Etiket arşivi: ULEGDER

Okullardaki Değerler Eğitiminin Önündeki Engeller – Çözümler

İnsanlar birlikte yaşamaya ve ihtiyaçlarını gidermek için birbiriyle alış-veriş yapmaya muhtaçtırlar. İnsan önce ve en çok kendini sever ve menfaatine düşkündür. Bazen küçük bir menfaat için başkalarının büyük zarar görmesine bile razı olur. Sosyal hayatta barış ve huzurun temini adaletle olur. Ama kişilerin aklı çok defa menfaatin hizmetine girer ve kendi menfaatine taraf olacağı için adalet edemez. O yüzden genel bir akla ve ona dayanan kanun ve kurallara ihtiyaç vardır. Adaleti temin ve toplumsal huzuru tesis için genel akla dayanarak toplum ve iş hayatındaki davranışları düzenlemeye yönelik kural ve kaidelere “etik değerler” veya “ahlaki değerler” denir.

İnsan; insan olması hasebiyle, şefkat vasıtasıyla, başkalarının sevinciyle sevinir ve onların elemiyle üzülür. Yardımlaşma gibi vicdana dayanan ve adaleti aşıp ihsan boyutuna ulaşan davranışlara da “insani değerler” denir. Tüm araştırmaların gösterdiği gibi, etik veya ahlaki değerlerin en büyük, en yaygın ve en etkin kaynağı dindir. Eskiden din kurumu tek başına bu değerleri sağlamaya ve canlı tutmaya yeterli idi. Ancak modernitenin yükselmesiyle din geri planda kaldı ve ortak ahlaki değerlerde oluşan boşluğu seküler eğitimle doldurma ihtiyacı doğdu.

Dünyada her meslek gurubunun tabi olduğu bir etik değerler kodu vardır ve bu değerlerin öğretilmesi o meslek eğitiminin bir parçasıdır. Örneğin ABD’de mühendislik programlarını akredite etmede esas alınan ABET 2000 kriterleri bu şarta şöyle vurgu yapar: “Kriter 3, Program çıktıları ve değerlendirme: Kurumlar, mühendislik programları mezunlarının: (f) Profesyonel ve etik sorumluluklar hakkında bir anlayışları olduğunu göstermek zorundadırlar.” Benzer şartlar diğer meslek guruplarında da vardır.

OKUL ÖNCESİ VE SONRASI DEĞERLER EĞİTİMİ

Eğitim, örgün (sistemli bir şekilde okullarda ve okul yaşındaki çocuklar için), yaygın (talep üzerine açılan ve yetişkinler dahil her yaş gurubuna hitap eden) ve informel (sistematik olmayan ve insanların günlük yaşam süreçleri esnasında okuyarak, gözlemliyerek, tecrübe ederek, dinliyerek veya akıl yürüterek öğrenmesi) olmak üzere üç gruba ayrılır. Araştırmalara göre, insanların sahip oldukları bilgilerin %90’ının kaynağı informel eğitimdir, yani insanın günlük yaşam esnasında “yaşam boyu öğrenim” kapsamında öğrendiği şeylerdir. O yüzden öğrenmede en büyük pay yaşam boyu öğrenmeye aittir ve bu, değerler öğretiminde de böyledir.

Değerler, davranışlarımıza rehberlik eden prensiplerdir. Değerlerin kaynağı inançlardır. İnançların da en etkini, yüksek bir otorite ile ilişkilendirilen dini inançlardır. İnançların mantıksal bir çerçeveye oturuyor olması şart değildir ve hatta mantığa tamamen zıt da olabilir. 13 sayısının uğursuz olduğuna inananların 13’ncü katta veya 13 numaralı koltuğa oturmaktan kaçınması gibi. Zihinlerin saf olduğu ve muhakemeler gelişmediği için iyi ve kötü fikirlerin zihinlerde kalıcı iz bıraktığı çocukluk yılları kalıcı değerler oluşumunda en önemli yıllardır. Bu erken yıllarda edinilen değerleri sonradan değiştirmek çok zordur. Bu yüzden okul öncesi eğitim ve takibeden ilköğretim, değerler oluşumunda en önemli safhaları oluşturur.

Çocuklar akıl yürüterek değil taklit ederek öğrenir ve gördüklerini bir fotoğraf filmi gibi alır. Çocuklar değerleri örnek alarak aldıklarından, değerleri öğretmede en etkin yol örnek olmaktır. Hatta denebilir ki bir çocuğun değer yargıları, büyük etapta anne babası, aile büyükleri, komşuları ve ilköğretimdeki öğretmen ve arkadaşlarının değer yargılarının bir bileşkesidir. Tabi bu teknoloji çağında listeye televizyon, internet ve çocuğun okuduğu yazılı malzemeler ve hatta dinlediği müzikler de eklenmelidir. Bütün bunlar, çocukların karakter oluşumunda arkadaş, kitap vs. seçiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Cenap Şehabettin’in dediği gibi, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez, bazıları zehirler.” Bu yaklaşım, çocukların seyrettiği diziler ve oynadıkları oyunlar için de geçerlidir. Batı ülkelerindeki yaygın hamburger kültürünün kökleri, çocukluk yıllarında seyredilen ve mutlulukla özdeşleştirilen fast food reklamlarında aranmalıdır. Ayrıca, zaman bireysellik ve hürriyet zamanıdır ve kişiliği gelişmiş olan ergenlere orta ve yüksek öğrenim dönemlerinde değer empoze etmeye kalkmak ters tepki oluşturacaktır.

Değerlerin büyük oranda küçük yaşlarda şekillendiği ve insani değerlerin en etkin kaynağının din olduğu dikkate alınırsa küçük yaşlarda ve hatta okul öncesinde din eğitiminin ne kadar önemli olduğu oraya çıkar. O yüzden ilköğretim yıllarındaki din eğitimine konan engeller derhal kaldırılmalıdır. Aksi taktirde yeni neslin değerlerimizden uzaklaşma süreci hızlanarak devam edecek ve çocuklarımız bize yabancılaşacaklardır. Kaldı ki, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi önüne engeller koyması, din eğitimini kontrol etmesi ve hatta din eğitimini kendi tekeline almaya kalkması laik devlet anlayışıyla tabana tabana zıttır. En iyi örneğini ABD’de gördüğümüz modern laiklik anlayışında, ailer çocuklarına istediği din eğitimini, istediği yerde, istediği zaman ve istediği kişi ve kurum aracılığıyla verir. Bu, temel bir insanlık hakkıdır ve devletin din ve vicdan özgürlüğü sahasına hiç bir şekilde müdahale etme hakkı yoktur. Ayrıca, Batı ülkelerinde dini, çoğulculuk anlayışı içinde cemaatler temsil eder. Örneğin Hristiyanlığın belli bir yorumunu temsil eden Katolikler dini bir camaattir ve üzerlerinde hiçbir devlet kontrolü yoktur. Dini cemaatlere yapılan bağışlar da vergiden düşülür. ABD’de ilk ve orta öğrenimin yapıldığı 97 bin devlet okulunun yanında 7400 katolik okulu da vardır ve bu okullarda papaz ve rahibeler öğrencilere din dersi de verip dini değerleri öğretirler. Aynı hak müslüman okulları için de söz konusudur. Bizde ise çocukların aynı amaç için gönderildiği İmam Hatip Okulları meslek okulu kapsamında görülmekte ve en temel bir hak olan dinini öğrenme ve öğretme hakkı ihlal edilmektedir. Modern dünyada laikliğin en katı yorumunu temsil eden Fransa’da bile isteyen aile çocuğunu ilk ve orta öğretim için dini okullara göndermekte ve bunun ücretini devlet ödemektedir.

Yine ABD’de 1 milyonu aşkın öğrenciye okullarda değer erozyonuna uğramamaları için aileleri tarafından evde eğitim verilmektedir. Ayrıca, her Pazar kiliselerde çocuklar dahil tüm aile üyelerine din dersi verilmektedir. Türkiye’de devlet daha demokratik bir açılımla bu çağdaş demokrasi çizgisini yakalamayı amaçlamalı ve camileri manevi değerler için bir yaşam ve eğitim merkezi haline dönüştürme projesini başlatmalıdır. Böylelikle ailelerin çocuklarına etkin bir değerler eğitimi vermesinin önü açılmalıdır. Örneğin hafta içi bir akşam ve/veya hafta sonu belli saatlerde imamlar camilerde çocuk ve hatta aileler için din dersi başlatabilir, aynen Türkiye’de azınlık cemaatlarinin kendi üyelerine kiliselerde din eğitimi verdikleri gibi. Bu yapılınca okullardaki zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi de tüm dinlerin ve kültürlerin ortak bir zeminde taraf olmadan öğretildiği gerçek manada bir “kültür” dersine dönüştürülebilir. İmamların mümkün olduğunca İlahiyat Fakültesi mezunu olmaları şartı aranmalı, İmam Hatip liseleri meslek okulu kategorisinden çıkarılmalıdır, aynen öğretmen liselerinin meslek okulu kategorisinden çıkarıldıkları gibi.

TEMEL ORTAK PROBLEM: DEMOKRASİ EKSİKLİĞİ

Görünüşte Türkiye’nin laiklik, Kürt ve Alevilik gibi çözümsüzlüğe mahkum edilmiş birçok sorunu var gibi görünse de aslında Türkiye’nin sadece bir tek sorunu vardır ve o da demokrasi kıtlığıdır. Dindarlarla olan problemin temelinde dine tahammülsüzlük, dini evlerde dört duvar arasına hapsetme ve dindarları inkar etme vardır. Kürtlerle olan sorunun temelinde Kürtleri inkar ve Kürtçeyi yok sayma ve Alevilerle olan sorunun temelinde de Alevileri bir inanç gurubu olarak görmezden gelmede ısrar vardır.

Türkiye gözünü kapayarak hiçbir problemin yok olmıyacağını artık görmeli ve gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermelidr. Türkiye laikliği modern dünya gibi yorumlasa ne “irtica” tehlikesi kalır ne de “Alevilik” derdi, aynen Ortaçağ karanlıklarının yaşandığı eski kıtada demokrasinin yerleşmesiyle böyle bir derdin kalmadığı gibi. Örneğin ABD’de başörtülü bayanlar üniversiteye laikliğe rağmen değil, laikliğin gereği olarak girerler ve bir kişinin dini kisveyle üniversite girme hakkı din ve vicdan hürriyetinin bir parçasıdır.

