Etiket arşivi: ümit şimşek

İmanlar Çizilmesin

Yıllarca her gün İstanbul trafiğine çıkıp da arabasını çizdirmemek bugüne kadar kaç kişiye nasip olmuş bir ayrıcalıktır, bilemem. Fakat ondan çok daha zor olan birşeyi biliyorum:

Bugünün toplumu içinde bir hayat yaşayıp da imanını “çizdirmemek”…

Problemi daha da ağırlaştıran, imanımızın hasar gördüğünü çoğu zaman fark etmeyişimizdir. Arabasının boyasındaki ufacık bir çizik için hemen pasta-cilâ yaptırmaya koşan nicelerimiz var ki, ebedî hayatının yegâne sermayesi olan imanları hergün bir taraftan darbe yediği halde, bunu problem olarak dahi algılamıyor.

Buna karşılık, memlekette tek bir kişinin imanını sağlam bırakmamaya azmetmiş olan bir kısım mihraklar, hergün yeni bir kılığa bürünen tuzakları yolumuzun üzerine yerleştirmeye  devam ediyorlar.

***

Balkonuna bir kuşun yuva yaptığını sosyal medyada duyuran bir vatandaşın notuna, bir başkası “Ne mutlu size, bu iş için doğa sizi seçmiş” diye cevap veriyor! Bu cümleye imza atan bir kimsenin Müslümanlığına şahitlik edebilir misiniz?

Daha önce de, hatırlanacağı gibi, Müslüman memleketinde doğaya şükürler sunan bir ilânla malını satan firma, karşılaştığı onca tepkilere rağmen geri adım atmamış; yıllarca aynı duyuruyla ürününü satmaya devam etmişti. Belli ki bilerek bu işi yapıyor ve sonuç da alıyordu. Peki, bu ürünü bu kepazeliğe rağmen birkaç dakikalık menhus bir damak zevkinin hatırı için satın almaya devam edenler neyin sponsorluğunu yaptıklarını biliyorlar mı? Yahut, daha da kötüsü, bilmek istiyorlar mı?

Münhasıran Yer ve Gökler Rabbine ait olan şükrün mercii olarak doğa’nın gösterilmesi neredeyse yadırganmaz oldu. Artık “doğaya şükür” gibi sözler, birbirinden örnek alan insanların dilinde fütursuzca dolaşabiliyor. Şimdi ise, bunun bir adım ötesine geçilmiş, duaların mercii olarak da “evren” gösteriliyor. Eriştiği nimetler için şükran duygularını doğa’ya sunanlar, erişmek istedikleri nimetler için de evrene yöneliyor, dileklerini ona sunuyorlar. Ve, Allah’ın dualara cevap vereceğinden emin olan kullar gibi, onlar da evrene sundukları duaların mutlaka kendilerine kabul edilmiş olarak geri döneceğine dair bir tür “iman” besliyorlar.

***

“Bir ateistin en talihsiz ânı, şükretmek isteyip de şükredilecek birisini bulamadığı andır” diyor Dante Gabriel Rossetti. Doğayı, evreni karşılarına alıp onlara şükür ve dileklerini sunmak, onları bir nebze olsun rahatlatıyor olmalı. Toplum içinde alenen Allah’a şükretmekten ve Ona niyazda bulunmaktan sıkılanlar da belki bunu bir çıkış yolu olarak görüyorlardır, kimbilir?

Ne yazık ki, bu niyaz ve şükürler sadece belirli kişilerin şahsî tercihleri olmakla kalmıyor, medyada sistemli bir şekilde işlenerek toplum içinde yaygınlaştırılıyor. Bu konuda en önemli rolü de dizilerin üstlenmiş olduğunu anlıyoruz.  Bir dostumuz, “Şimdi evrene dua edelim” şeklindeki bir ifadeyi son zamanlarda en az dört beş defa muhtelif dizilerde işittiğini söyledi. Bu durum, evrenperestlik gibi bir itikadı halk arasında yaymak hususunda televizyon dizilerinin bir misyon üstlenmiş olduğunu göstermiyor mu?

***

Kurt gövdenin içinde ilerliyor, fakat bu bize bir rahatsızlık vermiyor. Çünkü tehlikeyi vaktiyle fark edip de ondan korunma yollarını araştırmış değiliz. Hoş, fark etsek de fazla birşey değişecek değildi. Tiryakisi olduğumuz bir diziyi veya zıkkımlanmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz bir içeceği gözden çıkarmak, imanımızı tehlikeye atmaktan daha ürkütücü geliyor bize. Birileri de bizim bu zaafımızı çok iyi bildiği için, bizi yoldan çıkaracak ifadeleri ustalıkla beynimize çakıyor.

Evvelâ biz bu sözleri işite işite yadırgamaz oluyoruz. Daha sonra aynı sözler yavaş yavaş bizim lisanımıza da bulaşıyor. Bu safhaya geldiğimizde zaten hassasiyetlerimiz bütünüyle devre dışı bırakılmış olduğu için, işittiklerimiz veya söylediklerimiz, bizde herhangi bir alarmı tetiklemiyor. Derken, bir de bakmışsınız, o menhus sözler sıradan insanların konuşma ve yazışmalarında boy göstermeye başlamış bile!

Oysa dilde hafif, cezada çok ağır nice sözler var ki, hiç düşünülmeksizin ağızdan çıkar, sonra da sahibi için ebedî bir pişmanlık sebebi olur. Bunların başında imanı “çizdiren” sözlerin geldiğinde hiç şüphe yoktur. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını açıkça ilân ettiği gibi (Nisâ, 4:48, 116), ebedî hayatın güvenliğini de “imanına şirk bulaştırmama” şartına bağlamıştır (En’âm, 6:82).

Bu kadarı, imanı çizdirmemeyi hayatın en önemli becerisi olarak görmek için yetmez mi?

ÜMİT ŞİMŞEK

Hayret

Güçlü bir imanı elde etmek isteyenler için, hayret duygusuyla yeniden tanışıp kâinat ile tekrar bağlantı kurmaktan daha kestirme ve etkili bir yol yoktur.

