açacağı gibi; muhabbet, uhuvvet, lûtuf ve tevazu gibi ulvi çiçekleri de dostlar yerine düşmanlara takdim ettiği için, o çiçekleri dikenlere çevirmiş olur.

Evet, her insanın noksan tarafları, zafiyet noktaları ve bazı hoş olmayan hareketleri vardır. Zira hatasız ve noksansız insan olamaz. Belki insan, görmek istemediği kendi kusurlarına, insaf ve vicdan ölçüleriyle baksa karşısındaki insanın kusurlarından daha fazla olduğunu görecektir. Öyle ise asıl kemal, insanın kendi kusurları görmesi, onların izalesine çalışması ve kalbindeki kin, nefret ve adavet gibi hisleriyle mücadele etmesidir.

Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.”12

Bir insana yakışan hareket kardeşinin, dostunun veya akrabasının varsa kusurlarının izalesine çalışmak ve onları kusurlarıyla sevmektir. Bir doktorun hastasına değil, hastalığa düşman olup, onun tedavisine çalışması gibi, insanlar ve özellikle aynı gayeye hizmet eden mü’minler de birbirlerinin kusurlarının izalesine ve islahına çalışmalıdırlar.

Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. .”13

Evet, kusursuz insan yoktur ve olmaz da. Öyle ise noksan tarafları ve kusurları olanları terk etmek ve onları kendi başlarına bırakmak büyük bir vefasızlıktır. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”14

Demek ki, bir kardeşimiz hatalı ve kusurlu ise yere batırılmamalı ve terk edilmemelidir. Belki o, istikbalde yıkanıp, temizlenebilir; hatta emsallerinden çok daha ileri geçip, terakkî edebilir. Bir kardeşimiz bir cihetle hatalı ise, bir diğeri de başka bir cihetle hatalıdır. Onlar birbirlerini hoş görüp affetmelidirler ki, Allah-u Azimüşşan da (c.c.) onları affetsin.

Bu bakımdan birbirimizin hatalarını açığa vurmamalı, daima müsbet hareket düsturuna göre hareket etmeliyiz. Tatlı, makûl, yerinde ve yumuşak bir dille konuşmalıyız.

Bir kardeşimizin kopup gitmesi bir mücevherat kaybetmemiz demektir. Halbuki yüz kuruşunu kaybeden ızdırabını çekiyor. Bir insanın kolunu kaybetmesi ne ise, bizler için davamız noktasından bir insanın kaybedilmesi de odur. Bir kardeşimiz gidince bir azamız felc olur.

Bir hatip bir camide konuşur, sair camilere hoparlör bağlanır. Böylece bir ses binlerce yerlerde dinlenebilir. Bir camide hoparlör bozulursa, o camiye ses gitmez. Her bir kardeşimiz bir hoparlör hükmündedir. Bir memlekette hizmet eden bir kardeşimizde arıza olursa, oraya sesimiz gitmez olur. Halbuki bizim maksadımız her camideki cemaate sesimizi duyurmaktır. Öyle ise bizim vazifemiz hoparlörü tamir ve onu muhafaza etmektir. İnsan bozulan bir alete kızmaz ve ona küsmez. Belki onu tamir eder. “Niye bozuldu?” diye çekiçle ona vurursak, onu tamamen kaybedebiliriz. Kusurlu müminlere kızmaktan ziyade onları muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dava ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur.

Üstadımızın şu ifadeleri bizim düsturumuz olmalıdır:

Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.”15

Ayrıca iki kardeş arasında herhangi bir kırgınlık ve düşmanlık varsa, onların arasının düzeltilmesine çalışmak da her mü’minin görevidir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: “Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, O’nun merhametine nail olasınız.”16

Peygamber Efendimiz de (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: ” Bir mü’minin bir mü’minle üç günden fazla küsülü durması haramdır.

Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde bir zorluk ve meşakkat vardır. Ancak insanların birbirini sevmesinde ve birbirlerine muhabbet etmesinde hiçbir zorluk ve meşakkat olmadığı gibi, azim mükafat vardır. Öyle ise, Allah’ın rızasını mazhar olmak, böyle azim bir mükafatı kazanmak, huzurlu bir hayat yaşamak, dünyevî ve uhrevî saadete nail olmak için birbirimizi Allah için sevmeliyiz. Unutmayalım ki, seven sevilir.

Muhabbet ve uhuvvetin olduğu yerde huzur ve saadet vardır. Böyle bir toplumda hariçten gelebilecek fitne, fesat ve tehlikelerin de fazla tesiri olmaz. Zira orada nizam ve intizam hakimdir; herkes birbirlerinin hukukuna riayet eder ve asla sadakat ve uhuvvetten ayrılmazlar. Uhuvvet ve muhabbet erbabı olan bir insan, din kardeşlerini en yakın ve hakiki dost kabul eder ve onların maddî ve manevî sıkıntılarını gidermeye çalışır. Mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve ızdırapları kendi ruhunda hisseder. Samimi dost olanlar birbirlerinin ızdıraplarını ve sıkıntılarını paylaşır, kusurlarına bakmaz ve daima birbirlerinin güzel meziyetlerini nazara alırlar. Dikensiz gül olmayacağı gibi, kusursuz dost da olmaz. Kusursuz dost arayanlar dostsuz kalırlar.

İbrahim Ethem, birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam etti ayrılacakları zaman arkadaşı: “Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı gördünse söyle bir daha yapmayayım.” dedi. Bunun üzerine İbrâhim Edhem şöyle dedi: “Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor.” buyurdular.

Bir dostumuzun bir hatası olduğunda muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dostluk ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur. Bu şekilde hareket etmek samimi dostluğun şiarıdır.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Her kemale bir noksanı karıştırmak şu âlem-i kevn-ü fesadın mukteziyatındandır.”

Hiçbir insanın her yönü mükemmel değildir. Bu bakımdan noksan tarafları olan terk edilmemeli, aksine güler yüz, tatlı söz ve şefkatle o insanın kalbi hoşnut edilmelidir.

Bir zamanlar bir mürşit, müritleriyle bir yerden geçerlerken bir hayvan cifesine rastlarlar. Ölmüş hayvanın pis kokusu etrafa dağılmış olduğundan, müritler burunlarını kapatıp, yüzlerini çevirirken; mürşit tebessüm ederek; “Ne kadar güzel dişleri var, inci gibi parlıyor” der. İşte bu mürşidin bakışı gibi, bir mümin de kardeşinin hep güzel taraflarını ve meziyetleri nazara almalıdır. Zira her insanın güzel meziyetleri ve methe layık hususiyetleri mutlaka vardır.

Demek ki, hakiki dost, dostunu hatasından dolayı terk etmez, aksine ona hikmetli ve yumuşak bir dille nasihatte bulunarak onu hatalarından ve düştüğü tehlikelerden kurtarmaya çalışır. Allah için olan muhabbetler hem ebedi, hem lezzetli, hem kedersiz, hem de sevaplı olur; insanı dünya ve âhiret sadetine mazhar eder.

Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) kıyametin dehşetinden herkes kendi haline düştükleri halde bazı kimselerin arşın gölgesinde oturacaklarını ifade ederek şöyle buyurdular:

Arşı azamın etrafında nurdan kürsüler vardır. Bu kürsülere öyle kimseler oturacaktır ki, elbiseleri ve yüzleri nur gibi parlayacaktır. Bunlar peygamber ve şehit değillerdir. Fakat peygamberler ve şehitler onlara gıpta edeceklerdir.” Allah Resûlüne: “Bunlar kimlerdir?” diye sorulunca, Resulü Ekrem (s.a.v): “Onlar Allah için birbirini sevenler, Allah için buluşup oturanlar ve Allah için birbirini ziyaret edenlerdir” buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”17

İmam-ı Gazali Hazretleri İhya-i Ulûmiddin adlı eserinde uhuvvet ve muhabbetin ehemmiyetini uzunca anlattıktan sonra uhuvveti üç kısma ayırır.