ABD’de nüfusun %15’i İspanyol asıllıdır ve bunların bir kısmı yeterli İngilizce bilmez. Ama ABD resmi dili İngilizce olmasına rağmen İspanyolcayı tanır ve onlara kendi dillerinde eğitim, basın, yayın gibi her hakkı verir. Hatta birçok devlet kurumunun web sitesinde bir düğmeye basarak sitedeki tüm bilgilere İspanyolca olarak ulaşılabilir. Birçok firma reklamlarında “İspanyolca konuşulur” ibaresini kullanır ve böylece İngilizcesi zayıf olan müşterileri çekmeye çalışır. Bunun sonucu olarak da ABD okullarında en rağbette olan yabancı dil İspanyolcadır. Çünkü İspanyolca bilmek bilhassa Güney eyaletlerinde ve Kaliforniya’da çalışmayı düşünenlere ciddi bir avantaj sağlar. Sonunda, ABD’de kendini “Hispanik” olarak tanımlıyan 45 milyon İspanyol asıllı Amerikalı vardır, ama “İspanyol sorunu” yoktur. Acaba Türkiye bugüne kadar Kürtleri inkar ederek on binlerce gencini ve yüz milyarlarca doları telef etmekten ve bölünmenin eşiğine gelmekten başka neyi kazandı? Ve ABD’deki demokratik yaklaşımı Kürtlere gösterse (ki bizim Irak ve Yunanistan gibi komşu ülkelerdeki Türklere gösterilmesini istediğimiz yaklaşımdır) Kürtlerin Türkiye’ye bağlılığını kazanıp aidiyet duygusunu pekiştirmekten ve PKK bataklığını kurutmaktan başka neyi kaybeder?

ÖĞRETMEN ATAMALARI VE KPSS SINAVI

Çocuklara rol modelliği yapan ve davranışlarıyla binlerce öğrenciye değerler eğitimi verme konumunda olan öğretmenler, bilhassa ilkokul öğretmenleri, karakter değerlendirmesinden geçirilerek göreve alınmalıdır. Yeni atamalarda kontratlar birer yıllık olmalı ve yetersiz performans gösteren ögretmenlerin kontratları yenilenmemelidir. Unutulmamalıdır ki kurda merhamet, kuzuya zulümdür. Bu etapta, KPSS sınavı puanlarına dayalı öğretmen atama çılgınlığına son verilmelidir. Türkiye’de hayatın neredeyse her safhasını etkisi altına alan ve etkinlik ve verimliliği dibe vurduran puana dayalı değerlendirme sistemi eğitim fakültelerindeki eğitimi de olumsuz etkilemekte ve öğretmen adayları – müzik ve beden eğitimi ögretmen adayları da dahil – okulun son yıllarında kendi dersleri yerine KPSS sınavına çalışmaktadırlar. Ancak KPSS sınavının öğretmenlik mesleğiyle pek bir ilgisi yoktur ve bu sınav öğretmenlik mesleği ile alakalı hiçbir beceriyi ölçmemektedir. Hiçbir özel okul KPSS puanına dayalı olarak öğretmen almayı aklına bile getirmemektedir.

Aklı ve bilimi rehber edinen ABD’de değişik puan ve yüksek başarı sertifikaları öğretmen adaylarına sadece mülakat hakkı kazandırır. Bir komite önünde detaylı bir mülakata tabi tutulmadan hiçbir kişiye öğretmenlik teklif edilmez. Teklif edilenlere de meslek ehliyetini ispatlamadan uzun süreli kontrat sunulmaz. Öğretmenlerde öncelikle aranan beceriler sosyallik, iletişim, pozitif enerji verme, problem çözme, uyuşmazlık giderme, motive etme, sağlam bir karakter sahibi olma, psikolojik takıntılardan uzak olma gibi beceri ve özelliklerdir ki bunlar KPSS ile değil ancak yüz yüze mülakat ile ölçülebilir. Hatta çoğunlukla KPSS başarısı ile sosyallik ve iyi iletişim kurma gibi beceriler ters orantılıdır. Mülakata gelen öğretmen adaylarına öğretmen veli ve öğrenci temsilcilerinin de olduğu bir komite huzurunda bir ders veya seminer verdirilmeli ve değerlendirmede izleyici önündeki bu performansa ağırlık verilmelidir. Her okula yer yıl 10 öğretmen adayını bu şekilde karma bir komite tarafından değerlendirme görevi verilse ve sonuçlar okul müdürlüklerince ilgili makama bildirilse ve yeni mezun öğretmen tayinlerinde KPSS yerine bu okul komite değerlendirmesi ile beraber üniversite notları ve stajyerlik başarı puanları esas alınsa, KPSS’den çok daha isabetli olmaz mı? Böylece eğitim fakültelerinde ögrencilere doğru mesaj verilmez mi?

Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen atamalarında akla dayalı özel okul ve modern dünya uygulamalarına sırtını dönerek mülakat yerine KPSS puanına göre öğretmen atayarak adeta yüksek sesle “insanlara güvenilmez” mesajını vermektedir. Zaten öğretmenlerin maruz kaldığı sıkı denetim ve okul müdürlerinin yetkisizliği bu güvensizliği daha da görünür hale getirmektedir. Nitekim öğrenciler arasında yapılan araştırmalarda insanlara güvenenlerin oranı 2004’te %7’den 2007’de %5’e düşmüştür. İnsanlara güvenenlerin oranı eğitim seviyesi yükseldikçe düşmektedir. Yani okullar öğrencilerine bir değer olarak güveni değil, adeta güvensizliği öğretmektedir.

Eğer devlet okullarında öğretmenlerin daha saygın ve kaliteli olması isteniyorsa, kararları bilgisayarların değil insanların vermesinin önü açılmalıdır. Belli değerlendirme prosedürleri geliştirilerek de muhtemel suistimaller asgari düzeye indirilebilir. Bu konuda belediyeler iyi bir örnek oluşturmaktadır: Yerel yönetimlerde idareciler yerel olarak belirlenir ve ciddi bir suistimal potansiyeli vardır. Ancak tüm risklere ve göreve gelenlerin acemiliğine rağmen Türkiye’de beldelerimiz görünüm ve hizmet kalitesi olarak Avrupa’dan pek de geri kalmaz. Eğer belediyelere güvenilmeyip tüm belde hizmetleri Ankara’dan KPSS puanına göre atanan kaymakamlık elemanlarınca yapılacak olaydı, acaba bugün beldelerimiz ne halde olurdu? 

SBS SINAVI VE DEĞERLER EĞİTİMİ

Öğretmen atamalarında KPSS sınavı ile ilgili olumsuzlukların benzerleri ilköğretimde SBS sınavı ile ilgili olarak yaşanmaktadır. Sınav yoluyla ölçme ve değerlendirme tüm dünyada standart bir uygulamadır ve ABD’de bile SBS türü ulusal sınavlar vardır. Ancak orada ulusal veya bölgesel sınavlar normal bir dersin yıl içi sınavı gibi hiçbir başvuru yapılmadan her öğrenciye kendi sınıfında ve okulundaki öğretmenler tarafından verilir. Sınavların gayesi de öğrencileri sıralamak değil değişik konularda belirlenen beceri hedeflerine ne derece ulaşıldığını ölçmek ve eksikleri olan öğrenci ve kurumları belirleyip eksikleri telafi yoluna girmektir. Yani sınavlar öğrencilerden ziyade öğretmen ve okul yöneticileri için bir stres kaynağıdır. Aileler de kendi çocuklarının okul ve bölge içindeki izafi performanslarını görüp ona göre gerçekçi bir beklenti içine girerler. Gerekirse belli konularda özel destek alırlar.

ABD’de ihtiyaç olunca kısa süreli özel ders alma vardır, ama okuldan sonra veya hafta sonları dersaneye gitme diye bir kavram yoktur. ABD’de 20 yıldan fazla kalan ve iki çocuğunu da orada ilkokula gönderen biri olarak, ABD’de “Dersane” diye bir tabela ne gördüm ve ne de duydum (özel müzik ve spor dersleri veren yerler bahsimizin dışındadır). Zaten ABD’de ilköğretimi bitirenler kendi mahallelerindeki liseye gitmek zorundadır. Böylece servis araçlarında trafikte uzun saatler geçirme derdi de yoktur. Başka bir mahalledeki daha iyi olarak bilinen bir liseye gitmenin yolu, o mahalleye taşınmaktır. Liselerde ders geçme sistemi vardır ve kimi öğrenci fen ağırlıklı dersler alırken kimisi sosyal kimisi de sanat ağırlıklı dersler alır. Yani genel liseler aynı zamanda bir meslek, sanat ve spor lisesidir ve her lisenin birçok spor dalında aktif takımı vardır. O kadar ki bir spor dalında yer almayan öğrenci neredeyse hiç yoktur. Lise öğrencilerinin büyük çoğunluğu kendi okulunda veya bir bölge okulunda bir veya birkaç meslek dersi de alır ve genel liseyi bir meslek sahibi olarak bitirir veya 16 yaşına gelince isterse liseyi terkeder. O yüzden isteyen her lise mezunu üniversiteye girebilmesine rağmen mezunların üçte biri, 2 veya 4 yıllık bir üniversiteye başvurmaz bile.

İlaç ile zehir arasındaki fark, dozajıdır. Bizde SBS türü sınavları zehir yapan unsur, sınavların eğitimin merkezine oturması ve eğitimin tek çıktısının ve öğrenci başarısının tek ölçütünün bu sınavdan alınan puanın olmasıdır. Sonunda maddi gücü olanlar bu sıralamada daha yukarılara tırmanmak için çocuklarını dersanelere koşturmakta ve bu imkanı olmayan çoğunluk ise baştan kaybetmişlik psikolojisine bürünmektedir. Sonunda öğrenme heyecanının yerini olumsuz rekabet, küskünlük, kıskançlık, gerginlik, ümitsizlik, yetersizlik, başarısızlık ve hatta kızgınlık gibi olumsuz hisler almaktadır. İtibarın tek kaynağının para olduğu ve zenginlerin kral gibi muamele görüp fakirlerin horlandığı bir toplumda değerlerden ve değer eğitiminden ne kadar bahsedilebilir?

Temel değerim puan olduğu ve herkesin değerinin SBS türü sınavlardan aldığı puanla ölçüldüğü ve zihinlerin test ve sınavlardan başka bir şeyle meşgul olmadığı bir ortamda acaba değer eğitimi ne derece etkin olur? Öğrencilerin sıralamada birbirinin önüne geçme telaşında olduğu bir ortamda yardımlaşmayı mı öğreteceğiz, sevgiyi mi veya empati yapmayı mı? Arşivleri sahte sağlık raporları ile dolu olan okullarda doğruluk eğitimi mi vereceğiz? Bazan merak ediyorum, acaba okullarda devam mecburiyeti olmasa ne olacaktı? Raporlarla sahtekarlığı meşrulaştırdığımız gibi, her sabah “Türküm, doğruyum…” nakaratı ile de yalanı da sıradanlaştırmış bulunuyoruz. Toktamış Ateş gibi tarih uzmanları okullarda öğretilen resmi tarih ile gerçek tarih arasında ciddi tezatlar olduğunu söyleyedursun, biz ulus devlet oluşturma yolunda ve herkesi aynı tornadan çıkmış parçaya döndürme telaşında yalan da olsa hala resmi tarihi öğretmeye devam ediyoruz. Bunu haklı çıkarmak için başka ülkelerin de böyle yaptığı yalanına yapışıyoruz. Özümüz ile sözümüz aynı olmadığı sürece çocuklara dürüstlüğu nasıl öğreteceğiz?