Kâinattan uzak düşmenin en ağır bedelini “hayret” cephesinde ödüyoruz. Modern hayat bu duygumuzu tamamen yok etmese de başka hedeflere yöneltmiş, varlığı ile yokluğu arasında ciddî bir fark bırakmamıştır. Bugünün insanına “Bütün benliğinizin tarifsiz bir hayret hissiyle dolduğu en son ânı hatırlıyor musunuz?” diye soracak olsanız, olumlu bir cevap alma ihtimaliniz yok denecek kadar düşüktür.

Bu mahrumiyeti küçümsemeyin. Hayret, insanın en “insanî” bir yeteneği ve onu Rabbine ulaştıran en önemli bir vesiledir. Hayret etmeyi unutan kişinin bu dünyada niçin bulunduğunu hatırlaması için de sebep yoktur. Zira göklerin ve yerin güzellikleri, bütün bunları yaratanın “hayret verici gizli kemâlâtını göstermek üzere” [1] düzenlenmiştir ve insandan, “hayret içinde bir marifet ile mukabele” [2] ister. Eğer bu kâinat bir kitap olarak yazılmışsa, insana düşen şey, “mevcudat sayfalarını, arz ve semâ yapraklarını mütalâa ile hayretkârâne bir tefekkürdür”; eğer bir mescid olarak düzenlenmişse, ondan beklenen bir “hayret ve muhabbet secdesidir.” [3] Onun içindir ki, insan, hayret duygusunu, en olgun anlamda ve en yoğun şekilde, Rabbinin eserleri karşısında tadar. Tabiatla baş başa, göklerin ve yerin güzellikleriyle kuşatılmış bir halde iken insanı kaplayan bir hayret duygusundan daha fasih, daha belâgatli bir lisanla ona Rabbini hatırlatacak hangi şey vardır?

Gelin, görün ki, çağdaş hayatın meşgaleleri, insanın kâinatla doğrudan bağlantı kurmasına kolay kolay izin vermez. Tek bir bakışla insanı hayretten hayrete düşürecek ışıl ışıl bir semâyı şehir ışıkları saklar. Etrafımızda gündoğumu, dolunay, gökkuşağı, baharın gelişi, kırlangıçların dönüşü, bir kelebek, bir çiçek, bir yağmur damlası gibi ne kadar hayret vesilesi olabilecek şey varsa, modern hayatın da onları bize hissettirmemek üzere ürettiği bir o kadar parazit vardır. Dört bir yandan böyle parazitlerle sağırlaşmış ve kâinata doğru adım atabileceği her yer mayınlanmış bir haldeki modern insanın hayret duygusundan payı, artık gazete manşetleri ve televizyon dedikoduları karşısındaki şaşkınlıklardan ibaret kalmıştır. Biçare insan, bu şaşkınlıklar içinde, eğlenceden eğlenceye koşarak “yaşama sevincini” tatmaya çalışır. Oysa o sevinç, şaşkınlığın değil, hayretin olduğu yerde aranacak ve kâinatın bütün varlıklarıyla paylaşılarak yaşanacak bir sevinçtir. “Sen hayrete düştün; onlar ise eğleniyorlar” [4] âyeti, iki bakış açısı arasındaki farkı pek keskin bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde, insana “kâinat ağacının meyvesi” olarak atıfta bulunur. Maalesef bugünün insanı dalından koparılmış bir meyveye benziyor. Oysa o meyve ağaçla beraber var olan, ağaçtan beslenen ve ağaçtan kuvvet alan bir meyvedir. İnsan, bütün güzel isimlerin müsemmâsı olan Rabbinin büyüklüğünü de, Ona mensup olmanın hazzını da, en güzel şekilde, Onun sanatıyla süslenmiş kâinat tablolarının içinde hisseder ki, kendisi de zaten o tablonun bir parçası ve en güzel bir nakşıdır. Kalabalıklar içinde kendisini yalnızlığa mahkûm hisseden insan, gerçekte hiç de yalnız olmadığını, Rabbinin eserleriyle baş başa kaldığı tenha tabiat köşelerinde anlayabilir. Önünde kâinatın güzelliklerini, arkasında bütün bir kâinatın dostluğunu bulan insanın gözünde, bir küçük gezegenin fâni boğuşmaları ne değer taşır? Bu küçücük gezegenin küçücük firavunları onu ne kadar korkutur?

Güçlü bir imanı elde etmek isteyenler için, kâinat ile tekrar bağlantı kurmaktan daha kestirme ve etkili bir yol yoktur. Bunu “tekrar yaratılışa dönmek” şeklinde de tanımlayabiliriz. Baharın olduğu kadar sonbaharın coştuğu günler de yılların biriktirdiği külleri silkelemek için bize en güzel fırsatları sunuyor. Bu fırsatları yakalayabilmek için belki de en etkili çare, kendi yaratılışımıza, yani çocukluğumuza dönmektir:

Hayret yeteneği körelmemiş olan ve bir kuş ötüşü, bir örümceğin ağ örüşü gibi “basit” olaylar karşısında heyecanlanabilen bir çocuğun her ânı keşiflerle dolu dünyası bizi bekliyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Onuncu Söz.

[2] On Birinci Söz.

[3] Yirmi Üçüncü Söz.

[4] Sâffât Sûresi, 12.

Doğrularla Beraber Olmak

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”
Tevbe sûresi, 9:119

İslâmın bütün ilkeleri, onun toplum halinde yaşanacak bir din olduğunu gösteren ilkelerdir. Bu âyet-i kerime de, aynı şekilde, açıkça gösteriyor ki, bu din, bireysel olarak yaşanmakla yetinilecek bir din değildir.

Kur’ân’ın bütün emirleri ve Kur’ân’ı getirenin bütün hayatı, bizim için dosdoğru bir mü’min modeli ortaya koymaktadır. Bu âyet ise, böyle bir hayat modelini tek başına değil, toplum halinde yaşamamız gerektiğini, yahut ancak böyle yaşayabileceğimizi bildiriyor.