  1. Uhuvvetin birinci mertebesi; dostluk ettiği kimseye her hususta yardımcı olmak.
  2. İkinci mertebesi; onu her hususta kendi nefsi ile müsavi tutmak.
  3. Üçüncü ve en büyük mertebesi ise; onu kendi nefsine tercih etmektir ki, buna “isar hasleti” denilir.

Bazı kimseler bu haslette o kadar ileri gitmişlerdir ki, kendileri muhtaç oldukları halde başkalarını kendi nefislerine tercih etmişlerdir. Başta Resûl-ü Ekrem (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberlerin, sahabe-i kiram efendilerimizin ve mürşitlerin takip ettiği bu yol, faziletin en üstün derecesi ve zirve noktasıdır. Asr-ı saadette bu hasletin akılları hayrette bırakan sayısız misalleri vardır. Burada sadece birisini dikkatinize sunmak istiyorum.

Sahabenin büyüklerinden olan Hz. Talha’nın yanına ahbaplarından biri gelerek ihtiyacı olduğunu ve kendisine yardım etmesini söyler. Bunun üzerine, Hz. Talha; “ Vallahi benim sana verebileceğim bir dirhem nakdim yoktur, ancak yüz dirheme almış olduğum bir bağım var, git onu sat ve ihtiyacını temin et.” der.

Bu hal uhuvvetin, alicenaplığın ve mürüvvetin zirve noktasıdır. En büyük bir şeref ve yüksek bir meziyettir.

Müminler arasındaki uhuvvetin tesisi, dünya ve ahiret hayatının saadetine vesile olan muhabbetin devam ve bekası için bazı mühim esaslar vardır. Bunlardan en önemlisi ihlâstır.

İhlâs, saf, içten, riyasız, samimi sevgi ve bağlılık demektir.

İhlâs yapılan her işte ve bilhassa ibadetlerde sadece Allah’ın rızasını gözetip, gösteriş, riya, hile ve desiseden sakınmaktır. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.”18

İhlâs, kalp temizliğinin ve samimi niyetin delilidir. Kişinin maddî ne manevî bütün varlığı ile Allah’a kul olması ve hiçbir şeyi ibadetlerine gaye etmemesidir. Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır. Bazen ihlâs ile söylenmiş bir kelime, bir insanın kurtuluşuna sebep olabilir. Onun için yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yakmak gerekir. Allah’ın bir kişiden zerre kadar razı olması, o insan için en büyük bahtiyarlık ve saadettir.

Mü’minler bütün söz ve davranışlarında yalnız Allah’ın rızasını gözetmelidirler. Uhud savaşında en önde savaşan Kuzman, Medine’deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için Cehennemlik olmuştur. Demek ki, kişinin niyeti çok mühimdir.

Bediüzzaman Hazretleri niyetle ilgili şöyle der;

Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyle ise necat, halas ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”19

Evet, halis niyet ile bir şeyi isteyen, o arzusuna kavuşur. O halis niyetinin meyvesini dünyada görmese bile, Cenab-ı Hak onun karşılığını ahirette mutlaka verir.

Şunu da belirtmek isterim ki, Allah için hizmet edenler, daha fazla sevap kazanma hususunda hırs göstermemelidirler. Çünkü bu durum rekabet ve kıskançlığa yol açar, ihlâsı kaçırır ve insanı riyâya götürür. İnsanın vazifesi halis bir niyet ile sadece tebliğde bulunmaktır; tesir Allah’tandır. Bazı peygamberler vardır ki, sadece birkaç ümmeti olmuş, bazılarının ise hiç olmamış. Onun için irşad ve tebliğ kimden ve nereden olursa olsun, kıskanmak değil, cidden taraftar olmak lazımdır.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.”20

Bu hakikatlerden de anlaşılıyor ki uhuvvetin tesis ve devamında en mühim amil ihlastır

Uhuvvetin mühim esaslarından biri de sabır ve tahammüldür.

Kişi, kardeşinde gördüğü kusurları sabırla izale etmelidir. İnsan birçok belâ ve musibetleri sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Tecrübelerle sabittir ki, sabırdan daha faydalı bir şey yoktur. “Sabır bütün müşkilatın ahahtarıdır.” Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o işkence ve zulümlerin altında inayetin iltifatını görüp, kemal-i sabır ile tahammül ederek, maksatlarına ulaşmışlar, davalarında muvaffak olmuşlardır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın inayet ve yardımı sabırlı insanların üzerinedir.

Herkesin meselelere intikali bir olmaz. Bir kardeşimizin idrak ettiği bir meseleyi, başka bir kardeşimiz bazen bir veya iki sene de anlayabilir. Hizmetin semeresini görmek için sabredip beklemek lazımdır. Bir insanın ayağı kırılmış ise, o ayak ancak altı ayda tutabilir. “Ben altı ay bekleyemem” dersen, o ayaktan mahrum kalırsın, altı ay sabredersen bir ayak kazanırsın. Acele ederek ayağımızı tahtadan yapmaya kalkışmayalım. Teenni ve sabır ile arkadaşınızın başını beklerseniz, bu zillet değildir. Ben bir zamanlar Ankara’da hastanede yattım. Hastanede bir doktor vardı. Her gün usanmadan sabahtan tâ akşama kadar hastalarıyla şefkat ve ihtimam, sabır ve hilim ile meşgul oluyordu.

Bizler de bir doktor gibi arkadaşımızın hatasını düzeltmek için şefkat ve merhametle çalışırsak emin olunuz ki, bu hareketimiz zillet değildir. Doktorun hastalarına hizmeti zillet midir? Hasta öksürebilir, kusabilir. Ona “Sen niçin öksürüyorsun?” denilebilir mi? Hastanın yapmış olduğu kabahati, doktor da işleyebilir mi? O zaman hastanın derdini kim dinleyecek?

Evet, hasta kabul ettiğimiz kardeşimizin kusurunu tedavi edeceğiz. Tarz budur. Muvaffakiyetin şartı da budur. Unutmamak gerekir ki, böyle bir asırda, böyle bir kudsi davanın hizmetine talip olanlar, ancak birbirlerinin kemalat ve meziyetlerini tamim etmek ile dava şuuruna erebilirler.

Ferdî ihtilafların ve şahsî dargınlıkların umumi yerlerde ve cemaat içerisinde konuşulması, faydadan ziyade zarar verebilir. Evvelâ, karşılıklı ithamlar, akıl yerine hissiyatı, hakikat yerine fikirlerin tahakkümünü, muhabbet ve uhuvvet yerine inatlaşmayı ve birbirinden nefret etmeği ziyadeleştirir. O zaman, o meclis enaniyetlerin tatmini, nefislerin tahakkümü için müstaid bir zemin olur. Hem bu ahval, cemaatin şevkini kırar, huzurunu dağıtır. Üstadımızın “Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz.” ifadelerini esas alarak, ferdi ihtilafların hususi sohbet ve irtibatlar vasıtasıyla halline gidilmelidir. Bu işin tedavisi lâyık ellere havale edilmelidir. Her insan yara saramaz. Bu çeşit ihtilâfları vaz-u nasihat ile, telkin ile ve zamana bırakmakla tedavi etmek gerekir.

