Etiket arşivi: Üstad

Üstâd Bediüzzaman’ın Tekfire Bakışı

Günümüz Müslümanları içerisinde, mü’mini mü’mine kırdıranların kullandıkları bir silah da tekfirdir. Tekfir yani “birisine’ kâfir’ deme, kâfirliğine hükmetme.” (1) Öncelikle unutulmaması gerekir ki, Selef-i Salihin yani Sahabe – Tabiin ve Tebe-i Tabiin Radıyallahu Anhum Ecmain’in hiçbirisi bir şahsı kastederek tekfir etmemişlerdir. Günümüzde çıkan bazı franksiyonlar maalesef “Selef”in adını kullanarak tekfire cüret etmektedirler. Küçük bir mesele değil, azim bir cinayete sebebiyet veren bu fiile bir de Sahabe mesleğini takip eden Allâme-i Asır, Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri nazarı ile bakmak gerektiği kanaati hâsıl oldu. Bakalım tekfir konusunda Asrın İmâmı Bediüzzaman ne diyor, diye araştırma yapmaya karar verdim. Konu ile ilgili mektuplarını ve Risale-i Nur’da geçen müteferrik yerleri cem’ etmeyi münasip gördüm.

Öncelikle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin tekfir konusuna dair müstakil bir mektubu ile başlayalım;

«Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bir ehemmiyetsiz mes’eleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli düşmanlarımızın telkinatıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmeyen propaganda yapılmış. Mahkameye ve makam-ı iddiayı şaşırtıyorlar. Meselâ, birisi şudur: Müslüman memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler ‘Said bize dinsiz der’ Hattâ savcının doksan hatasını gösteren cetvelde, otuz altıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevap verildiği halde, yine o propaganda kimseyi kandırmadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim:
Evvelen: Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir.
Saniyen: Mezheb-i Hanefîde çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğersarih küfürü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine te’vili mümkün olsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir bana çok ağır geliyor.
Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarımı bildiğim kökü Avrupa’da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ehl-i dalâlet derim. Yâni harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir.
Rabian: Gayr-i muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena sıfatlar için, ‘Böyle yapan münafıktır, veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur’ denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’ân-ı Hakimde böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabiratı gibi bir tabirolduğu halde, savcı o tabiratı kendine muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.
Said Nursî» (2)

Burada da görüleceği üzere Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne “tekfir çok ağır geliyor” ve hiçbir mü’mini tekfir edip, küfür yaftası vurmamaktadır. Bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (3)

Tekfire yeltenenlerin, kendilerine dayanak gördüğü bir husus ise şudur; ‘Küfür ameli işledikleri için kâfir olurlar. Bu nedenle biz tekfir ediyoruz.’

Bu husus ile ilgili şu açıklama çok yerindedir; “Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.” (4) Aynen böyledir. Bu husus cezbe halinde iken müvazene dahilinde görünmeyen bir kısım şathiyeleri söyleyen kişilere şamildir. Söylediği kelâm zahire bakılırsa küfür görünüyor ama o sözü söyleyen kişi kâfir olmuyor. Buna İslâm tarihinden birçok örnek vermek mümkündür.

Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen bir diğer düstur akla geliyor; “…herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.” (5) Günümüzde de bunu gözlemlemek mümkündür. Mesela Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” (6) demektedir. Ama her yalan söyleyen kâfir olmaz. Aynı şekilde İşârâtü’l-İ‘câz eserinde de “Kizb, küfrün esasıdır.” (7) şeklinde ibare geçmektedir. Yalan, küfrün esası olmakla birlikte her yalan söyleyene kâfir diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Aynen bunun gibi de kâfir olan bir kişi dürüst olabilir. Çünkü kâfir olan birisinin “bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.”

Konuyla ilgili Sünuhat eserinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir;
«Meselâ, demiş: “Bu şey küfürdür.” Yâni o sıfat îmândan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile “O zât küfür etti” denilir. Fakat mevsufu ise; mâsume ve îmândan neş’et ettikleri gibi, îmânın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafâ mâlik olduğundan, “O zât kâfirdir.” denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde “şekk” var. Îmânın vücudunda da “yakîn” var. Şekk ise yakînin hükmünü izâle etmez.
Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!» (8)

Demek ki, bir mü’ minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse, yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şekk var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor.