Âyet “Doğrularla beraber olun” buyurmuş, ancak doğruluğun hangi alanda aranması gerektiği konusunda bir tahsis yapmamıştır. Bundan da, tüm hayat alanlarını kaplayan bir doğruluk kavramının kastedildiği anlaşılmaktadır. “Kimdir âyetin kastettiği doğrular?” diye sorulacak olursa, buna şöyle bir cevap verilebilir:

Sözünde, niyetlerinde, amaçlarında, ideallerinde, kararlarında, ahitlerinde, çalışmasında, ticaretinde, hizmetinde, davranışında, muamelesinde, imanında, ibadetinde, amelinde, özetle, tüm hayatında içiyle, dışıyla doğru ve dürüst olanlar.

Bunun aksini düşünmek de zaten imkânsızdır. Meselâ bir insanın sözünde veya fiillerinden herhangi birinde doğrudan uzaklaştığını gördüğünüz zaman, onun niyetinin veya ibadetinin doğru olması ne kadar değer taşıyabilir? Hangi kılıkta ve hangi amaçla ortaya çıkarsa çıksın, yalan öyle bir necasettir ki, damlasının düştüğü yerde artık taharet aranmaz.

İmana yakışan şey doğruluktur. Doğruluğa yakışan şey de, doğrularla beraber olmaktır. Böylelikle kişi hem doğrulara destek verir, hem de onlardan destek alır.

Bunun da tersini düşünmek mümkün değildir. Özüyle, sözüyle doğru olan bir kişi, doğruluğunu korumak şartıyla, doğru olmayanlar arasında ne kadar barınabilir? Şu veya bu mülâhaza ile onlarla birlikte bulunmanın bizzat kendisi, bir yalan davranıştır ki, daha o dakikadan itibaren kişiyi doğruluktan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü ait olmadığı ve yakışmadığı yerde bulunmakla fiilen bir yalan söylemiştir. Sonunda ya bu yalandan vazgeçerek doğrularla birlikte olmak, ya da doğruluktan vazgeçerek yalancılarla birlikte olmaya devam etmek gibi bir tercih, onun kaçınılmaz âkıbetidir.

Âyet-i kerimenin dikkat çekici bir yönü de, bu emri iman edenlere “Allah’tan korkun” uyarısıyla birlikte vermiş olmasıdır.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Bir defa bu, iman edenlere bir hitaptır ve imanlarının gereği olan şeyi bildirmektedir:

Eğer imanınız varsa, bulunacağınız yer, doğruların yanıdır.

Muhalif şıkkıyla ele alacak olursak:

Doğruların yanında değilseniz, imanınız nereden belli olacak?

İkinci olarak da, bu emir, Allah korkusu ile vurgulanmıştır:

Eğer Allah’tan korkuyorsanız, doğrularla beraber olursunuz.

Bunun da muhalif anlamı:

Eğer doğrularla beraber değilseniz, Allah’tan korkunuz yok demektir.

İşte manzara bu kadar açık ve nettir.

Bu manzarada bir mü’minin duracağı yer de son derece açık ve nettir.

Net olmayan birşey varsa, o da, âhirzamanda İslâm toplumlarının halidir. İşte burada yalan ile doğrunun birbirine karıştığını, iman ehlinin ve hattâ hizmet ehlinin doğruluk konusundaki duyarlılıklarında büyük bir aşınma yaşandığını görüyoruz. Bu noktada, âyetin şiddetli uyarısını dikkate almak, özellikle de bu âyetin münafıklardan söz eden âyetler içinde yer aldığını hatırlamak, hayatî bir önem kazanmış bulunuyor. Çünkü âyet, bir yandan doğrularla birlikte olmayı emrederken, aynı zamanda da münafıklardan uzak bulunma konusunda da ciddî bir uyarı içermektedir.

Sonuç olarak, bu dünyada bir fotoğraf çekimi için bulunduğumuzu unutmamalı ve kimlerle aynı kare içinde resim verdiğimize dikkat etmeliyiz. Çünkü doğrulara doğruluklarının fayda verdiği günde bu fotoğraflar delil olarak kullanılacaktır.

ÜMİT ŞİMŞEK

Peygamberi Örnek Alabilmek

“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın Elçisinde size güzel bir örnek vardır.”
Ahzâb Sûresi, 33:21

Peygamber ahlâkını her konuda hiç tereddütsüz uyulacak rehber olarak gösteren âyet-i kerime, aynı zamanda, öyle bir rehberden kimlerin yararlanabileceğini de bildiriyor; o benzersiz insanı kendisine nümune olarak alacak kimselerde bulunması gereken şartları bildiriyor.

Allah’ın Elçisindeki örnek, bütün zamanlar, bütün toplumlar ve bütün insanlar için geçerli bir örnektir. Kur’ân nasıl bütün zamanlara ve bütün toplumlara hitap eden bir kitap olarak gönderilmişse, onu getiren Elçi de, getirdiği kitabın tüm muhataplarına rehber olarak gönderilmiştir. Kur’ân’da bütün zamanların bütün ihtiyaçlarına cevap bulunduğu gibi, Peygamberin ahlâkında da bütün zamanların her  türlü şartlarında tereddütsüz örnek alınacak modeller vardır. İlâhî kader, bu dünya üzerinde o Peygambere öyle bir ömür takdir etmiştir ki, başına gelen herşey, yaşadığı acı ve tatlı her hadise, karşılaştığı her problem, attığı her adım, ağzından çıkan her söz, en ince ayrıntısına kadar, bu dünyadan gelip geçecek herkes için geçerli olacak kapsamlı bir hayat modelinin bir parçasını teşkil etmiştir. Başka bir deyişle, onun hayatı, tüm insanlığa hitap eden bir İlâhî senaryo olarak yazılmış ve uygulanmıştır.

Bu senaryonun bir tarafında Arap toplumu vardır. Onlar, yüzyıllar boyunca İslâmın gelişi için hazırlanmış, edebiyatın en üstün eserleriyle dilleri yoğurulmuş, hafızaları güçlendirilmiş, başka din ve kitaplarla ilgileri kesilerek bembeyaz bir sayfa halinde Kur’ân’ı karşılayabilecek bir hale getirilmişlerdir.

Kur’ân, bu senaryonun öngördüğü yer ve zamanda inmiş, indiği yerde kendisini almaya hazır bir topluluk bulmuştur.