Ögrencilerine sigara içmemeyi telkin eden bir öğretmenin yapması gereken ilk iş sigarayı bırakmaktır. Milli Eğitim Bakanlığı da değerler eğitimine başlamadan önce müfredattan tüm yalanları ayıklamalı ve başta sahte sağlık raporları olmaz üzere sahtekarlığı kurumsallaştıran uygulamaları önlemenin yolunu bulmalıdır. Sonra, ilköğretimin bilhassa son yıllarında eğitimi felç eden SBS türü ulusal sıralama sınavlarına gerek bırakmayacak düzenlemeleri devreye sokmalıdır. Meslek liseleri dışında, isimleri ne olursa olsun genel liseden fen liselerine ve ögretmen liselerine kadar tüm liselerin temel hedefi ve tek başarı ölçütü ÖSS sınavındaki başarıdır. Kuruluş misyonlarını kaybetmiş ve aslında aynı tip olan bu liseleri tek tipe çevirerek (örneğin Anadolu Lisesi) herkesin kendi mahallesindeki liseye gitmesi sağlanmalıdır. Böylelikle SBS’ye gerek kalmayacağı için en azından ilköğretim kurumlarında gerçek eğitime dönülmesinin yolu açılmış olacaktır.

SBS sınavının adaleti sağladığı tezi de yanıltıcıdır ve evrensel bir değer olan adalete zıttır. Çünkü büyük çoğunluğu mağdur ve mahzun etmektedir. Acaba SBS sınavını kazanamayanların kolunu, bacağını parça parça edeceğimizi önceden ilan etsek sonra da bunu yapsak, bu adil olur mu? Peki, küçük bir azınlık komşularıyla aynı mahalle okuluna gitme yerine elit okullara gidebilsin diye sınavı kazanamayan 14 yaş gurubundaki büyük körpe çoğunluğun vakar, özgüven, itibar, geleceğe bakış, ümit gibi manevi uzuvlarını parça parça ederek onları adeta manevi mevtalara çevirmek acaba ne kadar adildir?

SBS’nin kaldırılması uygulamasına elit bir azınlık karşı çıkacaktır. Ama bu düzenleme bu elit çevrenin yarış atına dönüşecek olan çocuklarına da büyük bir iyilik olacaktır. Liselerin çoklu müfredatı tek tipe çevrilip SBS’nin kaldırılması fikri en kısa zamanda hayata geçirilmelidir. Ulusal sıralanma stresinden arındırılmış okullarda değerler eğitimi hastane, hapishane ve yaşlılar evlerine yapılan gerçek dünya ziyaretleri ve rol oyunlarıyla çok daha etkin ve zevkli olarak yapılabilecektir.

AHLAKİ (ETİK) DEĞERLERİN TEMELİ: MENFAAT VEYA FAZİLET

Materyalist dünya görüşüne göre insan akıllı bir hayvandır. İnsan da hayvan gibi maddi bir bedenden ibarettir. Hayat bir mücadeledir. Yaşamak için kuvvetli olmak lazımdır. Zayıf olan ezilir ve yok olur. Gaye maddî menfaattir. İlişkilerde “şahsi menfaat” ve “millî menfaat” esastır. Bir ABD özdeyişinde ifade edildiği gibi, “There is no such thing as free lunch” yani “Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur.” Hedef, arzu ve ihtiyaçları tatmin edip rahat içinde yaşamaktır ve alınan toplam hazzı maksimize etmektir. Akıl, menfaat sağlama mücadelesinde kıymetli bir alettir.

Bireysel menfaati bencilce azamî seviyeye çıkarma mücadelesinin neticesi çatışmadır. Çatışma ise herkesin menfaatine zıttır. Çatışmayı önlemenin yolu, mutabakat sağlayıp toplumsal menfaati ön plana çıkarmaktır. Çünkü toplumsal menfaat pastası büyüdükçe, herkese daha büyük bir pay düşecektir. Toplumsal mutabakat sağlamanın ve hayatın tadını kaçıran çatışmayı önleminin yolu da adaleti esas almaktır. Akıl, bunu gerektirir. Toplumsal mutabakatın neticesi de kanun ve kurallardır. Etik veya ahlaki kurallar bunun bir alt grubudur. Akla dayalı etik kurallar toplumsal barış ve huzurun, barış ve huzur da menfaatların korunması için bir gerekliliktir. Aksi taktirde hayat zehir olur ve herkesin menfaati tehlikeye girer.

Buradan çıkarılabilecek sonuç, dünya hayatına da en yüksek menfaati moral değerlerin sağladığıdır. Ancak modern dünyada, moral değerlerin kaynağı olan dinin geri planda kalmasıyla bir boşluk oluşmuştur. Etik değerlerin tesisi, bu boşluğu laik bir çerçevede doldurma gayretidir.

Materyalist yaklaşımda menfaat amaç, etik kuralların sağladığı zemin araçtır. O yüzden menfaat ve etiklik çatışırsa, zemin kayması mümkündür. Küçük hesaplar sonucu böyle bir zemin kaymasını önlemek için etik değerlerin akla kalıcı olarak nakşedilmesi gerekir; bu da eğitimle olur.

Menfaat yerine fazilet veya erdem odaklı hayat felsefesine göre insan maddî bedenle beraber ruhu da olan manevî bir varlıktır ve maddî hazlarıyla beraber manevî lezzetleri de vardır. Hayat bir yardımlaşmadır ve kuvvetlilerin zayıflara yardım etme sorumluluğu vardır. İlişkilerde menfaat yerine fazilet ve moral (manevi) değerler esastır. Hayatın gayesi maddi arzu ve hevesleri tatmin değil, insan olarak yükselmek ve ruhen gelişmektir. Bu da doğrulukla olur. Moral değerler kalbe nakşedildiği ve onlara uyma meyli içten geldiği için insan üzerindeki etkileri gayet kuvvetlidir. Bu değerleri ihlal etmenin cezası yine kalpte vicdan azabı olarak hissedilir. Bilgeliğe veya vahye dayanan manevi değerler akla dayanan etik değerleri de kapsar. O yüzden aralarında çelişki söz konusu değildir. 

Adalet güzeldir; ama ihsan daha güzeldir. İnsanlar adalete razı olurlar, ama ihsana cezbolurlar. İnsan, ihsanın esiridir denir. İnsanların hayattaki hedefi mutlu olmaktır ve hayattan lezzet almaktır. Madde ve onunla alakalı maddi hazlar sınırlı ve geçicidir, zaman ve mekana tabidir. Bu hazlar hayvanlarda da vardır. Mana ve onunla alakalı manevi hazlar ise sınırsız ve daimidir, zaman ve mekan üstüdür. Maddi hazların merkezi nefis (arzu ve hevesler), manevi hazların merkezi ise kalptir. Ancak bu hazların varlığı ve büyüklüğü tecrübe ile keşfedilir. O yüzden yüksek insani hazların yaşanacağı tecrübelere maruz bırakılmak – yaşlılar evinde kimsesiz bir yaşlıya bir hediye götürüp onun yüzündeki mahzunluğun mutluluğa dönmesini seyretmek gibi – değerler eğitiminin en etkin bir yolu olabilir.

ÖZLÜ SÖZLERLE MORAL DEGERLER[1]

Aşağıda derlenen özlü sözler, insani ve ahlaki değerlerin önemini ve bu değerlerin eğitim ile olan ilişkisini gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir:

“Manhood, not scholarship, is the first aim of education.”

Eğitimin ilk hedefi bilimsellik değil insanlıktır.

Ernest Seton

“Integrity without knowledge is weak and useless, while knowledge without integrity is dangerous and dreadful.”

Bilgisiz doğruluk zayıf ve faydasızdır; doğruluksuz bilgi tehlikeli ve esef vericidir.

Samuel Jackson

“Bir insanı akıl yönünden eğitip ahlak yönünden eğitmemek, toplumun başına bir bela yetiştirmek demektir.”

“To educate a man in mind and not in morals is to educate a menace to society.”

Theodore Roosevelt

“A man who has never gone to school may steal from a freight car; but if he has a university education, he may steal the whole railroad.”

“Hiç okula gitmeyen bir adam bir vagondan çalabilir; ama eğer üniversite eğitimi varsa, bütün demiryolunu çalabilir.”

Theodore Roosevelt

“There is not in all America a more dangerous trait than the deification of mere smartness unaccompanied by any sense of moral responsibility.”

“Tüm Amerika’da beraberinde hiç bir ahlakî sorumluluk hissi taşımayan yalın zekiliği yüceltmekten daha tehlikeli bir akım yoktur.”

Theodore Roosevelt

“The things that will destroy America are prosperity at any price, peace at any price, safety first instead of duty first, the love of soft living and the get rich quick theory of life.”

“Amerika’yı imha edecek olan şeyler ne pahasına olursa olsun zenginleşme, ne pahasına olursa olsun barış, önce vazife yerine önce güvenlik, rahat yaşama olan düşkünlük ve çabuk zengin olma hayat teorisidir.”

Theodore Roosevelt

“Character, in the long run, is the decisive factor in the life of an individual and of nations alike.”

“Uzun vadede, bireylerin ve de ülkelerin hayatında belirleyici faktör karakterdir.”

Theodore Roosevelt

“The measure of a man’s character is what he would do if he knew he never would be found out.”

“Bir insanın gerçek karakterinin ölçüsü, asla ortaya çıkmayacağını bildiğinde ne yapacağıdır.”

Thomas B. Macaulay

“Nobody will know. Nobody except you. But you have to live with yourself. And it is always better to live with someone you respect – because respect breeds confidence.”

“Hiçkimse bilmeyecek. Senin dışında hiç bir kimse… Ancak sen kendinle yaşamak zorundasın. Ve saygı duyduğun biriyle yaşamak her zaman daha iyidir. Çünkü saygı özgüveni doğurur.”

Jerome Weidman

“Because you’re able to do it and because you have the right to do it doesn’t mean it’s right to do it.”

“Bir şeyi yapabilme gücünün olması ve onu yapma hakkına sahip olman onu yapmanın doğru olduğu anlamına gelmez.”

Laura Schlessinger

“The true measure of a man is how he treats someone who can do him absolutely no good.”

“Bir insanın büyüklüğünün gerçek ölçüsü, kendisine asla bir fayda sağlayamayacak olan bir kişiye nasıl davrandığıdır.”

Samuel Johnson

“Cowardice asks the question, ‘Is it safe?’ Expediency asks the question, ‘Is it politic?’ Vanity asks the question, ‘Is it popular?’ But, conscience asks the question, ‘Is it right?’ And there comes a time when one must take a position that is neither safe, nor politic, nor popular but one must take it because one’s conscience tells one that it is right.”

“Korkaklık ‘Bu güvenli midir?’ sorusunu sorar. Menfaatçilik ‘Bu akıllıca mı?’ sorusunu sorar. Gösteriş, ‘Bu popüler mi?’ sorusunu sorar. Ama vicdan ‘Bu doğru mu?’ sorusunu sorar. Ve bir an gelir, kişi öyle bir pozisyon almak zorunda kalır ki ne güvenli, ne akıllıca ve ne de popülerdir; ama kişi o pozisyonu vicdanı kendisine doğru olduğunu söylediği için almalıdır.

Martin Luther King, Jr

“The true test of civilization is, not the census, nor the size of the cities, nor the crops, but the kind of man that the country turns out.”