Üstadımızın “Kardeşlerimden rica ederim ki sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” ifadeleri kulağımıza küpe olmalı, en büyük düsturumuz olmalı ve bu bir emir olarak telakkî edilmelidir.

Müminler arasında kin ve nefrete sebep olan en mühim sebeplerden biri gıybettir. Bunun içindir ki, kardeşlerimizde gördüğümüz kusurları başkalarına söylememeli ve onları arkalarından çekiştirmemeliyiz. Kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir sözü, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmak gıybettir. Eğer ortada kendisinin çözemeyeceği bir problem varsa, o meseleyi vazifeli birine söyleyip onun vasıtasıyla halletmelidir.

Bediüzzaman Hazretleri böyle durumlarda nasıl hareket edileceğini şöyle ifade eder:

Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.”21

Gıybetin ne kadar çirkin olduğu bir ayet şöyle ifade edilmiştir:

…Birbirinizin gıybetini yapmayın. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. Bundan tiksinirsiniz öyle değil mi? Muhakkak ki, Allah tövbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.”22

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyamet gününde insanların önünde rezil rüsyav eder.”23

Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.”24

Ey kalbiyle değil de diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil rüsvay eder.”25

Gösteriş, intikam hissini tatmin etmek, başkalarını küçültmek gayesiyle onlarla alay etmek, kendini büyük göstermek için başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ortaya koymak ve kıskançlık gibi şeyler gıybeti netice verirler.

Gıybet insanın ibadet ederek kazandığı sevapların azalmasına ve başkasının günahlarının kendine yüklenmesine sebep olur. Rivayette vardır ki, “Kıyamet günü bir kimsenin sevap defteri açılır. ‘Ya Rabbi! Dünyadayken şu ibadetleri yapmıştım. Sayfam da bunlar yazılı değil”der. “Onlar defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı.” denilir. “Kıyamet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır. Yapmamış olduğu ibadetlerin yazılı olduğunu görür. “Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır.” buyrulur.

Bu hakikatlere göre zahmet çekerek ve bir çok sıkıntılara katlanarak yaptığı ibadetlerin sevabını gıybetle yok etmek akıllı insanın işi değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Nasıl ateş odunu yer bitirir ise; gıybet dahi salih amelleri ve onların sevaplarını öylece yer bitirir.”

Gıybetin günahından kurtulmak için pişmanlık duymak, tövbe etmek ve gıybet ettiği kişi ile helalleşmek gerekir. Eğer pişmanlık duymadan helallik istense o zaman riya yapılmış olur ki, bu da ayrı bir günahtır.

Cenab-ı Hak Hazret-i Musa’ya (as) vahyetmiş ki, gıybet eden kişi tövbe edip ölse bile, cennete girenlerin en sonuncusu olur. Gıybete devam eden ve tövbe etmeden ölen kişi de cehenneme en evvel gidecektir

Elhasıl, büyük bir hastalık olan gıybetin zararları nihayetsizdir. Evde, köyde ve şehirdeki bütün sıkıntıların ve huzursuzluğun sebebi gıybettir. Bütün insanlığı tehdit eden terör, fitne ve ihtilal gibi hadiselerin temelinde hep gıybet gibi kötü hasletler vardır.

  • Uhuvvetin devamına vesile olan bir diğer esas da vefadır.

Vefa; kişinin vadine, ahdine ve yeminine sadık kalması, dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. Böyle insanlara vefakâr denilir. Vefa, bir Müslüman’da bulunması gereken en güzel ve en faziletli meziyetlerden ve hasletlerden biridir. Vefanın zıddı nankörlük ve yapılan iyilikleri unutmaktır. Asilzade bir kişi yapılan iyilikleri unutmaz, ahdinde ve vadinde sadakat gösterir ve böylece vefalı olduğunu ortaya koyar. Sözünde ve vadinde sadık olmayanlara itimat edilmez, hürmet ve muhabbet gösterilmez.

Vefa, gerek ind-i İlahide gerekse içtimai hayatta insanın itibarını ve şerefini artırır. Vefa, dinen, aklen ve vicdanen yerine getirilmesi vacip olan en büyük hakikatlerden biridir. Vefa daima baş üstünde taşınan kıymettar bir taçtır.

Vefa dostlukları arttırır. Vefalı insan herkes tarafından takdir edilir ve sevilir. Vefa insanı a’layı illiyyine çıkarır ve Allah’a dost eder. Heyet-i içtimaiyenin maddî ve manevî yükselmesi ahitlerin yerine getirilmesiyle mümkün olur. Hayat-ı beşeriyenin ruhu ahde vefadır. Vefasızlar dünya ve âhirette kendilerine dost bulamazlar.

Her güzel ahlakta olduğu gibi, vefada da en ileri zat Hz. Peygamber’dir. (s.a.v) O, sözüne, şehâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine son derece vefalı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Mekke müşriklerinin zulmünden kaçarak kendisine sığınan sahabelere kucak açan Habeş kralı Necaşi’yi daima hayırla yad etmiş, öldüğünde gıyaben cenaze namazını kılmış ve ona dua etmiştir. Daha sonra Medine’ye gelen oğluna kendi eliyle hizmet ederek vefasını ortaya koymuştur.

  • Uhuvvetin devamı sağlayan bir başka haslet de hilimdir.

Hilm; yumuşak huylu olmak, kızgınlık ve gazap halinde iken, nefsine hakim olup, muhatabına nezaketle muamelede bulunmaktır.

Hazret-i Ali (r.a) “Hilm, ahlak-ı hamidenin tuzudur.” demiştir.

Çeliğin kızgın ateşin karşısında erimesi gibi, öfke ve gazap da, yumuşaklık karşısında buz gibi erir ve su gibi olur. Hilm sahibi olan insan, her zaman büyük zararlardan kurtulmuş olur. Demek ki, yumuşaklıkta olan kuvvet, sertlikte yoktur.

Hilm sahibi herkes tarafından sevilir ve hürmet görür. Bu sıfatın bilhassa rütbe ve makam sahiplerinde olması daha güzeldir ve takdire şayandır. Hilm, İslâm nazarında büyük bir fazilet ve meziyettir. Ancak, hakkını müdafaa edemeyecek kadar halim olmak da doğru değildir.

Hilm gibi ulvî sıfatlar, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere, diğer bütün peygamberlerde, her alicenap ve hamiyetperver zatta derecesi nisbetinde görülür. Cenab-ı Hak, muttakilerin sıfatlarından birisinin de gazaplı iken öfkeye kapılmamak olduğunu bir ayette meâlen şöyle açıklamaktadır: “Onlar, kızdıklarında öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler.”26.

Şunu ifade edelim ki, insan, dâvası için hiddet edebilir. Ama aynı şeyi hilm ile yapmak mümkündür. Yapılan bir yanlışı yumuşak bir dille söylersen, muhatabın hem kabul eder hem de sana hürmetini devam ettirir. Ama hiddet gösterdiğin vakit, en azından kalben sana muhalefet eder, yahut inad damarı ile muhalefetini artırabilir.

  • Uhuvvetin en mühim esaslarından bir diğeri de hüsn-ü Zandır.

Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. Hüsn-ü zan, kalb-i selim ashabında bulunan bir hasse-i celildir. Zira hüsn-ü zan sahibi bir mü’min, daima güzel düşünür ve hoş olmayan hareketleri ve hadiseleri bile hayra yorar. Hüsn-ü zannın zıddı ise su-i zandır ki; daha çok evhama mağlup olan fertlerde bulunur ve böyle kimseler ömür boyu kalp huzuruyla yaşayamazlar.

Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi, insanın iç güzelliğinin alameti, saf ve berrak kalblerin eseridir. Hüsn-ü zan yüksek bir ahlâk-ı hasenedir. Bu haslete sahip olanlar başkalarının ayıplarını araştırmazlar. Hiç kimseyi bir ayıbından dolayı hakir görmezler. Şayet herhangi bir kimsede bir kusur ve hata görseler bile, onu ifşa etmez bilakis setrederler, mümkün oldukça ıslahına çalışırlar. Hüsn-ü zan sahipleri, taş yürekli düşmanları bile insafa getirir ve onların sevgisini celbederler.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.”27 buyurarak insanların su-i zandan kaçınmalarını emretmiştir. Zira su-i zan, ihtimal üzerine verilmiş bir hüküm olduğundan her zaman isabetli olmaz. Söylenilen veya düşünülen şey o kişide yoksa ona iftira edilmiş olur.

Bir kimsenin mevcut haline bakarak akıbetine hükmetmek büyük bir hatadır. Zira bazı kimseler vardır ki, ömrünü zühd ve takva ile geçirdiği halde, akıbeti iyi olamaya bilir. Onun için her insan, akıbetinden daima endişe edip korku içinde olmalıdır.

Bazı kimseler de vardır ki, ekseri hayatını fısk ve fücur ile geçirdiği halde, hidayete erer ve hüsn-ü akıbete mazhar olabilir. Bu hallerin sırr-ı hikmeti idrakimizin fevkindedir Bizim yapmamız gereken, birbirimize daima hüsn-ü zan edip hayır ile dua etmektir. Zira “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”28

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da şudur ki; Bir insan, başına her hangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip, tevbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi” diyerek su-i zan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hak onu bu hadiseyle imtihan ediyor.” demelidir. Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi, “ismet” sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir.

Cenab-ı Hakk ve Hazret-i Peygamber (sav) hakkında hüsn-ü zan vacip, insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak ise, sünnettir.

Şunu da belirtmek isterim ki, başkaları hakkında kötü düşünmenin ve onların hareketlerini kötüye yormanın asıl sebebi, insanın kendisinde bulunan kötü ahlâk ve evhamdandır

Bediüzaman Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.” 29

  • Uhuvvetin en önemli bir vesilesi de kavl-i leyindir.

Kavl-i leyyin, sözü yumuşak söylemek, muhatabı rencide etmeden tatlı bir dil ile maksadını anlatmaktır. Kavl-i leyyin, uhuvvetin devamına vesile olan, dostlukları artıran en mühim bir haslettir. Kavl-i leyyin, insanın kemalatına vesile olan ulvî bir meziyettir. Binaenaleyh bir kişinin davasında muvaffak olması, onun kavl-i leyyin sahibi olmasına bağlıdır.

Kavl-i leyyinle, yani tatlı dille söylenen her söz, kalpleri teshir eder, insanları birbirine rapteder ve dostlukları artırır. Hatta en inatçı ve mütekebbir insanları bile insafa getirir ve onu hakkı kabule mecbur eder. İnsan bazen tatlı bir söz ile en aziz ve mukaddes olan hayatını dahi feda eder. Bazen de bir söz insanın kalbini fethedip onun irşadına vesile olur.

Kavl-i leyyin güzel bir meziyettir. Kavl-i leyyinle söylenen söz büyük bir kuvvete maliktir.

Kelâmın nezaketle ve yumuşaklıkla ifade edilmesi ilim ve hikmetin gereğidir. Yumuşak ve tatlı dilli olanı herkes sever ve takdir eder. İnsan kalbi, çok hassas ve nazenindir; çabuk tesir altında kalır. Dolayısıyla söylenen söz ilim ve hikmete uygun ve kavl-i leyyin ile söylenmelidir ki, reddedilmesin ve söyleyenden de incinilmesin. Aksi halde, o kelâm doğru olsa bile, kabul edilmez ve reddedilir.

Konuşmalarında sert, kaba ve küçük düşürücü ifadelerle muhatabını rencide edenler, haklı davalarını anlatamadıkları gibi, muhataplarının da nefretlerini kazanırlar. Zira rıfk ve mülâyemet vifak ve ittifakı; sertlik ve katılık ise nifak ve şikakı netice verir.

Cenab-ı Hak, küfür ve inatla haddini tecavüz eden Firavun’u, hidayete gelmeyeceğini bildiği halde, hak dine davet için, gönderdiği Hazret-i Musa (as.) ve Hazret-i Harun (as.)’a “Ona tatlı ve yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki, aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.”30 buyurması kavl-i leyinin ne kadar önemli olduğunun en güzel bir misalidir.

Cenab-ı Hak, bütün insanlara rahmet ve rehber olarak gönderdiği Resûl-i Zîşan Efendimize (s.a.v) hitaben şöyle buyurmaktadır:

Ey Habibim! İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet ve onlar için mağfiret dile…”31

Bu ayetten anlaşılıyor ki, lisanında kavl-i leyyin, kalbinde şefkat ve merhamet tecelli eden Peygamber Efendimiz (s.a.v) o şirk, cehalet ve zulüm asrındaki insanları etrafında bir pervane gibi döndürerek onlara, “mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus ve sultan-ı ervah oldu.

Cenab-ı Hakkın inayetine mazhar, her cihetle mansur ve muzaffer olan bütün peygamberler, tebliğatlarını kavl-i leyyin ile yapmışlardır. İman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar da bu hususta onları örnek almalı, çok titiz ve hassas davranmalıdır.

  • Uhuvvetin mühim esaslarından biri de mürüvvettir.

Mürüvvet; başkasına iyilik, ikram ve yardım inayet etmek, hamiyetli olmak, insanlığın icabı olan meziyetleri taşımak, cesur ve mert olmak, insaf ve merhametle hareket etmek gibi manalara gelir.

Mürüvvet, dinen, aklen ve örfen de takdire şayan bütün güzelliklerin ve meziyetlerin kaynağı, bir çok kemalatın da vesilesidir Eğer mürüvvet tecessüm etmiş olsa idi, nurani bir melek şekline girer, akılları hayrette bırakırdı.

Evet, mürüvvet; çok cemiyetli ve zengin manaları ihtiva eden mümtaz ve ali bir haslettir ki, hiçbir güzel ahlâk onun dairesi haricinde kalamaz. Mürüvvet bütün güzelliklerin esasıdır. Mürüvvet dinin semeresi, imanın ve inancın gereğidir. Din ile mürüvvet arasında sıkı bir münasebet ve kuvvetli bir rabıta vardır. Din ile mürüvvet arasındaki münasebet, ruh ile ceset, ağaç ile meyve arasındaki münasebet gibidir. Din ve iman vicdanın mürebbisidir. Bütün ahlak-ı hasene din sayesinde olur. Necip hissiyatlar dinden feyiz alır. Din ve iman feyz-i Hüda ve nur-i Hüdadır. Dinin lahuti ziyaları hangi kalbte tecelli ederse, o kalp marifetullahın cilvegahı olur. O feyz-i Rabbaniden mahrum olan bir insanda mürüvvet olmayacağı bedihidir. Günümüzde de bunu daha bariz olarak müşahede etmekteyiz. Bundan dolayıdır ki, ‘Dini olmayanın mürüvveti de olmaz’ sözü darb-ı mesel olmuştur.