Ve yine aynı senaryonun öngördüğü şekilde, İlâhî kader, Kur’ân ile beraber, bir de canlı rehber göndermiştir. O, indirilen kitabın yaşayan bir versiyonu olarak bir ömür sürmüş, hayatının her ânında, tüm insanlığa getirdiği kitaptan canlı bir ders sunmuştur.

İşte Peygamber ahlâkı, ezelî kader tarafından yazılmış böyle kapsamlı bir senaryonun ürünü olan bir mucizedir.

Bu mucize, onun dâvâsını ispat eden en büyük delildir. İşte bunda da Müslümanlar için bir örnek vardır. İnanan ve insanları inandığı dâvâya çağıran kimseler, en sağlam delillerini, yaşayışlarıyla göstermelidirler. Ve bu yaşayış, hayatlarının tüm aşamalarını içeren, en ince ayrıntılarında bile güzelliklerini gösteren bir yaşayış olmalıdır. Şunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir: Ayrıntılarda hatırlanmayan ilkeler, büyük meselelerde hiç hatırlanmaz. Eğer Peygamber ahlâkının eseri günlük hayatın küçük meselelerinde ihmal edilir de, meselâ bir komşuya veya yoldan geçen bir kimseye ezâ verecek bir davranıştan bizi alıkoymazsa, başka hangi büyük meselede hatıra gelecek ve bize faziletli bir hayat yaşatacaktır?

En vahim bir durum ise, böyle “küçük” ihmallerin, İslâma hizmet gibi büyük idealler uğrunda yaşanması, küçük görülen hakların büyük dâvâlar uğruna feda edilmesidir. İslâm toplumları ve toplulukları olarak bugünkü dökülüşümüzün en önemli sebeplerinden biri bu değil midir?

Peygamber ahlâkını bize izlenecek örnek olarak gösteren bu âyet, aslında, içine düştüğümüz bütün sıkıntılardan bizi kurtaracak ve her konuda bizi başarıya ulaştıracak formülü de sunuyor. Ancak bu âyetten böyle bir dersi alabilecek kimselerde bulunması gereken bazı şartlar da var ki, âyet bunları da iki madde halinde sıralıyor:

– Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı ummak.

– Allah’ı çok anmak.

Bu şartlar, problemin çözüm yolunu da gösteriyor. Eğer Peygamber ahlâkını bir nümune olarak alıp izlemek zor geliyorsa, bunun nedeni, dünya hayatının büyüsüne kendimizi kaptırmamız ve âyette sayılan bu iki şartla ilgili ihmallerimizden başka birşey değildir.

ÜMİT ŞİMŞEK

Risale-i Nur talebelerinin en çetin imtihan alanı: Siyaset (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-18)

Her zaman her yerde olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinde de sürekli ihtilâf sebebi olmuş bir şey varsa o da siyasettir. Bu ise gerçekten şaşılacak bir muammâdır. Çünkü siyaset Risale-i Nur cemaatlerinin yapısına da, gayesine de, faaliyet sahasına da tamamen ters düşen bir unsur olduğu gibi, bu büyük topluluğun siyasetten hiçbir zaman bir kazanç sağladığı görülmemiş, bilâkis cemaat tarihindeki ihtilâf ve bölünmelerin en büyük sebebini siyaset teşkil etmiştir. Buna rağmen cemaatin siyasete olan ilgisinde bugüne kadar bir azalma görülmüş değildir.

Bir iman hizmeti olarak ele alındığında Risale-i Nur hareketinin siyasetle bir arada barınamayacağını görmek zor değildir. Çünkü siyaset âlemi birbirine üstün gelmek için çalışan tarafların mücadele alanıdır. Bu alana giren hiçbir hareket bütün tarafların birden sempatisini üzerinde toplayamaz; hangi tarafa meylettiyse onun dışında kalanları karşısına almak zorundadır. İman ise, hangi kesime mensup olursa olsun, herkesin ortak değeridir ve iman hizmetinin hiçbir ayırım yapmaksızın ve üzerine hiçbir gölge düşürmeksizin herkese tam bir eşitlik içinde sunulması gerekir. Onun için, üzerine siyasetin gölgesi düşmüş bir hareket, kendisini ne şekilde adlandırırsa adlandırsın, artık iman hizmeti kimliğinden soyunmuş demektir. Risale-i Nur cemaatlerinin siyasete yaklaştığı oranda geniş halk kitlelerinin sempatisini kaybetmekte oluşu işte bu sebeptendir.

Aslında bu gerçeği dile getiren açık ifadeler Risale-i Nur Külliyatının birçok yerinde mevcuttur ve her Nur talebesi de bunları ezbere bilir. Hepsi bir yana dursun, sadece şu iki kısa pasaj dahi konuyu bütün açıklığıyla netleştirmeye ve her Nur talebesini ciddî bir nefis muhasebesine sevk etmeye kâfi gelmelidir:

İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost, düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.[1]

Nur şakirtleri hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır.[2]

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur hizmetini her türlü siyaset gölgesinden uzak tutmaktaki hassasiyetini gösteren en canlı delillerden biri de, İslâm âlemine gönderdiği Risalelerin sınırdan geri çevrilmesi üzerine yazdığı mektuptur. Bu mektupta Bediüzzaman Risalelerin yerine ulaşmamasını hayra yoruyor ve “[Böyle olmasaydı] inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti”[3] diyordu. Oysa ittihad-ı İslâm, siyasetin en yüksek gayesini teşkil ediyordu ve Bediüzzaman bu gayenin gerçekleşmesini “bu zamanın en büyük farz vazifesi”[4] olarak niteliyordu. Aynı Bediüzzaman, böylesine yüce bir hedefe dönük siyasî faaliyetlere dahi şu veya bu şekilde karışmanın yahut karışmış görünmenin, dünyayı saran müthiş yangının alevlerinden birkaç kişinin olsun imanını kurtarabilmek için çabalayan bu hizmetin insanları için bir problem teşkil edeceğini görmüş, onun için bu tür hizmetleri İslâm âleminin diğer cemaatlerine bırakıp dört elle iman hizmetine sarılmak ve Risale-i Nur’un iman hizmeti üzerine hiçbir gölge düşürmemek gerektiğini hatırlatmak lüzumunu hissetmiştir.