“Medeniliğin gerçek testi ne nüfus, ne şehirlerin büyüklüğü, ne de yetiştirilen üründür; sadece ülkenin yetiştirdiği insan tipidir.”

Ralph W. Emerson

“What is morally wrong can never be advantageous, even when it enables you to make some gain that you believe to be to your advantage. The mere act of believing that some wrongful course of action constitutes an advantage is pernicious.”

“Sana avantaj sağladığına inandığın bir kazanç sağlamanı mümkün kılsa bile, ahlâkça yanlış olan asla avantajlı olamaz. Yanlış bir hareket tarzının bir avantaj sağladığına inanma davranışı bile yeterince esef vericidir.”

Marcus Tullius Cicero

“Politics that revolves around benefit is savagery.”

“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”

Bediüzzaman

“When my sons are grown up, I would ask you, O my friends, to punish them, … if they seem to care about riches, or anything, more than about virtue.”

“Çocuklarım büyüdüğü zaman, dostlarım, sizden rica ediyorum; eğer servet veya başka bir şeye faziletten daha fazla değer veriyorlarsa, onları cezalandırın.”

Socrates

“A man without ethics is a wild beast loosed upon this world.”

“Etik değerleri olmayan bir adam, bu dünyaya salıverilmiş vahşi bir hayvandır.”

Manly Hall

“The world has achieved brilliance without wisdom, power without conscience. Our is a world of nuclear giants and ethical infants.”

“Dünya hikmetsiz dehayı ve vicdansız gücü başarmıştır. Dünyamız nükleer devler ve etik cüceler dünyasıdır.”

General Omar Bradley

“Without ethics, everything happens as if we were all five billion passengers on a big machinery and nobody is driving the machinery. And it’s going faster and faster, but we don’t know where.”

“Etikliğin olmayışı şuna benzer ki biz beş milyar yolcu olarak büyük bir makine üzerindeyiz ve makineyi kimse sürmüyor. Ve makine hızlandıkça hızlanıyor, ama nereye bilmiyoruz.”

Jacques Cousteau

“The highest reward for a man’s toil is not what he gets for it but what he becomes by it.”

“Bir kişinin yaptığı iş için en yüksek mükafat karşılığında ne aldığı değil, onunla ne olduğudur.”

John Ruskin

“Try not to be a man of success, but rather to be a man of value.”

“Bir başarılar adamı değil, değerler adamı olmaya çalış.”

Albert Einstein

“Humanity has every reason to place the proclaimers of high moral standards and values above the discoverers of objective truth. What humanity owes to personalities like Buddha, Moses, and Jesus ranks for me higher than all the achievements of the inquiring constructive mind.”

 “İnsanlık yüksek moral standart ve değerleri tesis edenleri objektif doğruları keşfedenlerin üzerine koymak için her sebebe sahiptir. Insanlığın Buda, Musa ve İsa gibi kişiliklere olan borcu bence sorgulayıcı ve yapıcı akılların başarılarına olan borcundan çok daha yüksek seviyededir.”

Albert Einstein

“I am sent to complete high morality.” “Religion is high morals.”

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”  “Din güzel ahlaktır.”

Hz. Muhammed

“Piety and morality are but the same spirit differently manifested. Piety is religion with its fact toward God; morality is religion with its fact toward the world.”

 “Dindarlık ve etiklik kendini değişik tarzlarda gösteren aynı ruhtan başka birşey değildir. Dindarlık, hakikatı Allah’a dönük olan dindir, etiklik ise hakikatı dünyaya dönük olan dindir.”

Tryon Edwards

“Ethicity is a modern world religion stripped off divinity.”

Etiklik, uluhiyetten arındırılmış bir modern dünya dinidir.

Yunus Çengel

“To ignore evil is to become an accomplice to it.”

“Kötülüğe göz yummak, ona ortak olmaktır.”

Martin Luther king, Jr.

“The world is a dangerous place to live; not because of the people who are evil, but because of the people who don’t do anything about it.”

“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötü olan insanlar yüzünden değil, bu konuda hiçbirşey yapmayan insanlar yüzünden.”

Albert Einstein

“The concern for man and his destiny must always be the chief interest of all technical effort. Never forget it among your diagrams and equations.”

“İnsanlık ve onun kaderine göstereceğiniz hassasiyet, tüm teknik çalışmalarınızda her zaman ilk önceliğiniz olmalıdır. Diyagram ve denklemleriniz arasında bunu asla unutmayın.”

Albert Einstein

“Silence becomes cowardice when occasion demands speaking out the whole truth and acting accordingly.”

“Durum tüm doğruları söylemeyi ve ona göre davranmayı gerektirdiği zaman susmak, alçaklıktır.”

Mohandas Gandhi

“The three hardest tasks in the world are neither physical feats nor intellectual achievements, but moral acts: to return love for hate, to include the excluded, and to say, “I was wrong”.

“Dünyadaki en zor üç iş ne fiziksel beceri ne de entellektüel başarıdır, sadece ahlakî davranışlardır: nefrete sevgiyle karşılık vermek, dışlananları dahil etmek ve ‘hatalıydım’ demek.”

Sydney Harris

KAPANIŞ

Üstün veya büyük insan, insaniyeten gelişmiş ve kalbi nefsine, yani insanlık yanı heveslerine hakim olan insandır. En büyük hazzı almak değil vermektir (ihsan, ikram, cömertlik). İnsanlığı gelişmiş bir insanın başkasına yemek yedirmekten aldığı haz, kendisinin yemek yemekten aldığı hazdan üstündür. Annelerin yüceliğinin arkasındaki bir sır budur.  

Benzer şekilde üstün medeniyet, adaleti aşıp fazileti esas alan medeniyettir. Bu medeniyet, madde değil mana medeniyetidir. Nefis değil kalp medeniyetidir. Adaleti de içeren fazilet (insani değerler) tabanlı medeniyet, dünyada yaygın ve kalıcı haz ve huzuru sağlayacaktır. Zıtlaşmayı, kucaklaşmaya çevirecektir. Bunun gözlemsel delili, tarih boyunca insanlıkta değişim ve gelişimin (yükselme) esas olmasıdır. Akılların gelişip vicdanların uyanmakta olduğu, fıtratların geçici hazlara razı olmayıp daimilerini aradığı bir ortamda insanlar en daimi huzuru ve en ulvi hazları sağlayan faziletten aşağısına razı olmayacaktır. Ve insanlık, gelecekte, zorlama etik değerleri değil cezbedici insani değerleri tartışacaktır. En büyük menfaati de faziletin yani insani değerlerin sağladığını hayretle görecektir. İnsanlık en parlak medeniyeti de o zaman yaşayacaktır.

[1] Tüm tercümeler Yunus Çengel tarafından yapılmıştır.

Prof. Dr. Yunus Çengel

www.ulegder.net

Mana-yı Harfi Eksenli Öğretmen Kılavuzu

Mana-yı Harfi Eksenli Öğretmen Kılavuzu ya da Rehber Kitaplar Hazırlanması

Program değişikliği ile beraber öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, velilerimiz ve diğer ilgili kişiler, ders kitaplarının yanında öğrenci çalışma kitabı ve öğretmen kılavuz kitaplarının ismini duydu. Gerçekten de büyük yenilikler getiren ders öğretim programlarının nasıl işlenmesi gerektiğini anlatan program kitaplarının yanında hazırlanan ders kitaplarının ve öğrenci çalışma kitaplarının nasıl kullanılacağını anlatan öğretmen kılavuz kitapları büyük işe yaradı. Ancak gerçekte varılmak istenen nokta nedir? Daha açık ifadeyle ders öğretim programları, bunlara dayalı hazırlanan ders kitapları, öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları ne oranda bizim duygu ve düşünce dünyamıza hitap etmektedir. Bugün bunlardan sadece öğretmen kılavuz kitapları ile ilgili bazı duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle bütün bilimler ve bu bilimlere dayalı hazırlanan ve okullarda okutulan derslerin hikmet ve hakikat eksenli olması gerektiğini, mana-yı harfi ile konuları ele alması gerektiğini düşünmekteyim. Bundan neyi kastediyorum: Halen televizyonlarda izlediğimiz belgesellerden tutun, bilimsel çalışmalara, üniversitelerde okutulan derslerden; lise, ortaokul, ilkokul hatta okulöncesi düzeydeki derslere kadar materyalist bir anlayışla yani her şeyin tesadüfen veya sebepler yoluyla ortaya çıktığı veya tabiat tarafından ortaya çıkarıldığı gibi hiçbir bilimsel yanı olmayan düşünceler çerçevesinde bilgiler, fikirler ve teoriler verilmektedir. Bunun yerine, her şeyin arka planında varlığını hissettiren, gizli bir güç tarafında kontrol edilen bu kainatın ve bizlerin aslında ne olduğumuz ve niçin burada yer aldığımızı araştırıp ortaya koyan hikmet ve hakikati arayan yani bütün bu olayların ve varlıkların arka planındaki o her şeyi kontrol eden ve dizayn eden sonsuz ilim, sonsuz güç, sonsuz irade, vb. isim ve sıfatlarla da anabileceğimiz yaratıcının varlığını ve birliğini ve özelliklerini arayıp bulmaya çalışan bir bilim dili geliştirilmelidir. Ve derslerimizin öğretim programları ve bunlara bağlı ders kitapları, öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları; bu bilim diline uygun yani mana-yı harfiye uygun yani bilimlerin ve konularının kendisini değil, bilimsel kanun ve kuralları ortaya koyan ve yaratan yaratıcıyı anlatan bir dil kullanarak hazırlanmalıdır.

İlkokul ve ortaokul düzeyinde birçok dersin öğretmen kılavuz kitapları mevcut olmakla birlikte özellikle lise seviyesinde öğretmen kılavuz ya da rehber kitaplara pek rastlanmamaktadır. Bu çerçevede bu alanda büyük bir ihtiyaç göze çarpmaktadır. Buna göre özellikle lise seviyesinde olmak üzere ortaokul ve ilkokul dahil yukarıda da değinildiği gibi mana-yı harfi ekseninde öğretmen kılavuz veya rehber kitaplarının ivedilikle ilgili branşlarda hazırlanmasına girişilmelidir.

Öğretmen kılavuz ya da rehber kitaplarından beklentiler;

Mevcut öğretim programları ve ders kitaplarına göre mana-yı harfi bakışıyla ders işleme yöntemleri üzerine örnek olabilecek somut çalışmalar ortaya konulmasını sağlamalıdır. Bu çerçevede örnek ders işlenişi, kazanımlara dönük etkinlikler, proje, ödev vb. çalışmalar ile ölçme ve değerlendirme alanlarında mana-yı harfi ile nasıl çalışmalar ortaya konulabileceği örnekleriyle gösterilmeye çalışılmalıdır.

Eğitim-öğretim hizmetlerinin daha nitelikli hale getirilmesi, gerçek insan olma yolunda nasıl bir eğitim-öğretim yapılması gerektiği ve bu çerçevede mana-yı harfi nazarıyla nasıl farklı çalışmalar ortaya konulabileceğine değinilerek farklı çalışmaların paylaşılması sağlanmalıdır.