Mürüvvet sahibi bir insan, ebna-yı cinsine karşı hizmet etmeyi ve faydalı olmayı kendine bir vazife bilir. Bir kimseye yapılan iyilikten alınan zevk hiçbir şey ile mukayese edilmez.

Mürüvvet, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerin, mürşit ve müceddidlerin ve kâmil mü’minlerin en ali meziyetlerindendir.

Ruhu şefkat ve merhametle dolu ve mürüvvetin zirvesinde bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendisine defalarca suikast hazırlayanları ve Müslümanlara her türlü kötülüğü, eza ve cefayı yapmaktan geri kalmayan Kureyşlileri affetmiştir.

Mekke’nin fethi esnasında suçlu ve mahcup bir vaziyette Kabe’nin etrafında toplanan Kureyşliler: “Muhammed bizi ya öldürür ya da bize işkence eder. Keşke bize işkence etmeden öldürse” diye kendi aralarında konuşurlarken, Kabe-i şerife gelen Allah Resûlu onlara: “Ey ebnay-ı Kureyş bugün benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” diye sordular. Kureyşliler bütün tedirginliklerine rağmen: “Sen asil bir kardeşsin ve asil bir kardeşin oğlusun, senden af bekliyoruz” dediler. Peygamber Efendimiz, (s.a.v) Yusuf’un (a.s) kardeşlerine hitaben söylediği “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! ” 32 ayet-i kerimesini okudu ve umumi bir af ilan etti.

Hz. Yusuf da kardeşlerinin kendisini öldürmek için kuyuya atmalarına mukabil, Mısır’a sultan olunca onları affetmesi, bu büyük suçlarından dolayı onları kınamaması mürüvvetinin kemalini göstermektedir.

Akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde, daima müsbet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp, zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden Bediüzzaman Hazretleri de hayatı boyunca mürüvvetin harika örneklerini sergilemiştir. Demek ki, mürüvvetin, şefkat ve merhametin zirvesinde olanlar, kendisine eza ve cefa etmiş olanları bile affeder, onların kötülüklerine iyilikle mukabele ederler.

 Mehmed Kırkıncı

http://www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Müsned, 2,4,5,335

2 Mesnevi-i Nuriye

3 Hucurat Suresi 49/10

4 İbrahim Suresi 14/ 41

5 Lem’alar

6 Fussilet Suresi, ayet, 34

7Müslim, Birr, 32-34; Tirmizî, Birr, 18, 1908. H.

8 Tirmizî.

9 Mektubat s, 264

10 Hucurat Suresi, 49/13)

11 Mektubat s,33-34

12 Mektubat 265

13 Mektubat s, 263

14 Şualar

15 Şualar

16 Hucurât Suresi 49/20

17 Yunus Suresi, 10/62

18 Lem’alar

19 Mesnevi-i Nuriye s,70

20 Lem’alar s,151

21 Mektubat

22 Hucurat Suresi ayet, 12

23 Taberani

24 İbn Ebi’d Dünya

25 Ebu Davud İbn Ebi’d Dünya

26 Al-i İmran Sûresi, ayet, 134.

27 Hucurat, 49/12

28 Sünuhat Tuluat İşarat, 77

29 Mesnevi Nuriye, 66-67

30 Taha Suresi, ayet, 44.

31 Al-i İmran Suresi, ayet, 159.

32 Yusuf Suresi 12/92

Hizmet, Siyaset, Gerginlik ve Bediüzzaman’ın Tavsiyeleri

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

Evvelen: Hicri 1435 senenizi tebrik ediyor; Alem-i İslam ve İnsanın uhrevî ve dünyevî hayatlarına, saadet ve selamete vesile olmasını Cenab-ı Erhamürrahimden niyaz ediyoruz.

Saniyen: “Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddid defalar görüyorum ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatın sohbetine zaman, mekân mâni’ olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi risaleyi açsa; benimle değil, hâdim-i Kur’an olan üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.”(Kastamonu Lahikası, s.5) ifadeleriyle Muazzez Üstadımız, Nur Talebelerinin iman hakikatlerinin neşir ve talim, tebliğ ve temsilinde sadakat ve kanaat, sebat ve metanet, ihlâs ve uhuvvete medar esasları hakikat lisanîyle ve hikmet diliyle Risale-i Nur Külliyatına dercetmiş, istifademize sunmuştur. Bu düstur ve esaslar, mihenk taşları hükmünde her daim müracaat edeceğimiz ölçü ve kıstaslardır. Bu düsturlara mebni, Nur Talebelerinin ifasına say ettiği “İman hakikatlerinin neşir ve talimi hizmetinde; muhatap olunan bazı hadisata  ve onlara münasebattar suallere; meslek-i Nuriye’ye uygun fikir ve hislerle bakmak ve cevap vermeğe muvaffak olabilmek niyetiyle; Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Risale-i Nur Külliyatı”nda bizzat ders vermiş olduğu bazı düsturları; Nur Talebeleri mabeyninde ihtar ve müzakere etmek ve merak ve sual eden muhataplarımıza da tebliğ maksadıyla takdim ediyoruz.

Salisen: Meslek-i Nuriye ve meşrebimize ait düsturların zikri münasebetiyle dercedilecek gelen fıkraların; hadisatın vuku bulduğu zaman ve zeminin, ifade edilen hakikatlere ait makamın ve yazılan metinlerin siyak ve sibakının da nazara alarak, zamanımıza ve hadisata hangi vecihle ve nasıl baktığının birlikte mütalaa ve müzakere edilmesinin, yanlış anlaşılmalara meydan vermeden daha isabetli bir şekilde derk edilebilmesi için, Allah’ın izniyle, bizlere yardımcı olacağını ümit ediyoruz.

Rabian: Efkar-ı umumiyede ve âlem-i islamda; bazı memleketlerde ve bilhassa ülkemizde bazı İslami hizmet grublarıyle veya bunlarla müspet hükümetlerin arasında “gerginlik ve anlaşmazlık” ile tabir edilen hadisata; iman ve Kur’an namına olan hizmetimiz cihetiyle müteessirane bakıyoruz. Bu hadisatı da, inşallah bahar mevsimindeki rüzgâr ve yağmurlar nevinden telakki ediyor ve en küçük ferdinden, en büyüğüne; maneviyata hadimlik edenlerden devlet ricallerine; İslamî cemaatlerden içtimai cemiyetlere ve hatta bütün Alem-i İslam cihetinde güzel günlere, uhuvvet ve muhabbete, ittihad ve ittifaka vesile olmasını; dergah-ı İlahide elçimiz olan Resul-i Ekrem’ın(s.a.v) ümmetinin en cüzi ahvaline kadar alakadar olan şefkati hürmetine; Kur’an-ı Azim-üş Şan hürmetine, İsm-i Azam ve Esma-i Hüsnası hürmetine hadisatın hakiki mutasarrıfı olan Cenab-ı Hak’tan(C.C) niyaz ediyoruz.

Bu vesileyle Risale-i Nur’un hakikat ve marifet deryasından muktebes bir kısım düstur ve esasları kardeşlerimizin mütalaa ve müzakeresine takdim ediyoruz:

Üstad Gelenlerle Ne Konuşurdu?

Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mâni olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük dâvâsının Kur’âna sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; “Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi gelir” diyerek Nur’un din düşmanlarını mağlûp edeceğinden müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını; mesleğimizin en büyük esasının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden başka hiçbir maksat ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlâsla, müsbet hareket etmekle inayet ve Rahmet-i İlâhiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini.. ilâ âhir.. Beyan ederdi.”(Tarihçe-i Hayat, s. 462)

“Aziz kardeşlerim, siz kat’i biliniz ki; Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-u zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz.”(Emirdağ Lahikası-I, s.43)

 “Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.

Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak”.

Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad ile, birinin hatasıyla onun masum çok tarafdarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlub düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’anın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatları bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.” (Şualar, 362)

“Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.”(Emirdağ Lahikası-I, 180)

 “Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını i’dam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünki bir müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi’ olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.”(Emirdağ Lahikası-I, 22)

 “Ben de Nur-u Kur’anı elde tutmak için “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envâr-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir.”(Mektubat, 49)

 “Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şey’ine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünki tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikatı değiştirir. Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb; mübarek bir âlim, tâkib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimi, onun fikrine muhalif olmasından, tekfir derecesinde tahkir edip; kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medih ve sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek, tarafgirlik hissine siyasetçilik karışsa böyle acib hatâlara sebebiyet veriyor diye “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim. O zamandan beri siyaseti terkettim. O halimin neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki; yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve on sene Harb-i Umumîye bakmadım, bilmedim ve merak etmedim. Ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde, tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nurdaki ihlâsa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirahatım için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki; hapiste size yazdığım gibi, benim îdamıma hükmeden adamlar, beni işkenceyle tâzib edenler Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarsalar, şahid olunuz ki, ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki-üç senede, dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece îkaz ettim.

Bilirsiniz ki; kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp, o para ile kendi kitablarımı yazan kardeşlerimden satın alıyordum. Tâ, Risale-i Nur’un ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp, hiçbir şey’e âlet edilmesin. Nurun hakikî şâkirdlerine, Nur kâfidir; onlar da kanaat etsin, başka şereflere veya mânevî maddî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem; münakaşa, münazaa ve mesail-i dîniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın.” (Tarihçe-i hayat, 522)

“Evet Nurcular cem’iyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cem’iyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat bu vatanın eski kahramanları kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet almışlar ki, bu hârika alâkayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu âciz bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler:

 “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlahî için ve müsbet ve uhrevî fedailer var ki; mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve Taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşâallah bir halt edemezler. Belki Nur’un ve imanın fedailerini çoğaltmağa sebebiyet verecekler.(Şualar, 52)

“Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bâzı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nurun hakikî ihlâsına ve hiçbir şey’e, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nurun neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatlar, fânî ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!”(Sikke-i Tastik-i Gaybi,10)

Harice göndermek için İstanbul’a gönderdiğimiz bir kısım nüshalar daha gönderilmemesinin sebebi, hacca gitmek için pek çoklar rağbet göstermediklerinden ve “Hududa fazla dikkat ediliyor ve bir bahane ile çevriliyor” diye elinde olan emanet bulunan, hacca gidecek olan zât, bize yazmış ki: “Bunu posta ile doğrudan doğruya Mekke-i Mükerreme’de Mehmed Ali Mâlikî, Vaziye Mahalle-i Şamiye adresiyle gönderilsin” diye münasib görmüş; onu, bahane ile hududdan çevrilmemek için beraber götürmemiş. Çok da isabet olmuş. Çünki benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmağa çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmağa mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’an hakikatlarından başka hiçbir şeye âlet, tâbi’ olmadığı… Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… Hâlbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâm’ın hayat-ı diniyesine ait cihetlerinden düşünmeğe mecbur olması… Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş, bir nevi şöhretperestlik merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmağa çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i İlahî Nur şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.”(Emirdağ Lahikası-I, 257)

“Aziz kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”

“Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.”  “Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.”  (Emirdağ Lahikası-II, 245)

“Büyük Cihad’ın ve Sebilürreşad’ın neşrettiği gibi ben ilân etmişim ki; dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı manevîye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi.. herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennem’den kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur’un hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki:

Sıddık-ı Ekber (R.A.) dediği olan “Mü’minler Cehennem’e gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennem’de büyüsün ki, onların yerine azab çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, iman ile Cehennem’den birkaç adamın kurtulmaları için Cehennem’e girmeyi kabul ederim demişim.”(Emirdağ Lahikası-II, 152)

“Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir.” (Mektubat,445)

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârâne ittihad gittiği vakit, manevi hayat da gider.” “Tesanüd bozulsa cemaatın tadı kaçar.” “Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız!” (Uhuvvet Risalesi, 43)

“S-Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

C-(*) Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba’-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cem’iyettir.

Benî-beşerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatına feda etmeyen.. hem de menfaatını ızrar-ı nâsta gören.. hem de müvazenesiz, muhakemesiz mana veren.. hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan.. hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan.. hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan afv ve istiharat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

(*): Burada mason ve dönmelerin ve bolşevizmi isteyenlerin cem’iyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hâkimiyeti gaybî ihbar eder.

S-Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi

görünüyorlar.

            C- Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”(Münazarat, 12-14)

 “ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْâyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı

ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا

 مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız!… Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır. Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…

Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

Elcevab: Nur’un Yirmibirinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.”(Hutbe-i Şamiye,60-63)

“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..”(Mektubat,269)

“Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىâyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil’misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:

Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

            سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْhakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًاhakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.”(Emirdağ Lahikası-II, 172-173)

“Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünki kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler; maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle isbat ediyorlar. Evet “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” deyip, metinane bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar. Cenab-ı Erhamürrâhimîn onların emsallerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref ve saadet yapsın ve onları da Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eylesin, âmîn! (Şualar, 296)

Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.(Şualar,331)

“Sakın!  Sakın!  Şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne       uhuvvet ve samîmâne muhabbet sarsılmasın.  Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur. Bizler, birbirimize lüzum olsa ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur’aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde; sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirlerine karşı küsmeye değil, belki kemal-ı mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır; muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup, tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum.”(Uhuvvet Risalesi,48)

“YA RABBİ! Bizleri kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmin. İnşaallah.”

“Eyvah, eyvah! El’aman,el’aman! Yâ Erhamerrâhimîn, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur.”

18/12/2013

Abiler Meşveret Divan Heyeti

www.NurNet.org

Tenkid Kapısı

Hak ve hakikatın, Kur’an ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnetdar olur, şükreder. Sakın Birbirinize Tenkid Kapısını Açmayınız! Tenkid edilecek, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Tarihçe-i Hayat ( 208 )

Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı; böyle herbiri birer zabit, birer hâkim hükmündeki eşhası müşterek bir mes’elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, manevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risale-i Nur şakirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fi-l ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münafıkane plânı da akîm bırakacaklar. Şualar ( 318 – 319 )

Üstadım Külliyatın 158 yerinde Tenkidden bahsetmektedir. Bizler de farkında olmadan bu tuzağa düşmekteyiz. İçtimai zeminde siyasi gerilim ve sıkıntılar tebarüz etmiş ve günyüzüne çıkmıştır.

Bu meselede de ne olursa olsun hangi cenah üstün racih gelse de olan islama olacak sevinen ve galip gelen ise; İslam düşmanları olacaktır. Bu mevzuda üstadım:Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Mektubat ( 270 )” mesele naziktir.

Üstadım ve ağabeylerim hasiphanede iken sıkıntılar tebarüz edince: “Eğer o acib yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz. Şualar ( 504 )” demiştir. Bunun mevzu ile alakasına gelirsek Tahiri Ağabeye sorulduğunda üstad neden böyle dedi?