Yâni yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kesin olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, ‘Ben mü’minim, Müslümanım’ diyecektir.

Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz kesin bilgimizi, şüphe ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
Müslüman bir kimsenin yalan söylemesi konusu ile ilgili bir rivayet şöyledir;
Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
– Resulullah (a.s.m): Evet, bazen olabilir.
– Ebu’d-Derda: Peki, mü’min zina edebilir mi?
– Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da “Evet!”.
– Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
– Resulullah (a.s.m): “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (9)
Rivayetin son kısmında geçen “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” hadîsi ile “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” sözü, görüldüğü üzere tam bir mutabakat içindedir.

Bir başka misal verelim;
«Rivayette var ki: “Âhir zamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هٰذَا كَافِرyazılmış bulunur.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ‌
Bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına Frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.» (10)

Bu yeri daha iyi anlamak için şu ifadeler ile birlikte meseleye bakmak gerekiyor;
«Üç mahkemede ondan beraet kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadîsin hârika tevilini beyan ederken, cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” demesiyle beraber bütün şeyhülislâmlar ve bütün ulema-i İslâm cevazına müsaade etmedikleri halde, avam-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri ile onlar tehlikede yani ya dinini bırakmak ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuâ’nın bir fıkrası: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı ve hiçbir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları ve şimdi resmen askerin başından kalktığı ve örme ve bere çok vilayetlerde yasak olmadığı halde hem benim hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, hiçbir usûl bu pek manasız ittihamı bir suç sayabilir mi?” (11)

Bu iki yeri birlikte ele alınca konu daha iyi anlaşılacaktır. Şapka meselesi ile ilgili cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” diyor. Ama Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, meseleyi farklı bir boyuttan alıyor ve şöyle diyor; “…cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.” Tabirleri dikkatle okuyunca “cebir” yani “zoraki ve kuvvet kullanarak” geldiğinden dolayı ve bunu da “kanun” olarak yürürlüğe sürenlerin bulunduğu dönemde; “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesi çok ehemmiyetlidir. Bu tavrı ile Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtar”maya vesile olmuştur.

Eğer ki bu şekilde tavır göstermemiş olsa idi hem ehl-i imanın avam yani halk tabakasını, sıradan insanlarını, bilgili olmayan kesimi isyan ve ihtilal çıkarmalarına sebebiyet vermiş olacaktı.

Şapka ve küfür konusu ile ilgili İşârâtü’l-İ‘câz eserinde şöyle bir soru cevap da dikkat çekmektedir;

«Sual: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalpte o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

Cevap: Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûya mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden bu gibi emarelere göre hükmedilir.” (12)

Burada geçen “…şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder.” cümlesi üzerinde durmak gerekir. (13)
Şöyle ki;

İslam zahire göre hükmeder. Yani bir kişinin inanç kimliği ancak ifade ve tavırlarından tespit edilebilir. İnsanın iç ve kalp dünyasındaki hedef ve niyet, Allah ile kul arasındadır. Bu sebeple bir insanın zahir ifade ve tavırlarında küfrü gerektiren bir hal varsa, zahiren ve hukuki açıdan bu kişi küfürde kabul edilir.

Belki iç dünyasında ve niyetinde öyle bir hal yoktur. Yani iç dünyasında Müslüman, dış dünyasında küfür içinde olabilir. İç dünyası bize gaybi ve meçhul olmasından dolayı biz onunla mesul olmayız. O, Allah ile kul arasında olan bir durumdur. Günümüzde niyet ve kalp noktasından Müslümanken, zahiri hal ve ifade noktasından küfürde olan çok insan vardır. Bu da cehaletten ileri geliyor.

İlm-i kelam kaynaklarında insanların iman noktasından tasnifleri yapılmıştır. İmanın rüknü ve sıhhati kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Kalp ile tasdik asıl rükün iken, dil ile ikrar tali bir rükündür. Kişi bu rükünlerden sadece kalp ile tasdiki yerine getirse, dil ile ikrarı yerine getirmese, dünyada hükmü kafir, ahiretteki hükmü ise mümindir diyen alimler olmuştur. Bu noktadan bakacak olursak, böyle insanlar hakikatte mümin sayılırlar. Ama hal ve tavırlarına dikkat etmedikleri için, büyük bir harama ve günaha da girmiş olurlar.