Buna göre ülkemizin değişik bölgelerinde, belki de kuş uçmaz kervan geçmez köşelerinde kendi gayretleriyle bir şeyler yapmaya çabalayan kabiliyetlerin çalışmaları ile akademik olarak veya bir heyet halinde ciddi çalışmalar yapan ancak bunu geniş kitlelere duyuramayanlara bir kapı açarak bu deneyimlerini paylaşmaları ve bunların internet vasıtasıyla da geniş kitlelere ulaştırmaları sağlanmalıdır.

İnsanlığa barış, huzur, kardeşlik getirecek yeni bir medeniyetin tesisinde ve insanların gerçek manada insan olabilmesi için eğitim-öğretim faaliyetlerine düşen vazifede özellikle mana-yı harfi nazarıyla eğitim-öğretim programlarının nasıl olması gerektiği üzerinde bilimsel, akademik çalışmalarla katkıda bulunmaları beklenmektedir.

Buna göre eğitim-öğretim programlarının gözden geçirilmesi ile eksik kalan yerlerin tamamlanması ya da yanlış anlaşılan hususların tadil edilmesi – düzeltilmesi, tüm alanlar ve branşlar bazında olması gerekenler üzerine kafa yorularak somut öneriler geliştirilmesi beklenmektedir.

Meyve Risalesinin Altıncı Mes’elesinde de geçtiği gibi Allah’tan bahsetmeyen yani mana-yı harfi ile ders işlemeyen öğretmenlere karşı ders materyallerinin ve bilimlerin-derslerin kendi dilleriyle mana-yı harfi ile ders işlenmesinin yolunu açmak konusunda katkıda bulunmaları sağlanmalıdır.

Buna göre ders kitabı olsun, kaynak kitap olsun, etkinlik örnekleri veya kitabı olsun, konularla ilgili videolar olsun, deney örnekleri, proje ödevleri, ölçme ve değerlendirme çalışmaları, akıllı tahta uygulamaları vb. olsun mana-yı harfi ile nasıl geliştirilebileceği üzerine somut örnekler verilmesi beklenmektedir.

Yapılacak çalışmalarda Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında geçen ve solunumu, kanın temizlenmesini vd. hususları anlatan haşiye mana-yı harfi ile etkinlik, ders işlenişi, ders kitabı vb. hazırlanmasına örnek olabilir.

Burada hem doğrudan Allah’ın isimleri verilirken aralarda da normal dersleri işlerken kullandığımız dil de yer almaktadır:

“{(Haşiye): Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar. Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki; biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler. Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sâni’-i Hakîm, fenn-i Kimya’da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zâten “Hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. } (Risale-i Nur Külliyatı, Android Cep Versiyonu, Sözler – 593)

Yapılacak çalışmalarda doğrudan Allah’ın isim ve sıfatları kullanılabileceği gibi (yukarıdaki haşiye örneğinde olduğu gibi) aynı çalışmada bire bir Allah’ın isim ve sıfatlarını doğrudan vermeden mana-yı harfi ile yani edilgen bir dil kullanılarak aynı çalışma farklı şekillendirilebilir.

Örneğin; hali hazırda bir ders kitabı ya da öğretim programında geçmesi mümkün olan “Yerçekimi adı verilen tabiat kanunu …” cümlesi,“tabiata konulan kanunlardan birisi olan ve insanların kolay anlaması için adına yerçekimi kanunu dediğimiz kanun …” şeklinde değiştirildiğinde kendi kendine değil birisi tarafından konulduğu manasını gösterdiğinden akla kapı açılmış ama irade elden alınmamış olacaktır.

Bu iki yolla hazırlanan materyaller paylaşıldığında herkes kendine en uygun olanı alıp kullanabilir.

Ortaokul, Lise ve Üniversitelerde okutulan her bir alan için aşağıda yer alan birer rehber hazırlanabilir.

Ortaokullar için;

  • Fen Bilimleri Rehberi (Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Matematik vb.)
  • Sosyal Bilimler Rehberi (Tarih, Coğrafya, Din, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji vb.
  • Dil Bilimleri Rehberi (Türkçe, Arapça, İngilizce, vb.)
  • Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Rehberi (Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet, Siyer, Hadis, Fıkıh, Ahlak vb.)
  • Teknoloji ve Tasarım Rehberi
  • Görsel Sanatlar Rehberi
  • Müzik Rehberi
  • Beden Eğitimi Rehberi

Lise ve Üniversiteler için;

  • Tıp Rehberi
  • Hukuk Rehberi
  • Mühendislik Rehberi
  • Edebiyat Rehberi
  • İlahiyat Rehberi
  • Sanat Rehberi
  • Fizik Rehberi
  • Kimya Rehberi
  • Biyoloji Rehberi
  • Matematik Rehberi
  • Coğrafya Rehberi
  • Tarih Rehberi
  • Felsefe Rehberi
  • Sosyoloji Rehberi
  • Psikoloji Rehberi gibi …

Halen okullarda kullanılan öğretmen kılavuz kitaplarından da yararlanılarak Mana-yı Harfi Nazarı/Bakışıyla her bir ders için öğretim programının nasıl okunması gerektiği, kazanımların nasıl kazandırılacağı, etkinliklerin nasıl yapılması gerektiği, ölçme ve değerlendirmenin nasıl yapılacağı gibi hususların açıklandığı kaynak kılavuz rehber kitapları şeklinde de hazırlanabilir.

Burada yapılması gereken yukarıdaki örnekten yola çıkarak ilgili her branşta uygun her bir konuyu günümüz ders dili ile ancak mana-yı harfi ekseninde ele alarak vermeye çalışmaktır.

Esat Akbal

www.ulegder.net

Ders Kitapları Neden Yeniden Yazılmalı?

Bilindiği üzere halen okutulmakta olan ders kitaplarında varlık alemi bir yaradılış projesi ile değil materyalist bakış açısı ile tanımlanır ve bunun bunun ispatını yapma endişesi ile kaleme alınır. Varlıkların mevcudiyeti tesadüf, tabiat, evrim, gibi sahte fail ve sebeplere bağlanır. Böylece eşya ile Allahu Tealâ arasındaki etkileşim ve nedensellik bağları; zihin ve algıda kesilerek kopartılır.

Örneğin, biyoloji kitaplarında; “Karaciğer 300’den fazla kimyevî reaksiyonu yapar” derken, reaksiyonları yapanın “karaciğer” denilen bir et parçası olduğu ifade edilir. Ağaç elmanın yaratıcısı gibi gösterilir.

Bilim dünyamız idolojinin bilim yerine konulduğu bu hadise karşısında sessizdir. Eğitim dünyamızda hakim olan bu yaklaşım tarzının ne zaman etkisini kaybedeceği sorunsalı ise halen çözelebilmiş değil. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu güne değin bir proje sunmadığı bu konuyu 20. Asrın başından önce ülke gündemine taşıyan Bediüzzaman Said Nursi kendi geliştirdiği özgün projesinin adını Medresetüzzehra olarak belirlemiş ve bir vasiyet haline getirerek dar-ı bekaya irtihal etmişti.

Biz bu makalemizde hala sorgulanamayan Bediüzzaman’ın geliştirdiği projeden hareketle yukarıda dikkat çekmeye çakıştığımız bilimsel görünümlü ideolojik anlayışın perdesini kaldırmaya çalışacağız.

Bazı şeylerin eşit uzaklıkta orta noktası; yani gözlem yapıp, karar verebileceğimiz tarafsız bir orta noktası yoktur. Yani kâinat ve içindekileri ya “Rabbi var(mış)” gibi gözleyip, ifadelendireceğiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun orta noktası; yani deney – gözlemlerimizin objektif ve olgusal ve nötr ifade biçimi yoktur!

“Eşyanın yaratıcısı var(mış)” önvarsayım / hipotezini reddettiği için, mecburen “yaratıcısı yok(muş)” ateist – materyalist – natüralist ve determinist tarafında yer alan Bilim anlayışı ile çoğu hakikatler gizlenmektedir. İnceleme konusu olarak “madde”yi seçen; yani daha başlangıçta amaç ve tanım ve yöntem olarak “ben sadece madde’yi inceleyeceğim” diyen   bilim anlayışı ile çok hakikatler gölgelenmekte ve görünmemektedir.. Varlık ve faâliyetlerin telâffuz ve anlamını tercüme edemeyen,  yada yanlış ve eksik  gören; varlığa tek boyutta bakan bu  anlayışla birçok bilimsel gerçek gizlenmektedir.

Bilimsellik iddiasında bulunan bu anlayış asılsız iddialarını doğru göstermek için; eşyayı ilahi gerçeklikten bağımsız ve kopukmuş gibi anlatır. Başlangıçtaki bu “önvarsayım”, “varsayıma” ve son aşamada da “inanç esası”na döner! Bu inanç esası da,  esasen bilime değil batıl bir yaşam felsefesine dayanır. Kainatın varlık ve işleyişi için ilahi iradeye ihtiyaç olmadığını savunur; bu iki olguyu sebeplere bağlar. Kısaca “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” (indirekt olarakta “agnostik”) inancın avukatlık ve sözcülüğünü yapmaya ve delillerini arayıp, ispatlamaya çalışır.

Yani Materyalist Bilimin “olgusal ve tarafsız bilgi, objektif ve seküler, lâik ifade” dediği şey; eşyayı “Allahu Tealâ yokmuş ve O’ndan bağımsız işleyebilmesi mümkün ve zaten öyleymiş gibi” anlatmak ve bunun ispatına çalışmaktan ibarettir. Mevcut Bilim’in felsefesi budur ve Bilimsel Yöntemi de buna göre şekillenmiştir.

Bu şablon ve bakış açısıyla kurgulanan Bilimsel İfadelerde, sürecin bizzat yapan fail ve öznesi olan Rabbimiz devreden çıkartılmış; sanki olay kendi kendine otomatik işleyen sebep ve mekanizmalarla işliyormuş imajı verilmiştir. Aslında Bilim’in bu ifadelerinde, Rabbimiz yerine “tesadüf, tabiat, içgüdü, madde, enerji, kanun” gibi başka failler atanmıştır. Bu ifadelerde; olaydan etkilenen / edilgen (yani ressamın elindeki fırça gibi bir araç / alet) olan nesne / sebep veya süreç / kanuna; “fail / özne” fonksiyon ve özelliği yüklenmiştir. Böylece Rabbimiz’in “ilim – irade – kudret” gibi özellik ve sıfatları; “Semi’, Basîr, Rezzak, Şafî, Âlim, Cemil” gibi isim – vasıfları; bir takım madde–enerji, sebeplere ve tabiat, tesadüf, kanun gibi vehmî ve soyut kavramlara yüklenmiştir!