–        Bizim koğuşumuzda herkes Risalelerle meşgul olur kimse lüzumsuz şeylerle veya boşta kalacak şekilde şeylerle meşgul olmazdı. Bu sebeble kimsede sıkıntı olmazdı. Üstad bu sebeble böyle dedi.

Bizler de Risale-i Nur ile hemhal olduğumuz müddetçe fuzuli olan şeylerle meşgul olmadığımızda bizler de sıkıntısız ve ehl-i dalalete kukla olmaktan kurtulacağız.

Tenkid kapısını 2006’da Risale-i Nur Cemaatinde en büyük meşreb’e yeni neşriyat kurdurarak aralarına tenkid kapısını açtırdılar.

Bu takip eden sürede şahdamar yayınları başlığı altında tebdil ve tağyire maruz kalmış başka bir neşriyat kurularak hizmet hareketine karşı Tenkid kapısını açtılar.

Sonra ufuk yayınları olarak Risale-i Nur’dan bazı eserleri tahrif ederek sadeleştirme kisvesinde neşrederek Tenkid kapısını daha da açtırdılar. Bu suretle ehl-i iman arasına Tenkid kapısını gittikçe açtırmak için var güçleri ile çalıştılar.

Bu ara istediklerine yaklaşınca hükümetle gülen hareketini kavga ettirdiler. Can damarları olan bir mesele ile. Sonra Tenkid kapısını gülen ve hükümet arasında açtırarak dersane mevzuu kapandı ve herkes içindeki kurtları dökmeye, Tenkid kapısını açmaya ehl-i dalalete yardım ettiler.

Şimdi dersane mevzuu kapandı Tenkid kapısı aralandı ve ardına kadar açmaya çalışılmaktadır. Biz nur talebeleri ise bu mevzuda iki tarafı da tutmadan tarafsız kalarak Tenkid kapısını kapata biliriz. Bu tadad ettiğim meselelerle Tenkid kapısını açarak ehl-i iman arasına soğukluk ve uzaklık verdiler. Tabir-i caiz ise birbirinden kopardılar.

Tenkid kapısını: Hak ve hakikatın, Kur’an ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnetdar olur, şükreder. Sakın Birbirinize Tenkid Kapısını Açmayınız! Tenkid edilecek, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Tarihçe-i Hayat ( 208 )

Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı; böyle herbiri birer zabit, birer hâkim hükmündeki eşhası müşterek bir mes’elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, manevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risale-i Nur şakirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fi-l ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münafıkane plânı da akîm bırakacaklar. Şualar ( 318 – 319 ) gibi ikazlarla kapatacak ittihad ve ittifak-ı islamı temin etmeye çalışacağız. Bu biz nur talebelerinin mesul olduğu vazifedir.

“Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! Ya Erhamerrâhimîn meded!

Bizi muhafaza eyle, bizi cinn ve insî şeytanların şerrinden kurtar,

kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet

ve uhuvvet ve şefkatle doldur.”

Şualar ( 498 ) duasını yapmakla mükellefiz.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Mısır’daki Zulümden daha Büyük Bir Zulüm

misirdaki-zulumden-daha-buyuk-bir--zulumBu yaşına kadar gördüğün tablodan ne anladın derseniz şunu anladım; Mısır’daki Arakan’daki Doğu Türkistan veya Suriye’deki zulümden daha büyük bir zulmü biz kendi kendimize yapıyoruz.

Cenab-ı Hak bu semavi musibetleri gönderdi, kader buna fetva verdi. Neden diye düşünüyor muyuz?

Ümmet-i Muhammed(sav) birliğini, dayanışmasını, kardeşliğini yitirdikçe zulme hazır hale getiriyor sinesini. Zalime fırsat veriyor her tenkit.. Biz birbirimizi ötekileştirdikçe hem islamı yıkmak isteyen batıl zihniyetin eline su döküyoruz. Hem de Rahmet-i ilahiyeyi celb edemiyoruz! Bir bakıma hırsızın girmek isteyeceği hazinenin kapısını açık bırakıyoruz birbirimizle uğraştıkça…

“Sen hangi cemaattensin?” Yıllardır bana sorulan soru. Cevabım hep aynı “Ehli sünnet olan ümmet-i Muhammedin (sav) cemaatindeyim. Cemaat liderim Fahr-i Alem Efendimiz sav” dememe rağmen adeta yanlış cevap vermişim gibi “hepimiz öyleyiz onu geç, onu demiyorum” Hayır, bence onu geçmemeliyiz. En geçilmeyecek husustur, zira hizbleşme, menfi bir ayrılık ise Rahmet değil tefrika kokusu ondan gelir.

Münafık kafirden eşeddir. Hem cehennemin dibinde en büyük azaba müstehaktır. Münafık ise nifaktan geliyor. Yani ara açmaktan, müminlerin arasını açmaktanAra açan yara açandır!

Bediüzzaman’ın en çok vurgu yaptığı meselelerden biridir ittihad(birleşme) ve uhuvvet(kardeşlik) ve tesanüd(dayanışma). Biz acaba ayetleri mi okumaktan öteye yaşamama direnci gösteriyoruz? Hani “müminler kardeştir”? Hani “müminler birbirine dayanan binalar gibidir”? Hani “müminin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” Hani “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” Fiiliyata nasıl/ne zaman dökeceğiz?

Allah’ın rızası birlikten geçer kardeşim, ayrılıktan değil.. Biz birleşmedikçe Allah’ın rahmetini celb edemiyoruz. Birbirimizi Allah için sevmedikçe Cennete giremeyeceğimiz hadiste ifade ediliyor. Kaldırın aradaki ayrılık unsurlarını.. Bizi birleştiren binlerce sebep varken ayıran bir iki farkta takılıp kalmak divanelik değil midir?

Bediüzzaman’ın efsanevi 22.mektuptaki ifadesiyle dinimiz bir kıblemiz bir Peygamberimiz bir Rabbimiz bir binlerce birlik unsuru varken farklılık ifade eden ufacık meselelerde “ayran içtim ayrı düştüm” kabilinden müminlerin arasına giren şeytana mahal vermek insafsızlıktır.

Ben Mısır’a dua ederken bir de şunu ekliyorum duama “Ya Rabb! Ümmetin üzerindeki gafleti kaldır ne olur!”

Yanlış anlaşılmasın, ümitsiz değilim; bilakis fevkalade ümitliyim!

Hadiseleri ben de Ahmet Akgündüz hocamın ifade ettiği gibi ittihadın doğum sancıları olarak görüyorum.

Yakında inşallah islam alimlerinin birbirine reddiyeler manzumesi düzmelerini hasretle bekleyerek avuçlarını ovuşturanlar avuçlarını bomboş bulacak, alimlerimizin şahısları değil fikirleri tartıştığı bir coğrafyada muhabbet hakim olacak.

Son sözüm, söz sultanınındır: “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şura kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tabi olanlara olsun. Selam ve selamet, hüdaya tabi olanlar üstüne olsun. Amin.”

Osman Sungur Yeken / Risale Ajans

Ey Müslüman Kardeşim Uzat Elini, Husumet ve Adavetin Vakti Bitti!

1878’de Şarkî Anadolu’nun yüksek dağların eteğinden, Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünden dünyaya ilim, irfan sahasına bir güneş gibi doğan Bediüzzaman Said Nursi, Küçük yaşlarından itibaren ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Sekiz yaşında iken Tağ Köyünde tahsiline devam eder, oradan da Doğubayazıt’ta gider, üç ay süren tahsilinden sonra icazetini alır. Anlaşılması zor olan konuları kolaylıkla anlaması ve ezbere alması gibi farklılıkları nedeniyle, zamanın âlimleri ona “ Bediüzzaman” unvanı verir. Yani zamanın harikası, zamanın güzeli, kimseye benzemeyen, zamanın garibi manaları taşımaktadır.