Diğer taraftan, Bediüzzaman’ın sadece 1957 seçimlerinde oy kullandığı ve tercihini Demokrat Parti yönünde yaptığı da bir başka gerçek olarak karşımızda duruyor. Buna karşılık, 1946, 1950 ve 1954 seçimlerinde oy kullandığına dair hiçbir bilgi yoktur ve bu da açıkça gösterir ki, bu seçimlerde Bediüzzaman oy kullanmadığı gibi, şu veya bu yönde oy kullanılmasına dair de kimseye bir işarette bulunmamıştır.

1957 seçimleriyle ilgili olan bir Emirdağ mektubu ise, Üstadın Demokrat Parti lehindeki tercihini açıkça dile getiriyor. Ancak bu mektubun, Bediüzzaman’ın sağlığında yayınlanmadığını hatırlamamız gerekir. Nitekim bizzat Üstadın bu mektuba eklediği not da mektubun hususî mahiyette olduğunu ve Risale-i Nur hizmetiyle ilgili sair mektuplarla aynı kategoride mütalâa edilmemesi gerektiğini göstermektedir:

Tabiratta lüzumsuz zararlı kelimeleri siz tebdil edebilirsiniz. Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere, sû-i tesir yapmamak şartıyla, gönderebilirsiniz.[5]

Bu mektubun, altındaki notla beraber, iman hizmetinin siyaset-üstü mahiyetine dikkat çeken ve talebelerini siyasî tarafgirlikten şiddetle sakındıran diğer mektuplarla teâruz halinde olduğu açıktır. Eğer Nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esas ise, iman hakikatlerinin her kesimde muhtaçları ve sahipleri var ise, bu iman hizmetine tarafgirlik giremez ise ve siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeliyor ise, belirli bir partiyi destekleyip diğerini düşman ilân etmek ve birinin lehinde, diğerlerinin aleyhinde çalışmak şeklindeki bir davranışı bu telâkki ile bağdaştırmak mümkün olmayacaktır.

Bunun aksi de aynı derecede geçerlidir: Eğer bir parti dost, diğeri düşman ilân edilip birinin lehinde, diğerinin aleyhinde faaliyet gösterilecekse, bu defa da mü’minlerin uhuvvetinden ve herkese eşit şekilde iman hizmeti sunmak gibi bir iddiadan vazgeçmek gerekecektir.

Bu durum, birbiriyle teâruz halinde bulunan bu iki seçenekten birisini esas olarak tercih etmek mecburiyetiyle Nur talebelerini karşı karşıya bırakıyor. Bunu söylerken, hattâ daha cümlenin ortasına bile gelmeden, “Hâşâ, Üstadın sözlerinde teâruz olmaz; onun bütün sözleri kıyamete kadar bâki hakikatlerden ibarettir!” şeklindeki itirazların da ileri sürülmesi yarın sabah güneşin doğacağı kadar kesin bir hakikat olduğu için, itiraz sahiplerine şimdiden hatırlatalım:

Ağzından haktan başka bir söz çıkmayacağını[6] bizzat beyan buyurmuş olan Resulullahtan rivayet edilen hadisler arasında bile ihtilâfların görülmesi muhaddisler için yabancı bir konu değildir; hattâ bu ihtilâfları çözüme kavuşturmak üzere kurallar belirleyen bir ilim dalı teşekkül etmiş ve bunun adına “muhtelifül-hadis ilmi” denmiştir.[7]

Bediüzzaman’ın beyanlarıyla ilgili olarak karşı karşıya bulunduğumuz tercih mecburiyetine gelince, söz konusu iki seçenekten hangisinin tercih edilmesi gerektiği, izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Ve bu seçenek, gerçekten de kıyamete kadar geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmeyecek olan bâki bir hakikattir:

İman mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez.

İşte Risale-i Nur hareketine rengini veren ve her zaman için, her ne pahasına olursa olsun korunması gereken ilke budur. Nitekim söz konusu mektubu gönderirken Üstadın bu mektupta “lüzumsuz zararlı kelimelerin bulunma ve sû-i tesir yapma” ihtimalinden söz etmesi de dikkate alınması icap eden önemli noktalar arasındadır. Bu da açıkça gösteriyor ki, Bediüzzaman bu mektubu her zaman ve her türlü şart altında geçerli olacak bir ilkeyi beyan etmek üzere yazmamıştır; onun için, söz konusu mektup, her zaman geçerli olan ana ilkelere tâbi olacak şekilde değerlendirilmelidir. Şu noktayı da ayrıca belirtmek gerekir ki, söz konusu mektup Bediüzzaman’ın sağlığında neşredilmiş değildir; Emirdağ Lâhikasına onun irtihalinden sonra talebeleri tarafından dahil edilmiştir. Yine onun talebelerinden Said Özdemir’in neşrettiği Emirdağ Lâhikası nüshalarında ise bu mektup hiçbir zaman yer almamıştır.

Diğer taraftan, Bediüzzaman’ın hayatından daha başka kesitler de onun bu mektuptaki tavrının sürekli bir uygulamayı yansıtmadığını göstermektedir. Bediüzzaman tarafından “Nur’un birinci talebesi” unvanına lâyık görülerek Risale-i Nur talebelerine numune-i imtisal olarak gösterilen Hulûsi Yahyagil anlatıyor:

Ben Üstadı görmeye gittiğimde seçimler yaklaşıyordu. Üstada “Hangisine vereyim?” diye sordum. O da bana “Kardeşim, biliyorsun siyasetle uğraşmıyorum. Sen istediğine ver, ben de seninle beraberim” dedi.

Ben ki Üstadla görüşmüşüm, niye siyasete karışayım? Ben cemaate desem “Gelin, filân partiye oyumuzu verelim”; o vakit cemaatin itimadı kalmaz. Siyasî fikrimin açık olmasından dolayı beni hiç kimse dinlemez.[8]

Burada takip edilecek olan usul bellidir ve son derece nettir:

Bu iki tavırdan birisini esas alarak diğerini ona tâbi olacak ve onu ihlâl etmeyecek şekilde, kaleme alındığı zamanın kendi şartları içinde düşünmek. Daha açık bir ifadeyle: İman hizmetinin üzerine hiçbir zaman ne siyasetin, ne de başka bir şeyin gölgesini düşürmemek. Çünkü esas olan tavır, siyasetten uzak olma ve bütün kesimlere iman hizmetini tam bir eşitlik ve içtenlikle ulaştırma tavrıdır. Bu tavır, dünya var oldukça ve dünya üzerinde Risale-i Nur’un hizmeti devam ettikçe var olmaya devam edecek olan tavırdır. Bu tavrın korunmadığı yerde Risale-i Nur da yok demektir. Çünkü bunun aksi Risale-i Nur’un siyasete tâbi olması anlamına gelir; bu da ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bediüzzaman ise daha yolun başında iken siyaseti “efkârın âleminde bir şeytan” olarak ilân etmiş ve ondan istiâze etmiştir.[9]

Birbiriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bu iki tavırdan birisini esas almak her ne kadar siyaseti seven dostlarımıza zor gelse de, aslında onların yaptıkları da aynen böyle bir tercihten ibarettir. Yalnız onlar konuya ters taraftan yaklaşmakta, siyaset âleminde taraf tutmayı esas alarak tarafsızlık ilkesini buna tâbi kılmaktadırlar. Yoksa Üstadın her iki sözüne birden sahip çıkmış değillerdir. Tabii, bu tercihlerinin fiilî sonucu ise, siyaset-üstü kimliğin bütünüyle yok olması ve Risale-i Nur cemaatlerinin Risale-i Nur’a değil, siyaset âlemindeki taraflardan birisine tâbi hale gelmesidir.

***

Şimdiye kadarki ihtilâflarda bu açmazı aşmak için (1) taraflardan birine yüce bir misyon yükleme, (2) onun karşısındakileri de tehlike olarak ilân etme şeklinde iki şıklı bir yol izlenmiş, böylece bir nevi âcil durum senaryosu sahneye konmak suretiyle konunun serinkanlı bir şekilde tahlil edilmesi önlenmiştir. Zaman içinde siyaset sahnesinin kompozisyonu değişmiş, bu değişimle birlikte “dostlar” ve “düşmanlar” da değişmiş, ama oyunun kuralı da, sonucu da hiç değişmemiştir. Siyaset âlemi her zaman bildiğimiz şekilde kalmaya ve işlemeye devam etmiş, iktidara şunun veya bunun gelmesiyle ne beklenen mutlu istikbal gerçekleşmiş, ne de korkulan âkıbet yaşanmıştır. Risale-i Nur talebelerinin bu oyunlar sonucundaki durumu ise her seferinde Üstadı tasdik edecek şekilde tecellî etmiştir:

“Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”[10]

Bu kaybın tek bir sebebi vardır; o da, Risale-i Nur cemaatlerinin siyasete meyletmiş olmasından ibarettir. Nur talebelerinin elbette ki her vatandaş gibi siyasî tercihleri de olacak, gün geldiğinde onlar da gidip reylerini vicdanlarının gösterdiği istikamette kullanarak vatandaşlık görevlerini yerine getireceklerdir. Yanlış olan, bunun ilân edilmesi, üstelik cemaat halinde yapılması ve siyaset âleminde dostlar ve düşmanlar edinilmesidir. Bunu yapmakla Risale-i Nur cemaatleri kendilerine tamamen yabancı bir alana girmişler, ondan sonra da, farkına varmasalar bile bu yabancı alanın kendisine has kural ve standartlarını benimseyerek kendi hizmet alanlarına taşımışlardır. Bu gerçeği açıkça görmek isteyenler, Risale-i Nur cemaatlerinden siyasete temas etmiş olanların siyaset öncesi ve sonrası durumlarını mukayese edebilirler.

***

Siyaset ile iman hizmetinin mahiyetleri de, standartları da birbiriyle imtizaçlarına hiçbir zaman müsaade etmeyecek kadar farklıdır. İman hizmetinin değişmez bir kuralı vardır: maddî veya manevî, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık gözetmeksizin ve insanlar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, erişebildiği herkese Kur’ân’ın tarif ettiği ebedî saadet yolunu göstermek. Daha kısa anlatımıyla, insanların ebedî hayatlarını kurtarmak. Ancak bu sadece nutuk çekerek, konferans vererek, kitap okuyarak yapılacak bir iş değildir; mutlaka yaşanarak ve lisan-ı hal ile desteklenmek suretiyle yapılabilecek bir iştir – tıpkı Resulullahın (s.a.v.) ve Sahabîlerinin yaptığı gibi.

Siyasette ise öncelikler listesinin ilk iki maddesi hiç değişmez. Bunlardan birincisi iktidara gelmek, ikincisi de iktidarda kalmaktır. Diğer gayelerin en kutsalı bile ancak üçüncü maddede kendisine yer bulabilir. Bu da siyasetin tabiatından beklenebilecek bir sonuçtur; çünkü siyasetçi hiçbir gayesini eline imkân geçmeden uygulayamaz. Hattâ, kendisine ait hiçbir iddiası olmayan idealist kadrolar için bu kural daha da vazgeçilmez bir hal alır; zira iktidarı gözden çıkardığı zaman sadece kendi menfaatini değil, idealini de gözden çıkarmış olacaktır.

Siyaset âlemiyle Nur talebelerinin âlemi arasında daha başka önemli farklar da bulunmakla birlikte, daha ilk maddede manzara bütün açıklığıyla ortaya çıktığı için, sözü uzatmaya ihtiyaç kalmıyor. Ama ne manzaranın açıklığı, ne de Bediüzzaman’ın bu konudaki mükerrer ikazları, cemaatlerimizi en küçük bir fırsatta siyasete dalmaktan alıkoyamıyor. Zaman geçtikçe manzara iyice netleşir ve cemaatlerimiz de birer ikişer hatâlı yoldan dönmeye başlarlar diye umarken, bilâkis, evvelce siyasete karşı soğuk durmuş cemaatlerimizin bile yeni yeni iştahlarının açıldığını ve daha önce başkalarının defalarca tekrarladığı hatâları bu defa bizzat deneyerek doğruyu bulmaya çalıştıklarını görüyoruz.

***

Üstadın beka âlemine irtihalinden bu yana altmış yıl geçti. Bu altmış yıl boyunca da nice seçimler gelip geçti. Bunların hepsinde Risale-i Nur talebelerinin en azından bazı kesimleri seçim kampanyalarının aktörleri arasında yer aldı. İç ve dış düşmanlara karşı kahramanca savunduğumuz partiler değişip durdu, iktidarlar el değiştirdi, ama bu kavga hiç bitmedi. Biz ise iman kurtarmak için girdiğimiz yolda ray değiştirdik ve parti kurtarmayı önde gelen bir meslek esası olarak benimsedik. Bu arada iman kurtarmak konusunda nereye geldiğimizi soracak olursanız, bir küçük örnek, meseleyi yeterince aydınlatacaktır:

Vaktiyle Nur talebesi gençlerin kaldığı bir talebe yurdu, seçim zamanında AP’nin propaganda faaliyetlerine katılmak ve dönemin şiddet olaylarında karınca kaderince bir rol oynamak gibi kutsal (!) hizmetlerin odağı haline gelmiş, hattâ bir defasında AP’li Müslüman gençlerle Ülkücü Müslüman gençler arasında çıkan bir tartışmada bir öğrenci de can vermişti. Yurda iman derslerinin şefkat ve muhabbet atmosferini solumak hayaliyle gelmiş bulunan bir başka genç ise aradığını orada bulamayınca yurdu terk ederek arayışlarına başka yerlerde devam etmişti. Sonunda, İslâma hizmet eden Nur talebelerinin arasında bulamadığı emniyet, şefkat ve muhabbet ortamını Hıristiyanların arasında buldu ve din değiştirdi. O zamanki gencimiz, şimdi Türkiye’deki Hıristiyan cemaatlerinden birinin ruhanî liderliğini yapıyor.[11] Oysa biz bu yola iman kurtarmak ve bu ulvî hizmete taze kuvvetler kazandırmak için çıkmıştık; onun yerine Hıristiyan cemaatine bir pastör kazandırmış olduk.

Şimdi bu maceranın değişik versiyonları Anadolu sathında, muhtelif Nur medreselerinde yaşanıyor. Bazı insanlar, iman dersi almak için geldikleri medreselerde siyasî propaganda ile karşılaşınca ayaklarını oradan kesiyorlar. Bazıları da bunu yapmalarına hâcet kalmadan, hizmet ehli tarafından kovuluyorlar. Bu arada, vaktiyle siyasetin en uzağında bulunan ve siyasetle meşgul olanları şiddetli dillerle kınayan bazı cemaatlerimiz de evvelce kınadıkları şeyin cazibesine teslim olmuş bulunuyor. Herşeye rağmen derslere devam edenler, büyük çoğunlukla toplumun belli bir siyasî kesime taraftar olan kısmından; geri kalanların ise iman dersine gelmek, yanılıp da gelecek olsa bile orada bir huzur atmosferi bulmak gibi bir şansı yok.

Çünkü biz asıl olanı ârızî olana, bâki olanı gelip geçici olana tâbi kıldık.

Oysa buna hiç ihtiyaç bırakmayacak bir şekilde, her birimiz desteklemek istediğimiz kişi veya partiyi yine oyumuzla destekler, gidip sandığa reyimizi atar, sonra da kimseye ilânatta bulunmaksızın döner, işimizin başına geçerdik. Böylece, hiç kimseyle arayı bozmadığımız gibi, siyasî tercihlerimizi bir cemaat meselesi haline getirmemiş ve farklı siyasî tercihleri bulunan insanlarımızla bu iman hizmetinin arasına duvar dikmemiş olurduk.

Meselenin en hazin taraflarından biri de, siyaset maceralarımızda hiçbir zaman kayıplarımızla mukayese edilebilecek ölçüde bir kazanç, hattâ hiçbir kazanç elde etmemiş olmamızdır. Altmış yıl içinde gelip geçmiş seçimleri bir hatırlamaya çalışın: Bunlardan kaç tanesinde Risale-i Nur talebeleri sonuçları belirleyici bir rol oynadı? Vatanı hangi seçimde kim hangi tehlikeden kurtardı? Tarafsız kalınsaydı kimin ne kaybı olacaktı? Taraf olmakla kim ne kazandı?

***

Buraya kadar konuya Risale-i Nur cemaatleri ile ilgili yönünden yaklaştık. Fakat mesele sadece bir kesimin değil, bütün bir toplumun âkıbetini etkileyecek kadar önemlidir. Ve bu önemli alanda, Risale-i Nur talebeleri, asıl kaynaklarına döndükleri takdirde, gerçekten de toplumun geleceğine önemli bir hizmette bulunacak potansiyele sahiptir. Zira hayatın gerçekleri, bir milletin fertleri olarak bizi pek çok inanç ve eğilimlere mensup kimselerle birlikte yaşamaya sevk ediyor; bunda yanlış olan hiçbir şey yoktur. Bizim bu konudaki tercihimize gelince, beraber yaşayıp yaşamamak değil, beraberce iyilikle mi, kötülükle mi yaşayacağımız şıklarıyla sınırlıdır. Eğer farklılıkların her türlüsünü tehlike olarak görüp de onu bertaraf etmeye çalışırsanız, sonunda haklı çıkabilirsiniz: Çünkü muhalifiniz de sizi – haklı bir gerekçeyle – tehlike olarak görecek ve kendi varlığını sizin yokluğunuzda bilecektir. Bu fasit dairenin gerilim, şiddet ve ıztırap üretmekten başka verebileceği hiçbir sonuç yoktur.

“Bu kadar zıt dünya görüşlerinin bir arada barış içinde yaşaması mümkün müdür? Bu insanların hepsine birden mutlak bir eşitlik içinde iman hizmeti sunulabilir mi?” sorularına gelince:

Bunun en yakın ve Risale-i Nur talebelerine en âşinâ olan cevabı, Nur’un birinci talebesi Hulûsi Yahyagil’in bütün hayatı boyunca uyguladığı modelde bilfiil görülmüştür. O, hiçbir zaman, ne açıkça, ne de üstü kapalı şekilde, hiçbir siyasî partinin lehinde veya aleyhinde bir tavır almamıştı. Siyasî çekişmelerin ve sokak çatışmalarının bütün ülkeyi kapladığı zamanlarda, herkesin eli birbirinin boğazında iken, o her siyasî görüşteki insanların ayağına gidiyor, onlar da Hulûsi Beyin iman derslerine geliyor ve orada birbirleriyle kucaklaşıyorlardı – evet, kucaklaşıyorlardı! İşte, çok uzak olmayan bir geçmişte, milletin kamplara bölündüğü ve anarşinin kol gezdiği bir ortamda, Nur’un Birinci Talebesi Hulûsi Yahyagil’in başka hiçbir yerde bir araya gelmeyecek düşmanları birbiriyle kucaklaştıran ve Elazığ’ı hiç değilse bir dereceye kadar anarşinin tesirinden kurtaran Risale-i Nur dersleri; 1960 yılından itibaren Hulûsi Yahyagil’in Risale-i Nur derslerine iştirak eden Veli Sarıkamış anlatıyor:

Hulûsi Ağabey genellikle öğle namazından bir saat önce çarşıya çıkar; terzi, eczacı, berber gibi esnafı ziyaret ederdi. Geçtiği her yerde halk ona teveccüh eder, hürmet gösterirdi. Ben bu halini, İslâmı lisan-ı haliyle topluma tebliğ ettiğine yorardım.

Meselâ eczacı Hacı Tevfik vardı. Bu adam CHP il başkanıydı. Hulûsi Ağabeyi çok sever, sayardı. Hulûsi Ağabey ona da uğrar, onun evinde ve bahçesinde Risale-i Nur dersleri yapardı.

Meselâ bir ilköğretim müdürü İzzet Bey vardı. Daima fötr şapkalı ve papyon kravatlı gezerdi. Onun da Hulûsi Ağabeye büyük saygısı vardı. Onun evinde de dersler yapılırdı.

Yine Köy Enstitüsü mezunu Mahmut Solmaz ve Bekir Bey vardı. Bekir Bey Samsunluydu. Hulûsi Ağabeyden dolayı tayinini Elazığ’a aldırmıştı.

Demokrat Parti İl Başkanı da, CKMP’liler de, hepsi Hulûsi Ağabeyin dersine gelirdi. Hele bir Hacı Bakır vardı, bu zat çok koyu Demokrat’tı. Üstadın milis kuvvetleri arasında da bulunmuştu. Halk Partili Hacı Tevfik ile Bakır Hoca derste kucaklaşırlardı.

Bakır Hoca birgün heyecana gelip Menderes ve Celâl Bayar’ı methetmiş, İnönü’ye de lâf çakmıştı. Hemen Hulûsi Ağabey “Hocanın ağzına somun tıkın, hoca acıkmış galiba” diye lâtife ederek kendisini susturdu.

Diğer taraftan, Muhtar Şerif Bey Adalet Partisi militanıydı. O da derslere gelirdi. Meclis başkanları, il genel meclisi üyeleri, o gün hepsi derse gelirdi. Yediden yetmişe bütün insanlar derste kaynaştıkları için, Elazığ’da sokakta parti kavgası ve aşırılıklara rastlanmazdı. Farklı politikacılar onun dairesinde kardeşçe bulunurdu. Hoşgörü, barış gibi kavramları en mükemmel şekliyle topluma Hulûsi Ağabey yansıtmış ve benimsetmişti.

Özetle, Hulûsi Ağabeyin bulunduğu yerde tefrikanın izine rastlanmazdı. Tıpkı Yunus’un “Yetmiş iki millete bir öz ile bakmayan / Şer’in evliyası da olsa hakikatte âsidir” dediği gibi, iman dersinde kimseyi tefrik etmez, bu yüzden dershanelere siyasetin girmemesi için de büyük gayret gösterirdi. Esprileri, hikâyeleri ve şiirleriyle dersi canlı tutardı. Hülâsa, her partiden, yaşlısı, genci, tarikatçisi, âlimi, herkes dersine gelirdi.[12]

***

Hulûsi Yahyagil’in de hiç şüphesiz siyasî tercihleri vardı. O da seçimler geldiğinde gidip oyunu kullanıyordu. Ama kime oy verdiğini hiçbir zaman kimse öğrenemedi. Ve hiçbir zaman onun hizmetine siyasetin gölgesi düşmedi.

Biz de Hulûsi Yahyagil ile aynı kitapları okuyoruz. Fakat bizim derslerimizde düşmanlar kucaklaşmıyor. Daha doğrusu yolları dersimize düşmüyor. Çünkü siyasetin ve sosyal medyanın acımasız kavgaları arasında bir güler yüz ve bir çift tatlı söze susamış insanları derslerimize çağırırken bir elimizde kitabı tutuyorsak, diğer elimizden de topuzu eksik etmiyoruz.

Ondan sonra da, “Elimizde bu hakikatler varken bu kadar insan nasıl oluyor da deizme, budizme, şu veya bu dine yahut dinsizliğe kayıyor?” diye merak edip duruyoruz.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

***

Bundan önceki bölüm

Risale-i Nur cemaatleri FETÖ fitnesinin muhasebesini yapmak zorunda

 

[1] Emirdağ Lâhikası: 2, 30. mektup http://erisale.com/#content.tr.10.401

[2] Emirdağ Lâhikası: 1, 132. mektup http://erisale.com/#content.tr.10.234

[3] Emirdağ Lâhikası: 1, 197. mektup http://erisale.com/#content.tr.10.327

[4] Divan-ı Harb-i Örfî, “Sadâ-yı Hakikat,” http://erisale.com/#content.tr.15.416

[5] Emirdağ Lâhikası: 2, 98. Mektup, https://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/emirdag-lahikasi-ii-s-149-170/

[6] Ebû Dâvud, İlim: 3.

[7] Değerli hadis âlimimiz Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın bu konuya münhasır bir eseri vardır: Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları: Muhtelifü’l-Hadis İlmi, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.

[8] Nurun Birinci Talebesi: Hulûsi Yahyagil, Nesil Yayınları, s. 192.

[9] Sözler, “Lemeât,” http://erisale.com/#content.tr.1.973

[10] Kastamonu Lâhikası, 129. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.258

[11] Bu hikâyeyi bizzat kahramanının ağzından dinlemiş bulunuyorum.

[12] Nurun Birinci Talebesi: Hulûsi Yahyagil, s. 382-383.