Herhangi bir olayı, bu şekilde bir sebep–sonuç paradigmasına oturtarak tasvir etmek, “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantısı yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil, kâinattaki madde–enerji, kanunları temel neden” şeklinde bir çıkarsamayı gündeme getiriyor.  Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur, yerçekimi sebebiyle yere düşecek, doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminal, saklı ve derin mesaj, bilinçdışı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı, telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Günümüzde Türk toplumu, bilimsellik formatından geçmiş gibi kâinat ve hâdiseleri bu gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile verememekte Üstelik Bilim’in ve Bilimsel Yöntemin, bu hâliyle evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna inanmakta

Bilim’in “yaratılıyor” yerine; “oluşuyor, oluşum” gibi nötr ve olgusal görünen ve arkasındaki ilahi gerçekliği göstermeyen her ifadesi; aslında “Allahu Teâlâ yok(muş), varsa bile bu işle ilgisi yok(muş)!” mesaj ve emrini, bilincimizin filtrelerine takılmadan; bilinçaltına kodlar ve bizim önce bakışımız, sonra sözümüz, en sonra da kâlp ve davranışımızı bu komuta göre programlayıp, yönlendirir!…

Nötr ve olgusal ifade ve inanç – değerden bağımsız bir bakış açısı olamaz: Dünya “ya dönüyor veya döndürülüyor”; “arı ya bal yapıyor veya yaptırılıyor”; “ağaç ya meyve yapıyor veya yaptırılıyor”; “insan ya yürüyor veya yürütülüyor!” Ortası, yani üçüncü bir ihtimâl; bakabileceğimiz objektif ve tarafsız bir koordinat / referans noktası yok!

Eğer “ben yürüyorum, yürütülmüyorum” diye bir iddianız varsa; “yürüme” eyleminin olabilmesi için, beyinden – ayak ve kollara kadar hücre hücre hangi reaksiyonları ve biyoelektrikîkimyevî ve fiziksel hâdiseleri nasıl yapabildiğinizi açıklayın! Yürümek eyleminde bizim yaptığımız ancak yürümeyi talep etmek, istemek, niyet etmek, amaçlamaktır.” Bu  irade ve kesbimiz üzerine, tüm fiil, amellerimizi) yaratan Rabbimiz’dir! Birşeyi nasıl yaptığımızı, nasıl gerçekleştiğini bilmiyorsak ve vücudumuzda gerçekleşirken bile şuurumuzla nelerin nasıl olduğunu fark edemiyorsak; “ben yapıyorum, kendimi ben yürütüyorum” iddiası pek anlamlı değil, doğru da değil!

İşte ateist ve materyalist ideolojiye alet edilen  Bilim’in  materyalist – determinist ve natüralist felsefesine göre kurgulanmış sözde bilimsel ifadelerindeki gizli ve derin anlam yüzünden kâinat ve içindeki mevcudat ve hâdiseleri yanlış gören ve okuyan günümüzün hasta insanı; kendisinin halis müslüman ve doğru fikirde olduğunu düşünmekte; eşyadan duyularına gelen mesajları doğru algıladığına ve anladığına inanmaktadır.     Ne yazık ki çoğumuzun imanında az veya çok, bu gizli – açık “şirk kirleri” veya “hakikâti örtme” anlamında küfür bulaşıkları var.

Doğru Cevaplar için Doğru Sorular

Ateist ve materyalist işgal altında kaldığından hakikatın yolunu şaşırtan ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile evham halini alan bilimherşeyi ufalayıp, parçalayarak, indirgeme – analizlerle,  sebep perdesinin ardına ulaşamadan, hipnotik ilüzyon ve safsata noktasında tıkanıyor. Bir an için illizyondan çıkarak – uyanarak, başımızı kaldırdığımızda; sorulması gereken doğru soruyu yanı başımızda buluruz:  “Allah’tan başka hangi fail, hangi sebep, hangi neden, aynı topraktan türlü renk – koku – şekilde ni’metler ve tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Hıfzedici Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı kabukla korur ? Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgârla taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir? Rabbimiz’den başka hangi sebep, dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebekleri önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra het yavrunun özel ihtiyaçlarına göre bileşimi ayarlanan sâfi bir sütle doyurur? Allah’tan başka hangi tesadüf, hangi sebep, ıssız çöl ortası gibi koca boşlukta dönen Dünya’ya her gün tonlarca sütten ırmaklar gönderebilir!?…” Resmin bütününe tevhid / vahdet bakışıyla bakıldığında ve doğru soru sorulduğunda görünen manzara bu. Cevap da açık: evrende hiçbir şeyin tabiat – tesadüf – maddeye atfedilebilmesi imkansızdır

Kısaca özetlemek gerekirse, ateist – materyalist bilim; asıl ilâhın varlığını kabul etmemek için, nazarımıza sunduğu sahte sebep – sonuç, etken ve faillerle, aslında varlığın herbirini ilâhlaştırmakta; yani sadece Rabbimiz’in yapabileceği eserleri ve sadece O’nun olabilecek isim – sıfat, kudret ve özellikleri; diğer varlık ve süreçlere vermekte ve bunun hurafe ve batıl inanç olduğunu  farkedememektedir.

Örneğin; “Kayyum ve Samed” olan Rabbimiz’i inkâr ettikleri ve yoksaydıkları için, kâinatın Kayyum ve Samed ve yaratılmamış olduğunu varsaymakta ve bizim de böyle iman ve ifade etmemizi istemektedirler Ateist Bilim’in ana paradigması budur, bu inançlarını ispat etmeye çalışırlar ve sanki ispat etmiş gibi “oluşum, tesadüf, tabiat, içgüdü” gibi bilimsel ve güya tarafsız, olgusal ve objektif ifadeler kullanırlar!

Varlığın, varoluşsal niteliklerine, işleyiş ve sonuçlarına, Rabbimiz’i sebep olarak kabul etmemelerinin asıl nedeni: “Evren ve içindekilerinin mevcudiyet ve beka için Allahu Teâlâ gibi  bir sebebe gerek ve ihtiyaç olmadığı; eşyanın Allahu Tealâ olmadan da mevcud ve baki olabileceği, Allahu Teâlâ’ya iman etmek için aklî bir neden, bilimsel bir gerekçe ve mantıkî bir zorunluluk olmadığı” inancıdır. Evrenin maddede içkin bir kuvvet / enerjiyle, maddenin kendi zatında olan potansiyel bir özellikle, tabiat kanunlarının dayandığı otomatik mekanizma ve süreçlerle var ve mevcut olduğu zannediliyor.

Elhasıl herşeyin, İlâhî bir ilim – irade ve kudrete ihtiyaç ve zorunluluk olmadan, kendi tabiî özellik ve doğallığı içinde hareket ettiğine;   inanmamız istenmektedir. Bu inancı dinamik ve işler tutmak için de, başka bir inanç olarak; kâinat ve altsistemlerinin “otomatik ve elektronik işleyen bir makina ve matbaa veya bilgisayar”a  benzediği inancına yaslanılmaktadır. Başka bir deyişle, bilimin bir batıl inancı, başka batıl inançlarını   doğurmaktadır. Bu yanlış kâinat kurgu – tasvir ve mecaz / metaforuna göre; örneğin tohum “CD”ye ve toprakta “bilgisayar”a benzetilmektedir. Bu benzetmeye göre, tohumu toprağa atan ve süren insandan başka; şuurlu ve hayattar bir “fail”, bilgi ve irade sahibi bir “usta”; yani ilim – irade – kudret sahibi bir “özne” aramak gereksiz ve saçmadır!…

Çünkü, bilimsel olarak kurgulandığı söylenen evren inancına göre: “Evren, zaman / mekân / süreci tutan ve çalıştıran bir İlâh veya başka bir doğa dışı sebebi göstermemekte olup; madde ve faaliyetleri gene kendi içindeki sebep – sonuçlar, madde – enerjilere bağlanmaktadır. Madde – enerjinin, varlık ve devamında ve süreçlerinin çalışması ve sonuçlarında;  gösterilen sebepler dışında Tanrı gibi bir sebep veya faile ihtiyaç ve zorunluluk yok! Yani kâinattaki bütün bu fiiller, failsiz / öznesiz ve eserler, failsiz / ustasız olabilir ve olmaktadır!”…

Bilimsellik kılıfına geçirilen her ifade, terminoloji ve izahlar, hatta anadil ve diğer kültürel işaretler; kâinatın tasvir ve açıklamasına yönelik bir şema; öğrendiğimiz her yeni bilgiyi içine yerleştirebileceğimiz bir harita; içine dökebileceğimiz bir kalıp verir elimize. Kısaca her ifade, kendi dünya görüş ve inancını bize kodlar; kendi teoloji ve metafiziğini inşa eder…

Ders Kitaplarının Yeniden Yazılması (Bilimin Yeniden İnşası) İhtiyacı

Yeniden Kaleme Alınacak Ders kitapları, “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” inançta olup, bir de bunun ispatına çalışan, üstüne üstlük “objektif ve tarafsız ve inanç / değerden bağımsızız” yalanını söylemeyecek artık. İkiyüzlü davranmayacak ve Allahu Teâlâ’ya nankör ve asi olmayacak! O’nun fiil ve eserlerinin te’lif hakkını yemeyecek; intihâller ve yanlış yere atıflar yapmayacak. O’nun icraat, İlâhî Kanun, Sünnetullah’ını; “tabiat, doğa – fizik kanunu, içgüdü, evrim, tesadüf, uzun zaman, enerji” diye isimlendirip, perdeleyerek ve çağrışımları kapatarak; sebeplere, maddeye dağıtmayacak. O’na çıkan yolları kapatmayacak; madde’yi şeffaflaştırarak, arkasındakini gösterecek.

Hiçbirşeyin kendi kendine ve tabiat, sebeplerle ol(a)madığı ve ol(a)mayacağı için; gördüklerine “oluşma, oluşum, varlık” değil; “yaratma, yaratılmış” diyecek. Yani herşeyi olması gereken yere koyup; ni’mete “ni’met”, rızıka “rızık”, rahmete “rahmet” diyecek! Güya objektif ve tarafsızmış rolü yapıp; kâinattaki mevcudat ve faaliyetleri isimlendirip, tasvir ederken, ateist – materyalist veya agnostik subjektiviteye düşmeyecek!

O hâlde daha başlangıçta, peşin hüküm olarak verilmiş ‘dünyanın yuvarlak (geoid) olduğu’ haber/önbilgisini doğru varsayarak; hipotez – gözlem – delil – deney – ölçme işiyle bu önbilginin delillerinin araştırılması” gibi; Rabbimiz’i de var ve her ân / mekân içi ve dışı aktif ve faâl asıl ve tek sebep ve fail kabul ederek; ders kitaplarının yeni baştan ele alınması ülkemizde acil bir önceliktir.  

Ayhan Küflüoğlu

ULEGDER

Osmanlıca Bilmeyen Bu Coğrafyanın Aydını Olamaz..

Osmanlıca bilmeyenin bu coğrafyanın ruhunu anlaması mümkün değil. Bu iklimde aydın olma iddiasında olan herkesin Osmanlıca bilmesi zarurettir. Zira ruhumuz, özümüz medeniyet kodlarımız, inanç esaslarımız, geleneğimiz, zihniyetimiz kelimelerimizde hayat bulmuş yüzyıllar içinde. Mesela akıl kelimesini dilden çıkarıp sırf öz Türkçe diye us kelimesini kullanırsanız içinde akıl geçen onlarca deyim ve atasözünü de baltalamış olursunuz. Bugün dindar ya da muhafazakâr olmadığı halde Osmanlıca bilmek gerektiğini düşünen birçok aydın var. Bunun yanı sıra Osmanlıcayı Arapça zannedenler de az değil maalesef.

Osmanlıca dediğimiz bir dil değil Türkçenin Arap harfleriyle yazılmış halidir. Dolayısıyla Türkçedir. Osmanlıcanın günümüz Türkçesinden kısmen farklı olmasının üç sebebi vardır.

(I) Dil canlıdır ve zaman içerisinde bir takım değişikliklere uğrar. Bu doğal bir değişimdir.

(II) Cumhuriyet döneminde Batılılaşma devlet politikası haline getirildiği için yaşanan zihniyet değişikliği dile yansımıştır. Bundan dolayı İslam irfanından beslenen Osmanlı Türkçesi ile Batı kültüründen beslenen Cumhuriyet Türkçesi farklılaşmıştır.

(III) Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen dile yönelik sistematik kıyımdan dolayı birçok Türkçeleşmiş Arapça ve Farsça kelime dilimizden atılmış, yerine Türk Dil Kurumu birçok yeni kelime uydurmuştur. Bu da eski(mez) dilimiz ile yeni dilimiz arasında bir uçurum oluşturmuştur. Araya bir de alfabe faktörü girince işler iyice sarpa sarmıştır.

Osmanlı Türkçesi anlaşılmaz değildir. Okuduğunuz metin sade dille yazılmış bir roman ya da bir hikâyeyse metni gayet rahat anlayabilirsiniz. Bir tıp kitabını, felsefî bir eseri anlamanız alanın uzmanı değilseniz mümkün değildir. Aslında bu Osmanlıcayla ilgili bir durum değil. Bugün Latin harfleriyle yazılmış bir tıp kitabını kaçımız anlıyoruz? Ya da kelam ilminin derin meselelerini alanın literatüründen haberi olmayan kaç kişi anlıyor? Dolayısıyla mesele alfabe ya da dil meselesi değil daha çok bilgi, kültür ve uzmanlık meselesidir.

Osmanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesini de katarsak bin seneden fazla konuşulmuş ve yazılmıştır. Dolayısıyla yüzyıldan yüz yıla değişiklikler arz ediyor. Bu da gayet doğal bir durum. Bugün bir genç, ben 16. yüzyılda yazılmış bir şiiri hemencecik anlamak istiyorum derse işe zor tarafından başlamış olur. Hele de 17. yüzyıldaki Sebk-i Hindî şiirini anlayacağım iddiasındaysa işi iyice zorlaştırmış demektir. Zira Sebk-i Hindî şiirini anlamak için Osmanlı Türkçesini bilmek yetmiyor. Felsefe bilmek lazım. Tasavvuftan anlamak lazım. Elbette onu da anlayacağı bir olgunluk dönemi olacaktır. Ya da mezar taşlarını okuma meselesi. Mezar taşlarındaki yazılar sanatlı yazılardır. Dolayısıyla bu taşları okumak bir parça uzmanlık ister. Fakat ortaöğretimdeki bir genç Yahya Kemal’in şiirlerini çok rahat okuyabilir. Ya da Mehmet Akif’i tam olmasa da anlayabilir. Refik Halit’in dili oldukça sadedir mesela. Şu nokta hep gözden kaçıyor nedense. Okur-yazar olmak her şeyin anlaşılacağı anlamına gelmiyor. İlmî derinlik lazım. Kültür lazım. Mesela bugün kaç insan II. Yeni şiirini ya da modern şiiri anlıyor? Hâlbuki Latin harfleriyle yazılıyor bu şiirler. Bir öğrenci metni gayet güzel okuyor; ama mesele anlamaya gelince tıkanıp kalıyor. Demek ki mesele sadece alfabe meselesi değil. Acilen irfanımızı, bilgimizi ve müktesebatımızı artırmamız gerekiyor.

Bugün bir tıp dilinden, hukuk dilinden, şiir dilinden, felsefe dilinden, sosyoloji dilinden, ya da jargondan, argodan bahsedebiliriz. Bu geçmişte de böyle. Osmanlıca dediğiniz kitap bir uzmanlık alanıyla ilgiliyse tabi ki anlaşılması zor olacaktır. Bugün yapılacak iş basit metinlerin hatta günümüz metinlerinin Osmanlı alfabesiyle yazılıp ders kitaplarına konulmasıdır. Öğrencilerin önyargılarının kırılmasıdır. Bu konuda Osmanlı Türkçesi ders kitabı hazırlama komisyonları kurulmalı ve kolaydan zora doğru bir yol izlenerek öğrencilere faydalı olunmalıdır.  

İnsan düşünen bir varlık. Fakat düşünme aslında kelimelerle yapılan bir iş. Yani kelime dağarcığını genişletmeden geniş düşünmeniz neredeyse imkânsız. Basit bir mukayese yapalım. Bin kelime bilen bir insan mı düşüncelerini daha iyi ifade eder; yoksa on bin kelime bilen bir insan mı? Tabi ki eğer sağlıklı bir zihne sahipse on bin kelimeyle daha yoğun düşünür insan. Dil aslında biraz da nüanslara vâkıf olma meselesidir. Kelime dağarcığı genişledikçe nüanslara vukufiyet de artar. Tek araç olmamakla birlikte eğer felsefe yapacaksanız, eğer bilimle, sanatla, şiirle uğraşacaksanız mutlaka dile vâkıf olmanız gerekli.

Öğrencilerimize baktığımızda modernizmin izin verdiği ölçüde bir ilgi var Osmanlıcaya. Mesela facebook’ta Osmanlıca grubu var. Yüz elli binden fazla kişi üye bu gruba. Burada gençler yazılar paylaşıyor. Paylaşılan yazıların bazıları vecize, bazıları şiir, bazıları kısa hikâye, hatta bazıları esprili sözler, karikatürler… Aslında kısır tartışmalarla ömür geçirmiş ihtiyarlar bir parça kenara çekilse gençler yolunu bulacak ama hala bazıları zihnen seksen öncesinde yaşıyor malesef.

Osmanlıcayı Osmanlıdan umacı görmüş gibi korkanlar istemiyor aslında. Batılılaştıkça bütün dertlerimizden kurtulacağımızı sandı yüz yıl önce bazı aydınlar. Fakat köklerinden kopan millet ne tam Batılı oldu ne de tam kendisi. İki arada bir derede kaldık.

Bugün Fransızlara, İngilizlere, Araplara, Farslara kıyasla kendi kültürüne en fazla yabancılaşan maalesef bizleriz. Batılılaşmanın bazı faydaları da olmadı değil. Fakat Batılılaşmada yanlış bir yol izlendi. Dinden, dilden uzaklaşarak her şeyi halledeceğimizi zannettik. Bilakis işler iyice sarpa sardı. 1960’lara kadar Osmanlı kültürüyle yetişen son nesiller de vefat edince meydan kültürsüz, köksüz, okumadan yazmadan, düşünmeden uzak kuşaklara kaldı maalesef. Bugün hangi düşünceden olursa olsun vicdanlı her insan bu gidişattan rahatsız olur.

Bir de bugün yaşadığımız siyasi gerilimlerden dolayı hiç umulmadık savrulmalar yaşıyoruz. Beslendiği tüm metinler Osmanlıca olmasına rağmen bazı aydınların bu gayretlere karşı çıktıklarını görüyoruz ki en çok da bu bizi yaralıyor. Bu açıkça insanın kendini reddetmesi, bindiği dalı kesmesidir. Batıcıların, laiklerin en büyük korkusu yönümüzü Doğu’ya dönmemiz ve Batıdan kopmamızdır. Türkiye artık bu Doğu-Batı kavgasından kurtulmalıdır. Biz ne sadece Doğuluyuz ne de sadece Batılı. Doğu ve Batı arasındaki yolgeçen hanı da değiliz. Şu köprü muhabbeti de bitmeli artık.  Biz dünyanın merkezine otağ kurmuş, para basmış, hutbe okutmuş Ertuğrul’un Osman’ın, Orhan’ın çocuklarıyız. Burası dünyanın merkezi ve önümüzdeki on yıllarda dünyanın güç merkezi tekrar bu bölgeye kayacak. Osmanlı Türkçesi bizi kimliksizlikten, kişiliksizlikten kurtaracak en önemli unsurlardan birisi. Her şeyin anahtarı demiyorum. Ama önemli bir kapı. O kapıyı zorlarsak Cemil Meriçlere, Yahya Kemallere, Şehbenderzâdelere, Ebussuudlara, Bediüzzamanlara, Hacı Bayram-ı Velilere ulaşabiliriz.

Dilin yanında hurafelerden uzak sahih bir din idraki ve imanı, olayların ruhuna nüfuz etmemizi sağlayacak bir düşünce altyapısı, insanı yaşatan bir medeniyet anlayışı,  nezih bir üretim,  Allahlı bilim, tabiat sever sanayi, bilim sever tarım, faizsiz ticaret, hormonsuz hayvancılık, paçozluktan uzak şehircilik izanı gibi yine birçok meselemiz var. Kısaca daha çok işimiz var. İş ahlakından, isyan ahlakına, imanın amel ve ihlâs boyutundan ve en mühim derdimiz olan adam olma meselesine kadar yığınla dert bizleri bekliyor. Osmanlı Türkçesi sadece hayırlı bir başlangıç. Her şey değil.  

Ömer Hatunoğlu

www.ulegder.net

Said Nursi’de Hudûs Delili

4. Eğitim Yayıncılığı Şurası,  23/24 Ağustos 2014, Ankara

Konu: “Said Nursi’de Hudûs Delili

SunanAhmet Aytaç

İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni,

Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığında Program Geliştirme ve Ders Kitabı İnceleme Komisyonlarında çalıştı, halen doktora eğitimine devam etmektedir.

—————————————————————————————

23/24 Ağustos 2014 tarihlerinde Uluslararası Eğitim Gönüllüleri Derneği (ULEGDER) tarafından Ankara’da düzenlenen 4. Eğitim Yayıncılığı Şurasına İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri ÖğretmeniAhmet Aytaç “Said Nursi’de Hudûs Delili ” konulu bir çalışmayla katıldı.

“Hudus; sözlükte ‘sonradan meydana gelmek’ anlamındadır. Terim olarak; bir varlığın, olayın, hatta bütünüyle evrenin sonradan meydana geldiğini ifade eder. Yaratılmış olan şeye hâdis, onun yaratıcısına da muhdis denir. Dolaysıyla,  sadece  yaratıcı kâdimdir, yaratılanlar hadistir.” şeklinde açıklamalar yer aldı.

Hudûs delili ille ilgili Seyrangah TV’de yer alan bir video çalışması ile Ahmet Aytaç’ın çalışmasını istifadelerinize sunuyoruz. 

Haberleştiren:  Esat Akbal

Sunumu İndirmek İçin Lütfen Tıklayınız

SAİD NURSİ’DE HUDÛS DELİLİ

Said Nursi (v.1960), son zamanlarda İslami literatürde ismi çok anılanlar arasındadır. Eserleri elliden fazla dile tercüme edildiği bilinmektedir.  Türkiye de,  Mısırda, Malezya da,  Tunus da, Cezayir de, Ürdün de ve diğer birçok Müslüman ülkelerde Said Nursi adına sempozyumlar düzenlenmektedir. Onun vermek istediği çeşitli konulardaki mesajları, irdelenmekte ve tartışılmaktadır. Bizde onun kelamda hudus delili ile ilgili görüşlerini inceleyeceğiz. Farklı yaklaşımlarının bulunup bulunmadığını tespit etmeye çalışacağız.

Biz bu çalışmamızda, Nursi’ye kadar geçen süre içeresinde hudus delili ile ilgili bazı kelamcıların görüşlerine kısaca değindikten sonra, o’nun Sözler,  Mektubat, Lama’lar, Şualar, Asayı Musa, İşratul İ’caz, Mesneviyi Nuriye, Muhakamat isimli eserlerinden konu ile ilgili görüşlerine yer vereceğiz.

GİRİŞ

Hudus; sözlükte “sonradan meydana gelmek“ anlamındadır. Terim olarak; bir varlığın, olayın, hatta bütünüyle evrenin sonradan meydana geldiğini ifade eder. Yaratılmış olan şeye hâdis, onun yaratıcısına da muhdis denir. Dolaysıyla,  sadece  yaratıcı kâdimdir, yaratılanlar hadistir.[1]

Hudus, kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir.  “…Olur ki Allah bundan sonra yeni bir durum Ortaya çıkarıverir. ”[2] ayetinde meydana getirme fiili kelamcıların kastettiği manada kullanılmıştır. Beş ayette ise aynı kökten türeyen kelimeler “icat etmek, yeniden meydana getirmek “şeklinde hudus terimine yakın anlamlar ifade etmektedir. Hadislerde ise hem sözlük anlamında hem de Allah’a nispet edilmiş olarak yer almakla birlikte[3]  kelam ilminde kullanıldığı şekilde geçmemektedir.

Hudus delili; farklı şekillerde açıklanmıştır. Bazı kelamcılara göre Allah’ın varlığını ispat etmede şöyle bir kıyasla  kullanılmıştır:

             Âlem mütegayyirdir.

Her mütegayyir hâdisdir.

 Her Bir hâdisin bir muhdisi yani mucidi var.

 Öyle ise bu kâinatın kadim bir mûcidi var. O,da vacib-ul vucud olan Allahdır.”[4]

Şöyle bir kıyaslada kullanılmıştır:

 Alem bütün parçalarıyla hadistir.

            Her hadis olanın bir muhdise ihtiyacı vardır.

O halde bu aleminde bir muhdisi vardırki ;

            O da  hadis olmayan vacb-ul vucud olan,Allah Tealadır.[5]

HUDUS DELİLİ İLE İLGİLİ EKOLLERİN GÖRÜŞLERİ

Hudus delilinin format olarak kullanımını ilk önce Ebu Hanife gerçekleştirmiştir. Ona göre, “Âlemde gözlenen sürekli değişim onun bir değiştiricisinin bulunduğunu gösterir.”  [6]ifadesinden çıkarımda bulunulmaktadır. Ancak ; Kelam ilminde bu günkü anlamıyla ilk defa Mu’tezile kelamcıları tarafından kullanılmış, geliştirilmiş ve mantıki bir formata kavuşturulmuştur [i][7]

 Eş‘ari, hudus delilini şöyle açıklar;  O, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık evrelerini yaşayan insanın yeniden gençlik çağına dönemeyeceğini hatırlatarak kişiye hakim olan ve onu halden hale çeviren bir yapıcı ve yöneticinin mevcut olduğu sonucuna varır. [8]

Ehl-i Sünnet kelamcılar içinde hudus delilini ilk defa ayrıntılı biçimde ve derin bir vukufla açıklayan Matürididir. Ona göre hudus; haber, duyu ve istidlal şeklindeki bilgi vasıtalarının her üçüyle de sabittir.

 a) Matüridi’nin burada haberden maksadı, Kur’an-ı Kerim’de varlıkların Allah tarafından yaratılmış olmasına dikkatlerin çekilmesidir.[9]

b) Matüridi duyulara dayanan hudus delilini birkaç şekilde anlatır. Bunlardan biri cisimlerde gözlenen ihtiyaç gerçeğidir.  Mesela, tabiatta hiçbir şey kendisinin veya türünün başlangıcını bilmemektedir. Bünyesinde meydana gelen bozulmaları onaramamaktadır. Bu da onu başka bir bilgi ve güç sahibine muhtaç kılmaktadır.[10] O da hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin  Ona muhtaç olduğu Allah Teâlâ’dır[11].

c) Cisimler ya hareket veya sükun halinde bulunduğuna göre bir cismin toplam zamanının hareket ve sükuna bölünmesi gerekir. Bölünebilen şey ise sonlu olur. Ayrıca hareketle sükûn ezelde bir arada bulunamayacağına göre bunlardan biri mutlaka hadis olmalıdır.[12]Tasarruf yoluyla meydana gelen eserler zaruri olarak müessirlerinden sonra vücut bulduğuna göre aynı prensibin kainatın tamamında da hakim olması ve dolayısıyla kainatın hadis kabul edilmesi gerekir. [13]

Kadı Abdül Cebbar ise, eserlerinde hudüs delilini “cisimler yöntemi” ve “arazlar yöntemi” olmak üzere ikiye ayırmakta ve bunlardan birincisinin tercih edilebileceğini söylemektedir. Çünkü cisimler duyularla algılandığı için onlar hakkında daha kolay hüküm verilebilir. Ayrıca cisimlerin hudusu Allah’ın birliği için de önemli bir delil teşkil eder. Cisimlerin hudusuna dayanarak Allah’ın varlığını ispat etmek üzere bir bölüm açmıştır ve daha sonra gelen kelamcılara zengin bir miras bırakmıştır. [14]

Bakılanı ise, her yazının bir yazıcısı ve her binanın bir yapıcısının olacağı, tabiattaki varlık ve olayların değişken olduğu, kendi başına hayattan, şuur ve kudretten yoksun bulunan tabiatın bu fonksiyonları icra edemeyeceğini belirtir.[15]

Makdisi de hudus deliline geniş yer vermiştir. Makdisiye göre, kendi varlığının son bulacağını bilen, fizyolojik varlığında meydana gelen değişiklikleri gören ve bir gün yok olup gideceğinden şüphe etmeyen insanın,  kâinatın kıdemini ileri sürmesi yadırganacak bir durumdur. Gazali ise cisim ve arazların mevcudiyetini, arazları hadis oluşunu ve her hadisin bir yaratıcısını bulunuşunu zaruri bilgi çerçevesinde görmektedir. [16]

.  Nesefi ise de önceki müelliflerin yöntemine uyarak hudusu arazların yaratılmışlığına dayandırmakta, cevherlerin de arazlardan ayrı olamayacağını kanıtlamak suretiyle delilini tamamlamaya çalışmaktadır. Müellifin bu delilin tümevarım  yöntemine dayandığını, zira yer yer gözlem yöntemi de kullanılarak tek tek arazların yani cüz’ilerin bilinmesi yoluyla alemin yaratılmışlığı sonucuna ulaşıldığını belirtmesi önemli bir tespittir.  Nesefi, bu delilin kesin bilgi ifade etme ve karşı görüşleri çürütme noktasından burhan yöntemine benzediğini söyler [17]

Filozoflardan el-Kindi de hudus delilini kullanmıştır. O’nun görüşü, tenahi-i alem, alemin sonluluğu prensibine dayanır. Ona göre alemde üç şey vardır: Toplanma, büyüme küçülme, ayrılma. Bunların hepsi de cisimlerin sonlu olduğunu gösterir. Fiilen mevcut bulunan hiçbir cismin nihayetsiz olamayacağını söyler. Çünkü bu cisimden bir parça koparıldığında parça ile cismin kütlesi arasında hacim farklılığı, dolayısıyla sınırlılık kaçınılmaz olur. Sınırlı ve sonlu olan bir şeyin ezeliligi mümkün olmadığına varlık da sınırlı cisimlerden oluştuğuna göre alem ezeli değil sonradan yaratılmıştır..[18]

Fahreddin er-Razi, hudus kavramını zaman ve zat bakımından olmak üzere ikiye ayırır. Zamanı,”Önceden yokken sonradan vücut bulma” diye tanımlar. Zat hudusu ise “bir şeyin varlığının kendisinden olmayıp başkasına bağlı bulunmas ı” şeklinde tanımlar.[19]

 İzmirli İsmail Hakkı “Delil-i Hudus” başlığı altında daha önce söylenenleri tekrar etmiştir. Yinede kendi çağına gelinceye kadar kelamcıların görüşlerini paylaşması, konu hakkında detaylı bilgi vermesi; çeşitli şekilde kullanıldığını, filozofların görüşlerini, yapılan eleştirileri ve eleştirilere verilen cevapları, ortaya koyması açışından önemli sayılabilir.[20]

Kaynak: http://www.ulegder.org/HD257_hudus-delili—ahmet-aytac.html


[1] Lisanü’L-‘Arab, “hudus” md., Dağarcık,Arapça, Türkce sözlük,s,153,Dağarcık Yayınları, 1995, İst,el-Mucemül vasits,159,Çağrı Yayınları,1990,ist,Dini İlmi Felsefi  Yeni Ansiklopedi,Hudus mad.timaş yayınları,1991,İst,  Prof.Dr. Şerafettin gölcük, Prof.Dr. Süleyman Toprak, kelam, s,161

[2] Talak,66/1

[3] wensiçk, el-Mucem, “hds” maddesi

[4] Seyyid Şerif Curcani , Şerh-ul Mevakıf,s,5-7,Matbaayı Amirane, 1239,ist, İmamı Ebu Yusuf Muhammed Pezdevi,Ehli sünnet Kelamı,ter,doç.dr. Şerafettin Gölcük, s,21-24,Kayıhan Yayınları,1980,ist, Said Nursi, sözler, rnk, neşriyat, 2011, ist. Ömer Nasuhi Bilmen,Muvazzah İlmi Kelam, s,7,Bilmen  Yayınları,1972,ist,

[5] Gölcük- Toprak kelam, s,161

[6] DİA,403

[7]Gölcük, Toprak, kelam, s,130, Topaloğlu, S. 69.

[8] DİA,405.

[9] Te’ vilat- ul kuran, vr. 33b, Kitabü’t-Tevhid s. 11

[10]  Kitabü’t-Tevhid s. 12

[11] İhlas,112/2

[12]  a.g.e., s.ıı-12

[13] a.g.e., s. ı 5

[14] Şerh-ul Usul-u Hamse,s,94

[15]  et-Temhld, s. I 8-2 4

[16] DİA, hds,mad.304-308

[17] Tebşıratü’l-edille,I, 72)

[18]Gölcük, Toprak, kelam, s,172, Topaloğlu s,80-83 53

[19]Bkn:İslam düşüncesinin dönüşüm çağında Fahrettin er-Razi,editör,Ömer Türker,Osman Demir,İsam Yayınları2013,İst.S,460-484

[20] Yeni ilm-i Kelam, 324-327)