Son zamanlarda Üstad Bediüzzaman’a dil uzatmak, onun ve nur talebelerinin aleyhinde ileri-geri konuşmak moda olmaya başladı. Bundan iki-üç yıl önce şiirle iştigal eden bir zat, bugün yaklaşık 60 dile çevrilmiş bulunan Risale-i Nur hakkında “Risale-i Nur’un dili çok kötüdür” demişti. Ayrıca şu hezeyanda bulunmuştu: “Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir.”
İşte önceleri ateist, sonradan ateistlikten dönmüş olduğunu söyleyen birisi, bu şaheserler hakkında böyle bir iftirada bulunmuştu. Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hakkında ateşli öfke kusan bazı şahıslar da, bu gibilerin aşağılayıcı sözlerine sarılarak Bediüzzaman gibi hayatını İslam’a vakfetmiş olan ve yazdığı eserlerle ehl-i imanın imanlarını kurtarmaya çalışan bir İslam âlimine ve okurlarına, haddi aşacak şekilde dil uzatıyorlar.
Önce şu tespiti yapmamız lazım: Şairler şöhret meraklısıdırlar; hatta bazıları şöhretle anılsınlar diye caminin duvarını bile kirletirler. Onlar Bediüzzaman gibi ömrünü mahviyet içinde Kur’an’a hizmetle geçiren âlimleri hiç ama hiç anlayamazlar. Hatta imanı kurtarmanın ve Kur’an’a hizmetin de çok yabancısıdırlar.
Allah aşkına, Risale-i Nur için, “Çok kötü ve anlaşılmaz bir dille yazılmış” demek, o eserleri anlayarak okuyanlara açık bir iftira değil midir? O eserleri okuyanlar için, “Peşinen anlamamayı kabul edenler” demek aşağılayıcı bir dil değil midir? Kaldı ki, Bediüzzaman’ın dili, eğer müfterinin dediği gibi, çok kötü olsaydı, neden bu kadar tahsilli ve aydın insan bu eserleri okumaya devam ediyorlar? Neden dünyada ortalama 60 dile çevrilmiş bulunuyor? Neden Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında bugüne kadar yüzlerce uluslararası sempozyum düzenlendi?
Her şeyden önce Risale-i Nur’un o kişinin şiirleriyle mukayese edilemeyecek derecede kabule mazhar olması, iftira sahibinin kıskançlığını ortaya koyduğu gibi, dilinin de sorunlu olduğunu en iyi anlatan bir durumdur.
Bediüzzaman gibi vefat etmiş mazlum bir insana ve yıllarca laik rejimin takibinde kalan ve hapis yatan talebelerine böyle isnatlarda bulunmak insafa, vicdana ve dine sığar mı? Ateistlikten döndüğünü söyleyen birisi, eğer sözünde doğruysa bu iftirayı yapabilir mi?
Risale-i Nur elbette ki, tenkit edilebilir. Müellifin kendisi de, “Benim gibi iyi derecede Türkçe bilmeyen…” diyerek özrünü beyan ediyor. Ama “Bu eserlerden kimse bir şey anlamaz” demek toptan, maksatlı ve aşağılayıcı bir dildir.
Eğer denildiği gibi “Çok kötü bir dille” yazılan bir eser, Türkiye’de en çok tekrarla okunan bir eser durumuna gelmiş ise, o zaman bu sözün sahibi zımnen, Türkiye’nin yarısına yakın kısmının geri zekâlı ve ahmak olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu tutum, bizzat kendisinin sorunlu bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir.
“Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir” sözü, ehl-i insaf olan herkese göre, hem Risale-i Nur’u okuyanlara hem Bediüzzaman’a bir hakaret ve bir iftiradır. Şunu söyleyeyim ki, Said Nursî’yi “Deccallara meydan okuyan imanın remzi” olarak tanımlayan, Risale-i Nurları da “Büyük bir imparatorluğun son sözleri” olarak değerlendiren çağımızın büyük sosyoloğu Cemil Meriç Risale-i Nurlar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Risâle-i Nur’da üslûp ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır. Bu itibarla Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir.” Bu sözler, böylelerinin ağzına vurulan büyük bir şamardır.
Aslında nefse ağır geldiği için, onun kitaplarını inceleme zahmetine katlanamayanların Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatmaları, hakarete varan ifadeler kullanmaları ve itirazları, sadece onların seviyelerini ortaya koymaktadır. Oysa Bediüzzaman’ın Türkçesi çok güzel ve çok özel bir Osmanlı Türkçesidir. Üstad, konu dağılmasın ve anlam zarar görmesin diye, Risale ve mektuplarında anlam bütünlüğüne çok önem vermiştir. Ayrıca okurlarının durumlarını göz önünde bulundurarak Türkçesini hep yenilemiştir. Mesela, 1935 yılında yazılan Eskişehir müdafaası ile 1952’de yazılan İstanbul Gençlik Rehberi müdafaasının Türkçeleri çok farklıdır. Keza Barla Lahikasındaki mektuplarla Emirdağ lahikasındaki mektupların Türkçesi oldukça farklıdır. En son yazılan mektuplar daha sade bir Türkçe ile yazılmışlardır. Ne var ki, bugünkü İngiliz gençleri Şekspir gibi klasik bir yazarı okurken anlamakta biraz zorluk çektikleri gibi, günümüz gençlerinin de Risale-i Nur’u okurken biraz sıkıntı çekmeleri son derece normaldir.
Kaldı ki, Bediüzzaman’ın hasımları kabul etmeseler bile, Risale-i Nurlar bugün milyonlarca insan tarafından okunmakta ve anlaşılmaktadır. Risale-i Nurlar iman ilm-i halleridir. Nur talebeleri bu eserleri, bazı hocalar gibi, “Acaba neresinde ne gibi bir eksiklik bulabilirim de onu el-âleme ilan edeyim” niyetiyle okumuyorlar. Onlar saadet-i ebediyenin anahtarı olan tahkiki imanı elde etmek için okuyor ve tahkiki imanı elde ediyorlar da. Bundan daha büyük bir servet olabilir mi? Hangi şairin şiir kitabı veya hangi yazarın çok satan kitabı bu kadar ulvi bir zevke okunabilmiş ve milyonlarca insana iman hazzını verebilmiştir?
Risale-i Nurların dili o kadar tatlı, o kadar ruhu okşayan bir üslupla yazılmış ki, okurlar onu okumaya doymuyorlar. Üstelik müellifin kendisi bile, Esmaü’l-Hüsnâ’nın bazı isimlerini farklı bir açıdan şerh eden Haşir Risalesi gibi bazı eserlerini defalarca (500 defa) okuduğunu itiraf ediyor.
Şimdi numune olarak Bediüzzaman’ın birkaç vecizesini buraya alacağım:
“İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Küfür insanı gayet canavar hayvan eder.”
“Nasılki esmada bir ism-i azam var, öyle de o esmanın nükuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey İnsan! Eğer insan isen kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali vardır.”
“Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firaklarla doludur.”
“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”
İşte iman, işte marifet, işte Osmanlı aydınının güzel Türkçesi… Acaba bu kelimelerin ifade ettiği manalar bu kadar tatlı bir üslupla başka türlü ifade edilebilir mi? Bu sözlerin neresinde hakikate aykırı bir kelime ya da anlaşılmaz bir taraf vardır? Kuşkusuz, şair veya yazar olduklarını söyleyenler bu ulvi manalara çok yabancı oldukları için bunları idrak etmekten uzaktırlar.
Peki, hoşlanmadıkları birçok tarikat lideri ve cemaat olduğu halde bunlar neden özellikle vefat etmiş olan Bediüzzaman’a ve Risale-i Nurlara saldırıyorlar? Çünkü bunlar, Ehl-i sünnet itikadını bozup kendi arzularına uygun bir İslamiyet ortaya koymak istiyorlar. Bu çabalarına en büyük engel, Ehl-i Sünnet itikadını en iyi şekilde müdafaa eden Risale-i Nur’u görüyorlar. Risale-i Nur, tıpkı Mevlana’nın Mesnevisi gibi, İslam’ı anlatan ve tecdit eden ve asırlara hitap eden manevi bir Kur’an tefsiridir. Eğer Mevlana kısmen devletin koruması altında olmasaydı bu kişiler ona da çok saldırırlardı.
Bir de Kur’an’ın şairler hakkında ne söylediğine bakalım:
Allah Zü’l-Celal Şuara Suresinde şöyle buyuruyor:
(وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ) “Şairlere ise, haddi aşan azgınlar tabi olurlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başka.”
Allah burada iman edenler ve amel-i salih işleyenler dışındaki şairleri hicvediyor. Anlıyoruz ki, şairlerin büyük kısmı, haddini bilmiyor, her vadide kalem oynatmaya çalışıyor ve yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Salih amel işlemek şartıyla iman edenler müstesnadır.
Şu da vardır: Bu tür hakaret dili kullananlar, ellerinde demir türü siyaset topuzu ve iş verme imkânı olanlardan çok korkarlar. Fakat Nur talebeleri gibi cehennem ateşinden kurtulmak için imanlarını güçlendirmeye çalışan, bu meseleye hayatlarını vakfeden ve ellerinde siyaset topuzu bulunmayanlardan elbette ki korkmazlar. Onun için meydanı boş buldukça saldırıyorlar. Faraza eğer bir gün Nur talebeleri işveren konumuna geçip ellerine idari bir güç geçecek olursa, mesela vali, rektör veya bakan olurlarsa, o Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde konuşanların hepsi, iş bulmak ya da işlerinde yükselebilmek için birer meddah kesilirler. Her gün ellerine Risale-i Nurları alıp gösteriş yapmaya çalışırlar. Bu tür olaylara, yaşayarak defalarca şahit olan bu fakire inanın; hakaret edenler bu kadar korkak ve bu kadar zavallıdırlar.
Musa Kazım YILMAZ
Kaynak: RisaleHaber