Bediüzzamanın sergüzeşti hayatı daha çocuk iken başlar: Bitlis’te Vali Ömer Paşanın konağında iki yıl, daha sonra Van’da on yıl kalır. Horhor medresesini kurar, o zamandan beri fen ilimleriyle; din ilimlerinin birlikte okutulacağı, “ Medresetüzzehra” adı verdiği üniversite projesinin eğitim esasları ve yönetim şeklini de belirler,

Van’da bir üniversite açılması niyetiyle 1907 yılında İstanbul’a gider, niyeti Ortadoğu’da açılacağı üniversite ile Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer unsurların birliğini ve beraberliğini sağlamaktı, Sultan Abdülhamit ile görüşmesi gerçekleşemez.

1910 yılı bahar ayında Van’a döner, birkaç ay sonra, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerindeki aşiretleri ziyaret eder. Meşrutiyetin faydalarını anlatır. Kış mevsiminde Şam’a gider. Orada âlimlerin ısrarı üzerine Emeviye camiinde İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını belirlediği bir hutbe irad eder.

Bediüzzaman,“Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette Kurun-i Vusta’da (orta çağ) durduran ve Tevfik (alıkoymak) eden altı tane hastalığı beyan eder,

1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi,

2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye de ölmesi,

3-Adavete muhabbet,

4-Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek,

5-Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat,

6-Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek,

Bediüzzaman, Arap saadetinin Fecr-i sadıkı yakınlaştığını, yani saadet güneşinin çıkması yakınlaştığı, “istikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’aniye ve imaniye olacak” müjdesini veriyor,

İslam âleminin birleşmesini ve istikbal de Kur’an’ın hâkim olacağını, his-i kablelvuku ile 1371’de başta Arap devletleri, âlem-i İslam’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslami devletler teşkil edeceklerini haber veriyor.

İslam âlemi içinde bir sulh-i umumiyi ümit eden Bediüzzaman, Araplar ümitsizliği bırakıp, İslamiyet’tin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüt ve ittifak ile el ele verip, Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edecekler,

Konuşmasının devamında,“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını  ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıta’ları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” demiştir.

Sıdk, İslamiyet’in gerçek ve sağlam temellidir. Yüce duyguların yapısıdır. Onun için üstad sıdkın yani doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Yoksa sıdk yerine dalkavukluk, yapmacık ve alçakça bir yalancılık geçer, sıdk ile yalancılık arası da yoktur, birbirlerine muhaliftirler. “Yol ikidir. Ya doğru ya yalan, ya da sükût değildir.” Toplumun güveni ve asayişin altüst olması yalancılık ve maslahatın kötüye kullanmasındandır. Onun için Üstad, “ her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” demiştir.

Adavette, karşı muhabbeti öneren Bediüzzaman, “ muhabbete en layık şey muhabbettir. Husumete en layık sıfat husumettir.”  Toplumun hayatının temini, saadet ve muhabbetle olur. “ Husumet ve adavetin vakti bitti” diyor. Çünkü adavetin basit sebepleri, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek bir divaneliktir. Devamında şöyle diyen Bediüzzaman, muhabbet, kardeşlik ve sevmek İslamiyet’tin mizacıdır. Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benzer, ağlamak ister; bir şey arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı gibi ehemmiyetsiz bir şey, onun ağlamasına bahane olur. Bir kötülük için on iyiliği görmezlikten gelir. Bu insafı ve iyi niyeti tamamen reddeder.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.”  Bütün ehl-i İslamı bir tek hükmünde gören Bediüzzaman, birbirine manen lüzum olsa maddeten yardım eder, Müslümanlar birbirlerine bağlıdırlar. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi cinayet işlese, düşman olan aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler hükmüne geçer, o aşiretin bir ferdi medar-i iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder.

Bediüzzaman, Müslümanları itihad-i ıslama davet ediyor.  Müslümanların birliği gerçek İslam milliyeti ile gayrete gelmeli, yoksa zarardır, diyor.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ki saadetleri meşveret-i şer’iye yani dine, kurallara uygun olarak yapılan meşverettir. Asya kıta’sının geri kalmasının sebebi de o şura-i hakikiyeyi yapmamasıdır. Bu nedenle Bediüzzaman, “ Asya kıta’sının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şuradır” demiş.

Nasıl fertler birbirleriyle meşveret ederler, kavim, kabile, milletler ve kıt’alar dahi şura yapmaları lazımdır. İslam’ın ayaklarına konmuş çeşit çeşit baskı, keyfi uygulama zulüm ve tahakküm kayıtlarını, zincirlerini açacak ve dağıtacak, meşveret-i şer’iyedir. Hürriyet-i şer’iye,  Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim tecellisiyle bir ihsan ve imanın bir esasıdır.

1925 yılında, Vilayat-ı Şarkî’yeden; Garbi Anadolu’ya nefyedilen Bediüzzaman, Van’ın halkı  “aman efendim bizi bırakıp gitme, müsaade buyur sizi göndermeyelim, arzu ederseniz Arabistan’a götürelim, yalvaran silahlı guruplara, ahaliye “ Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” diyerek hepsini teskin etmiştir.

Bediüzzaman’ın nefyi, istibdad-ı mutlakın icra-i faaliyetlerinin ilk seneleriydi, gizli dinsiz komiteleri “İslam şeairleri birer birer kaldırarak, İslam ruhunu yok etme, Kur’an’ı toplatıp imha etme ve otuz sene sonra Kur’anı kaldırma planın hesabını yapıyorlardı.

Bin seneden beri Kur’an-ı Hâkimin bayraktarları olan Türk vatandaşını, İslamiyet’ten uzaklaştırarak, Kemalizm rejimine zemin hazırlandığı bir ortamda, Risale-i Nur böyle dehşetli bir zamanda meydana gelmiş, kati burhanlarla akli, mantıki delillerle küfr-i mutlakı tarumar ederek, masonların, komünistlerin, dinsizlerin belini kırmıştır.

Risale-i Nur bu millet-i İslami’ye yi maddi manevi felaket ve helaket tehlikelerden bir sed-i Kur’an’i ve nur-i imanı olarak muhafazaya vesile olmuştur. Kur’an-ı Kerimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i nur, okunan yerde sadaka yerine geçer, belayı defeder.

Said Nursi Hazretleri, ülkesi onu sürgüne ve hapse mahkûm ettiği halde asla küsmemiş, hapishanede bile ülke insanlarının geleceği için Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i nuru yazarak vatandaşlarının imanına, ilmine ve fikrine hizmet etmekten geri kalmamış,

“Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini” söyleyen Bediüzzaman, insanları daima muhabbete, sevgiye hoşgörüye davet etmiştir. Şarkî Anadolu’dan; Garbî Anadolu’ya sürgün edilirken, vatan sathını bir görmüş, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” demiştir.

Şark ve Garbın arasında ayırım yapmamış, Türk, Kürt, ırk ve mezhep ayrımı yapmamış.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.” demiş,

Bediüzzaman, Anadolu mescidinde ve âlem-i İslam camiinde konuşuyor. Ehl-i İslam’a Kur’an’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Tekrar edilen Kur’an’ın dersini tüm İslam âlemi nasip dar olmayı, hakiki milliyetimizin esası olan İslamiyet’i hal ve ahvalimizde yaşatmayı Yüce Rabbimden niyaz ederim.

22.4.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi