Etiket arşivi: üniversite

Risale-i Nur Talebeleri (Şiir)

Tuttukları yol, Kur’an yoludur
Onların kalpleri iman doludur
Bu zümre milletin hangi koludur?
Onu açıklamak lazım meydana

Başka Cemaatler gibi inabe vermez
Gönüller fetheder, kimseler görmez
Nur talebeleri bitmez tükenmez
Yayılmıştır bunlar cümle cihâna

Bunlar ola has nur talebeleri
İman hakikatı tek gayeleri
Sırf Allah içindir bu hizmetleri
Mutidir cümlesi, hep davalarına

Tarikat, cemiyet, partileri yok
Masonlar gibi de, locaları yok
Hiçbir teşekküle kayıtları yok
Fedadır cümlesi, Kur’an yoluna

Nur talebesi siyasete asla bulaşmaz
Muhalif işlere, hiç biri yapışmaz
Gayrimeşru işlerde, zaten çalışmaz
Mutidir cümlesi hep üstadlarına

Her yer de vardır, Nur talebesi
Gençlik rehberini okur cümlesi
Üniversitenin birçok kimsesi
Malik oldular hep ‘ilm u irfana

Üstadımız kahraman Said Nursi
Ne mutlu ona, bunda ola hissesi
Bunlar susamışlar ab-ı imana.

A.Kerim KOÇHAN

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Mustafa Kemal Paşayla Baş Başa

Bedi_KemalBu pervasız davranış Paşa’nın hoşuna gider

Yalnız görüşmek üzere odasına davet eder

 

Meclis makamında Mustafa Kemal Paşa

Üstadla iki buçuk saat görüşür baş başa

 

Üstada sundu reddedilmeyecek teklifleri

“Muş ilini temsilen olacaktı milletvekili”

 

“Umumi vaizlik yapacak Şeyh Sünûsî gibi”

“Diyanet İşlerinde üye olacaktı daimi”

 

“Şahsına büyük bir köşk tahsis edilecek”

“Çok yüksek miktarda maaş ödenecek”

 

Bediüzzaman, reddetti bütün teklifleri

Doğuda üniversite açmak idi tüm gayesi

 

Mecliste oy çokluğu ile kabul edilir

Yüz elli bin lira ayrılmasına karar verilir

 

Üstad Ankara’dan ayrılmayı arzu etti

Bütün dostları istasyona kadar geldi

 

Mustafa Kemal Paşa da gelir tren garına

Aralarında bir konuşma geçer ayakta

 

Paşa görüşünü sorar heykeller hakkında

Üstad der, “heykelleredir hücumlar Kuran’da”

 

“Bize acilen lazım, hastane, mektep, yollar”

“Mabetler, okullar ile yetimleri koruyan yurtlar”

 

“Bunlar olmalı bir Müslüman’ın heykeli der”

Bütün dostlarıyla vedalaşıp trene biner

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Üstad’ın Padişah Sultan Reşat’la Yolculuğu

Gayesi; yeni nesli, vatanı ebediyen kurtarmak

Tüm ideali idi; Doğu’da bir üniversite kurmak

 

Tehlike çok büyük, kapıyı çaldı çalacak

Önlem alınmazsa bütün vatan yanacak

 

Vakit çok az, bir an önce tedbir alınması gerek

Herkes günü kurtarıyor, yok ileriyi düşünmek

 

Sultan Reşat’la görüşmek için acele çıktı yola

Şam, Beyrut, İzmir üzerinden geldi İstanbul’a

 

Padişahın Rumeli seyahatine edildi davet

Geziye, şarki Anadolu’yu temsilen etti icabet

 

Zırhlı Barbaros gemisi Rumeli’ye etti hareket

Padişahla beraber üç hafta sürdü bu ziyaret

 

Kosova’nın merkezi Üsküp’e gidildi trenle

Uzun, tatlı bir sohbet başlar iki öğretmenle

 

Üstada Sual etti muallimlerden biri

Kustu akıldaki en zararlı olan zehiri

 

“Size göre hamiyeti diniye mi?”

“Yoksa hamiyeti milliye mi önemli?

 

Gelen soru, son asrın hastalık belirtisiydi

Üstad Bediüzzaman ise şöyle cevap verdi

 

Yüce İslam dininde “Din ve milliyet birdir”

Gerçek olan “Milliyetin, hayatı ruhu din’dir”

 

İnsanlığa budur, en büyük tehlike

Irkçılık yoktur Yüce Kuran’ı Kerimde

 

Beşere atılmıştı bir virüs ta! O zaman

Teşhis etmişti hastalığı Bediüzzaman

 

Üsküp Üniversitesi’nin törenle atıldı temeli

Van’da böyle bir temel, Üstadın büyük emeli

 

Çıktı Balkan harbi, istila edildi düştü Kosova

Üsküp Darülfünu’nun ödeneği aktarıldı Van’a

 

Şark Üniversitesinin temelini attı Edremit’te

İlim irfan nuru parlayacaktı artık, Van Gölü’nde

 

“Talebeleri ikaz eder hazır olun geliyor musibet”

Derdi, “bize yaklaşıyor çok büyük bir felaket”

 

Dünyada, Osmanlı’nın kıyameti artık koptu

Üstadın fiilen hazırlandığı, haber işte buydu

 

Eyvah! Balkan harbi çıktı ne çare

Elden ne gelir, itiraz edilir mi hiç kadere

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması: Risale-i Nurların inkişafı

Rusya’da evlere yapılan baskınlara bir teselli ve geçmiş olsun mahiyetinde Risale-i Nur Külliyatında geçen, üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

İmtihan ve gazânız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki ve teali edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygamber’e ittiba’ ve Kur’an-ı Kerim’le amelden dolayı hapisler bir Medrese-i Yusufiye’dir. Zulüm ve işkenceler birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlahî bize o hücumlarla işaret veriyor ki: “Haydi durma çalış!” Kur’an ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihad-ı ekberin birer altun bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakk’ın beraet vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve asayişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikatıyla olan müteaddid mahkemelerde Risale-i Nur’a beraetler verilmiş, Temyiz Mahkemesi ittifakla beraet kararını tasdik ederek Risale-i Nur davası kaziye-i muhkeme halini almıştır. Yirmibeş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüzbinlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni’ olmaya çalışanlar, emniyet ve asayişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır. Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünki emniyet ve zabıta anlamış ki, Bedîüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, salabetli ve mağlub edilmez bir hizb-ül Kur’an ve fethedilmez bir kal’a halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve üstadlarına olan sadakat ve sebat ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir.
Bir talebesi Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor.. Rabb-i Rahîmimize hadsiz şükürler olsun.

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’an-ı Hakîm’in yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlahî için Kur’ana ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada maruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’an hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir.

Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nur’un neşriyat ve fütuhatının genişlemesine, inkişafına sebebdir ve millet-i İslâmiye nazarında itimad ve emniyet kazanmasına medardır.

Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve Âlem-i İslâm vüs’atinde ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve manevî tesirat ve fütuhatına ve neşriyatına şahid olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilayetlerinde, eskisine nazaran Nur’un fütuhatı on gün içinde on misli fazlalaşmış.

Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş; uyuyanlar uyanmış, tenbeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır. Bu acı taarruzlar gelip geçici olmakla beraber, sırf bir korku ve evham yaymak kasdıyla yapılan vesileler ve desiseli manevralardır. Ahmak din düşmanları güya Nur talebelerini korkutmak sevdasıyla resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar. Acaba o gafiller bilmiyorlar mı ki, bizler Nur’un talebeleriyiz. Dinsizlerin, masonların, komünistlerin mahiyeti gayet derecede zayıftır. Zahiren kuvvetli gibi görünmeleri, serseri bir çocuğun bir haneyi bir kibritle mahvetmesi gibi tahribatla iş görmelerindendir. Evet onlar son derece zayıftırlar, çünki bir serçe kuşu kadar iktidarı olmayan kendi varlıklarına güvenirler. Hem son derece zillet, meskenet ve aşağılık içindedirler; çünki insanlara kul-köle olup onlara müraîlik, riyakârlık ve dalkavukluk ediyorlar. Ehl-i iman ise, hususan tahkikî iman ile imanı inkişaf edenler kavîdirler, muazzezdirler. Onların her biri bir abd-i aziz ve bir abd-i küllîdirler; çünki onlar, bir Kadîr-i Zülcelal’e ve bir Hakîm-i Zülkemal’e ve bir Hâlık-ı Kâinat’a ve bir Rabb-üs Semavati ve-l Arz’a ve bir “Ve Hüve alâ külli şey’in Kadîr”e ibadet ederler, kulluk ederler…  O’na intisab ederler, hem istinad ederler.

Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir.

Bizim hizmet-i imaniyeye nazaran cam parçaları hükmündeki siyasetle alâkamız yoktur. Diyanet Riyaseti ehl-i vukuf raporunda: “Risale-i Nur kitablarında siyaseti alâkadar eden mevzular yoktur.” demiştir. Hattâ o zaman, yine Afyon savcısı da iddianamesinde: “Bedîüzzaman ve talebelerinin faaliyeti siyasî değildir” diye hükmetmiştir. Evet Risale-i Nur şakirdlerinin meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir. Amerika, İngiliz kadar servetimiz de olsa, yine imanı kurtarmak davasına hasredeceğiz. Hem bir takım siyasî işlerle veya bir takım bâtıl cereyanlarla ve fikirlerle uğraşmaya zamanımız yoktur. Ömrümüz kısadır. Vaktimiz dardır. Üstadımızın dediği gibi, “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır.” Hususan böyle bir asırda “Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir.” Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi sâf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakatı eski haline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.    Risale-i Nur, nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; yok ediyor. İyiyi öğreterek, fenayı fark ve tefrik ettiriyor ve vazgeçiriyor. Hakikatı ders vermekle, bâtıldan kurtarıyor ve bâtıldan mahfuz kılıyor.

Hülâsa-i kelâm: Biz, ancak Nurlarla meşgulüz. Biz mücevherat-ı Kur’aniye ile iştigal ediyoruz. Bizler, Kur’anın kâinat vüs’atindeki elmas gibi hakikatlarına çalışıyoruz. Bizler, ancak bâkiye hizmet ediyoruz. Bizler, fâni şeylere emek sarf etmeyiz. Bizim Risale-i Nur’la olan hizmet-i imaniyemiz, başka şeylerle iştigalimize ihtiyaç bırakmıyor.. her şeye kâfi geliyor…

Elhasıl: Üstadımız Bedîüzzaman’la ve Risale-i Nur’la mücadele eden insafsız gizli din düşmanları, acz-i mutlakla ebede kadar mağlubiyettedirler. Bedîüzzaman ve Risale-i Nur ise, ebediyen muzaffer ve muvaffaktır. Şahsı çürütmeye çalışmakla, Risale-i Nur çürütülemez. Zira Risale-i Nur, bizâtihî hüccet ve bürhandır. Onu ve onun müellifini çürütmeye çalışanlar, çürümeye mahkûm olmuşlardır. Nümunesi, tarih müvacehesinde meydandadır ve hem de çürüyeceklerdir. Risale-i Nur’daki yüksek hakikat, Risale-i Nur’u ebede kadar payidar kılacaktır…

Evet Nur talebeleri ağır ceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bedîüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet o münafıkların atomları dahi, bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada birimiz âhirette, birimiz şarkta birimiz garbda, birimiz şimalde, birimiz cenubda olsak; biz yine birbirimizle beraberiz.”

Birinci Cihan Harbi’nde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmasına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir, menfî hareketten Kur’an bizi menediyor.

… insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altun mürekkeblerle yazacağız inşâallah…

Üniversite Nur Talebeleri

Osmanlı’da Modern Yüksek Öğretim Nasıldı?

Fenler evi manâsına gelen Dârülfünûn, Tanzimat döneminde (1839-1876) medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması düşüncesinin ürünüydü. Mânidar bir şekilde Dârülfünûn denilmesinden anlaşılacağı üzere, Şeyhülislâmlık makamına bağlı medreselerden oldukça farklı bir zihniyeti temsil ediyordu. Medreselerle Dârülfünûn arasındaki en önemli ayrım, medreselerde fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesiydi.

Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve ardından kurulan Süleymaniye Medreselerinde astronomiden tıbba farklı sahalarda ilimler okutulmuş; ancak bugünkü mânâda akademik unvanlar, bölümler, kürsüler kurulmamış ve yayın yapılmamıştı. Bu yönüyle Osmanlı’da yüksek öğretim, 15. asır ortalarında başlar; fakat günümüz üniversitelerine benzeyen yüksek öğrenim, Dârülfünûn’un açılmasıyla başlamıştır denebilir.

19. asırda müşahede (gözlem) ve ispata dayalı (müspet) bilimlere “fen” deniliyordu. Yani içinde ulûm (dinî ilimler) olmayacaktı. Medrese ise, ulûm ve fünûn demekti. Dârülfünûn’da kalbin ve aklın tatmin edilmesinden bahsedilmiyor; sadece görünür, tatbiki, aklî ve fennî olana atıf yapılıyordu. Burası bir Darülhadîs (hadîs ilmi okutulan yer) bir Darülkurra (Kur’ân ilmi okutulan yer) değildi.

Osmanlı tarihinde Sultan 1. Abdülmecid’in zamanında Gülhane’de Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla (Kasım 1839) başlayan Tanzimat döneminde, hukukta olduğu gibi eğitim sisteminde de köklü ıslahatlar yapıldı. Osmanlı eğitim teşkilâtı bugünkü gibi ilk, orta ve yüksek olarak yeniden yapılandırıldı. Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin plânına göre, yeni kurulacak yüksek öğrenim kurumlarının gayesi, bilgi ve ahlâkça mükemmel olmayı hedefleyen, bütün fenleri okumaya hevesli ve devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir müessese tesis etmek ve kafaların aydınlanmasını sağlamaktır. Bütün masrafların devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece-gündüz barınıp çalışabileceği Dârülfünûn’un binası, Ayasofya Camii yakınında üç katlı, 125 odalı olarak İtalyan mimar Fossati’ye projelendirilmiş ve 1865’te bitirilmiştir. Fakat bu bina büyük geldiği için Maliye Nezareti’ne verilmiş ve Çemberlitaş’taki Nuri Paşa Konağı’nda ders başı yapılmıştır.

Peki, bu ilk üniversitemizin eğitim dili, müfredatı ve öğretim kadrosu nasıldı? Eğitim dilinin Türkçe olması benimsenmiş; ancak yabancı hoca mecburiyeti olan derslerin Fransızca verilmesi uygun görülmüştü. Bir müddet sonra (1876) yürürlüğe giren ve Fransa, Prusya, Belçika anayasalarından da esinlenerek hukuk komisyonunun hazırladığı ilk Osmanlı anayasasında öğrenim dili Türkçe olarak belirtilmiştir. Ders kitaplarının hazırlanması için “Encümen-i Dâniş” adıyla bir kurul oluşturulsa da, kitapların çoğu Avrupa’dan getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ders kitabı ihtiyacı, tercüme eserler yoluyla karşılanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın da içinde bulunduğu Encümen-i Dâniş, maârif alanında yapılacak ıslahat ve yeniliklere yol göstermek, ilmî araştırmaları teşvik etmek için 1851’de danışma kurulu olarak kurulmuştu. Osmanlı tarihini yazan J. Von Hammer, Türkçe-İngilizce, İngilizce-Türkçe sözlükleri yazan James Redhouse bu kurulun üyeliğine seçilmişti.

Dârülfünun’da Hikmet ve Edebiyat Fakültesi, Ulûmu Tabiîye Fakültesi ve Riyaziyat Fakültesi adıyla üç fakülte kurulmuştu. Temel dersler fizik, kimya, matematik, felsefe, tarih ve coğrafya idi. 19. asırda Avrupa’da olduğu gibi bu dersler umuma açıktı. Bu şekliyle 13 Ocak 1863’te dersler başladığında büyük ilgi görmüştü. İbrahim Edhem nezaretinde kimyager Derviş Paşa’nın fizik ve kimyaya dâir adıyla verdiği ilk ders büyük bir yankı uyandırmıştı. Mecmua-yı Fünûn’un yazdığına göre, dinlemeye gelenler yer bulamayıp dışarıda kalmış, hele Derviş Paşa’nın elektrik deneyleri hayret uyandırmıştı.

Nuri Paşa Konağı’nın yanması üzerine Dârül­fünûn, Divanyolu’nda günümüzde Basın Müzesi olarak kullanılan binada eğitime devam etti. Son yıl tamamen bitirme tezi olmak üzere, dört yıllık bir okul olan üniversitede, her ne kadar Fransız materyalist felsefesi hâkim olsa, Lâtince, Roma Hukuku, Fransız Medenî Hukuku okutulsa da, bunun yanında Arapça, Farsça ve İslâm Hukuku da okutulmuştur. Siyasî çalkantıların ve döneme damgasını vurmuş iç ve dış gelişmelerin tesirinin görüldüğü bu devirde, din ilimlerinin eklenmesi, Doğu-Batı sentezi yapılmaya çalışıldığının da açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. O dönem Batı’da en yaygın akımlar olan Hümanizm ve Pozitivizm’in bütün başucu kitaplarının sipariş edildiği ve edebiyatın bile Servet-i Fünûn olarak tavsif edildiği hatırlanırsa, bu derslerin müfredata girmesinin kolay olmadığı anlaşılır. 1900 yılına gelindiğinde üniversitenin adı “Dârülfünûn-u Osmanî” olmuş ve bir İlahiyat Fakültesi (Ulûm-u Âliye-yi Dîniye ) de eklenmiştir.

Tanzimat döneminde doğmuş olan Osmanlılık ideolojisi (din, dil, ırk farkı olmaksızın herkesin eşitliği) doğrultusunda, meselâ 1. sınıf Fransızca dersine Konstantini Efendi, resim dersine Mösyö Giz, daha sonra yine Fransızca dersine, Maarif Meclisi üyesi Jan Aristoklas Efendi girebiliyor ve bu durum yadırganmıyordu. Açılış yılında başvurular ümit verici gözükmüş, 1.000 başvuru içinden 450 kişi bir giriş imtihanından sonra alınmıştı. Bu kişilerin çoğu medrese talebesi idi.

Dönemin Maarif Vekili Safvet Paşa, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılında bilim ve fen adamlarına gösterilen himaye, saygı ve teşvik, iki yüzyıl daha sürdürülmüş olsaydı, Avrupa’nın uygar milletleriyle münasebet kurulur, bu milletlerin ilerleme hızıyla baş başa gidilir ve netice olarak ülke bugünkünden çok farklı olurdu, demiştir.

12 yıl Osmanlı’nın Paris Sefareti’nin sefirlik imamlığını da yapan, Batı bilimlerine âşina ve Batı materyalizminin tesirinde kalan Dârülfünûn Rektörü Hoca Tahsin Efendi’nin, halk arasında “Gavur Tahsin” olarak anılmaya başlanması, Cemaleddin Afganî’nin okulda verdiği bir derste, “Peygamberliği bir sanat, Peygamberimiz’i de (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sanatçı olarak zikretmesi”, şeyhülislâmlığın sert tepkisine sebep olmuş ve Dârülfünûn’u tartışılır hâle getirmiştir.

Bütün bu tartışmalar yaşanmış olsa da, Dârül­fünûn’un kökleşememesinin önemli sebeplerden biri, mâlî kaynakların yetersizliğidir. Osmanlı Dev­leti’nin 1875’te dış borçlardan dolayı mâlî iflâsını ilân ettiği (Muharrem Kararnamesi) hatırlanırsa, talebe harçları, vakıf ve devlet yardımlarıyla ayakta durması plânlanan ve geniş halk kitlelerinin desteğinden mahrum bir müessesenin gerektiği şekilde gelişemeyeceği açıktır. 19. asır sonlarından itibaren Sanayi-i Nefise (güzel sanatlar), Baytar Okulu, Maden Mektebi, Dârülmuallim (öğretmen okulu) gibi birbirinden bağımsız çok sayıda yüksekokulun açılması da Dârülfünûnun önemini azaltmıştır.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde önemli bir isim olarak gördüğü Dârülfünûn’un Rektörü Hoca Tahsin Efendi, abartılı tenkitlere uğramıştı. Onun şahsî yanlışları koca bir müessesenin karalanmasına sebep oluyordu. Hâlbuki Dârülfünûn bu millete lâzımdı ve şahsî hataların önemli bir müesseseye mâl edilmemesi gerekiyordu.

Dârülfünûn’un kendisinden beklenen fonksiyonu icra edememesinin ana sebebi ilgisizlik, sahiplenmeme ve kaynak yetersizliği idi. Meseleyi din ilimleri-fen ilimleri tartışmasına döndürmek oldukça yersiz bir ithamdır ve konuyu açıklamaktan uzaktır. Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışan bir müessese, maalesef çok verimli bir şekilde çalıştırılamamıştır. 1900 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki Dârulfünûn-u Osmanî’nin kurulmasına kadar kesintili bir eğitim vermiştir.

Cumhuriyet döneminde Dârülfünûn kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Özerk olan yapısı değiştirilmiş ve rektör ataması Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Türk yüksek öğrenim tarihini “1933 Üniversite Reformu” adı verilen kanunla başlatıp, o yıl Dârülfünûn’un kapatılmasını sanki bir bayrammışçasına ele almak, akıl ve izandan uzak bir yaklaşımdır. Birçok hususta olduğu gibi bu konuda da “öncesi yokmuş” gibi davranma ve sanki bir günde, bir gecede müesseseler tesis edilip hemen meyveleri alınıyormuş gibi bir intiba uyandırma, en azından gerçeklere uygun, ilmî ve ahlâkî bir duruş değildir.

Muhammed Aksoy / Sızıntı