Bunun aksini söyleyen Ehl-i sünnet alimleri de vardır. Dil ile ikrar mazeretsiz terk edilir ise, kişi küfre düşer. Mazeret Hazreti Ammar (r.a)’in ölüm tehlikesini ve işkenceyi bertaraf etmek için kalben değil, sadece dilinden hubel demesi gibidir. Hazreti Ammar (r.a)’in bu hali bir özürdür. Kişi özürsüz ve mazeretsiz olarak küfrü gerektiren lafız ve hallere düşerse, imanı gider. İslam alimleri cehaleti mazeret olarak kabul etmiyorlar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam hukukunda hükümler zahire göre verilir. Yani hukuk delil ve işaretlere göre hareket eder; insanın niyet ve iç yapısına göre hareket etmez. Bir insan hakikat noktasında masum iken, zahiren ve görünüşte deliller ve işaretler aleyhinde bulunsa, bu kişi hukuk açısından suçlu sayılır. Zira hukuk kalbe değil, ele bakar. Yani insanın hakiki haline değil, zahiri haline göre hüküm verir. Zaten insanların hakiki halini Allah’tan başka da kimse bilemez. Bu yüzdendir ki, bazen adil bir mahkemede hakikat noktasında haksız, zahiren haklı hükümler çıkabiliyor.

İllet, bir şeyin hakiki sebebine denir. Yani hakikati haline illet denilir. Zahiri sebepler ise, bir şeyin hakiki illeti olamazlar. Mesela elmanın zahiri sebebi ağaç iken, hakiki sebebi Allah’ın kudretidir. Burada zahiri sebebi illet yerine koymak şirktir. Yani elmayı ağaç yapıyor demek şirk olur. Ama aynı tabir ve hüküm insanların hukuk davasında tersinedir. Yani zahiri sebep hukukta hakiki illet olurken, hakiki illet sebep gibidir. Burada itibar olunan zahiri sebeplerdir. Zira insanlar hakiki illeti göremez, ancak zahiri sebepleri görebilir ve hüküm ve kararını da buna göre verebilir.

Mesela bir insan profesyonel bir şekilde cinayet işleyip, başka birisinin üstüne suçu atacak şekilde plan yapsa. Deliller ve işaretler başka masum birisini gösterse. Zahiri sebepler açısından suçlu masum insan iken, illet, yani hakiki sebep noktasından suçlu, gerçek katil olan adamdır. Katil adamı affedip, masum adamı hapse atmak zahiri deliller açısından normal iken, illet bakımından, yani hakikat noktasında zahiri deliller ile masum bir insanı hapse atıp, katili serbest bırakmak da zulümdür. Yalnız hakim hakiki illete muttali olamadığı için, ona bir günah yazılmaz. Şu var ki, hakim, olması gereken tetkik ve tahkiki yapmak zorundadır; aksi taktirde mesul olur.

İşte bunun gibi, bir kişinin Müslüman ve mümin olduğunu ancak zahiri halinden anlarız, niyet ve kalbi bize meçhuldür. Kalben mümin olan birisi zahiren kafir görünse, biz ona kafir deriz. Zahiren mümin ama kalben kafir olsa, biz ona mümin demek zorundayız. Biz hükmü, illete göre değil, zahiri sebebe göre veririz. İllete, yani hakiki hale göre hüküm vermek, sadece kalpleri bilen Allah’a mahsustur.
“…Binaenaleyh itmam-ı rükûa mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir…” cümlesine göre insanların kalbine bakmaksızın giyim kuşamlarına göre kâfir gibi nitelemek İslâmiyet’e münafi değil midir? Ve “Ameller niyetlere göredir.” hadîs-i şerîfi ile çelişkili değil midir? şeklinde bir soru akla gelirse şu cevabı veririz; (14)

İslam inancında hayati bir tehlike söz konusu değilse, kalpteki imanın ifade edilmesi ve gösterilmesi farz kılınmıştır. İnanç açısından insanlar ancak bu cihetle birbirlerini tanıyabilirler. Ve hukuk sistemi de buna göre işler. Yoksa kimse kimsenin kalbindeki inancı görüp bilemezdi ve kim Müslüman kim değil belli olmazdı.

Bu belirsizliğin giderilebilmesi ancak semboller ile mümkündür. Semboller içteki görünmeyen alemin dışa aktarılması ve gösterilmesi ve manaların lafız şeklinde belirmesidir. Semboller insanlar arasında iletişimi sağlayan temel unsurlardır. Semboller olmadan hayat felç olur.

Her inanç gurubu kendi değerlerini kendi kimliğini kendi hüviyetini oluştururlar ve bunu da semboller üzerinden ifade ederler. Bu yüzden semboller temsil ettiği inançlar kadar gerçek ve önemlidirler.

Mesela sarık, takke, ezan, tesettür, Cuma, sakal vesaire Müslümanların inanç sembolleri iken zünnar, haç, vaftiz, kilise, çan gibi semboller de Hristiyanların sembolüdür. Zünnar, “Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.)” (15)

Etek, bluz, kadınların simgesel giysileridir; pantolon, ceket ise erkeklerin simgesel giysileridir. Kadının erkek erkeğin de kadın gibi giyinmesi sembolik ve simgesel açıdan ters bir durumdur ve toplum bunu kabul etmez.

Papazın sarık cübbe giymesi nasıl Hristiyan inancına aykırı ise, bir Müslümanın da papaz gibi giyinmesi İslam inancına aykırı bir durum olur. Bir Müslümanın “Benim kalbim temiz” deyip İslam inancından farklı bir sembole bürünmesi İslam’a aykırıdır.

Nötr ve insani simgeler ise, her inanç gurubunda normal kabul edilir. Ve her insanın bu simgeleri kullanması helal ve caiz olan bir durumdur. Mesela inanç simgesi içermeyen pantolon, ceket, gömlek, ayakkabı gibi şeyleri kullanmak ve tüketmek normaldir ve onları kullanmakta herhangi bir sorun yoktur.

Yunan bayrağını, ‘İ’lâ-yı Kelimetullahın bayrağı olan (Hilal yıldız Bayrağı)’nı (16) indirerek Ankara’nın göbeğinde göndere çeksek simgesel açıdan bu bir egemenlik sorunudur. Demek simge ve semboller en az can, namus ve vatan kadar önemlidir. Bu nedenledir ki sarık konusunda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Bu sarık bu başla beraber çıkar!” (17) demiştir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir “iddia” ve o iddiaya verdiği “cevab” tam da konumuza bakmaktadır. Şöyle ki;
«İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsadatına karşı Kur’an’ın hakikatları ile mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.

C: İddiacının bu ittihamı, hem kaç vecihle hata ve yalan hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibariyle Said’i hapis veya tazib etmiş bir kısım müslüman ve ehl-i iman memurlara, o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: O vazifeperver müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni i’damla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim deyip, mümkün olduğu kadar musalahakârane onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevi ve garib adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zan ile hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.» (18)

Burada geçen şu cümle mühimdir; “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez.” Bu cümleyi Mektubat’ta geçen şu cümle ile birlikte anlamak yerinde olacaktır; “Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.” (19)

Hiçbir cihetle içinde lezzet olmayan, elem içinde elem, zulmet içinde zulmet, azap içinde azap olan imansızlık ile insanları damgalayıp, yaftalayanların kulakları çınlasın!

Tekfir meselesi ile ilgili siyasî tarfgirlerden de şu örneği vermektedir Üstâd Bediüzzaman Hazretleri;
«Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (20)

“Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti.” cümlesinden de anlaşılacağı üzere siyasî tarfgirliğin bu derece vahim neticeleri vardır. Dindar olan bir âlim, kendi siyasî fikrinde olmayan sâlih bir âlimi, küfre girmiş ve imansız olmuşçasına zayıf göstermeye çalışıyor. Allah bu hallerden muhafaza eylesin. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bir başka eserinde ise aynı mânâyı ifade ederken; “….mübarek bir âlim takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimi onun fikrine muhalif olmasından tekfir derecesinde tahkir edip kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti.” (21) demektedir.

Bir diğer konu; Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zâtlardan iki ismi misal vererek mukayese yapmaktadır.

«Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var, zahirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.

Mesela, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi İtizal’de en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.» (22)

Keşşaf Tefsîri’nin sahibi “Zemahşerî”nin eserleri, ehl-i sünnet medreselerde yüzyıllar boyu ders kitabı olup, okunagelmiştir. Zemahşerî için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor; “…muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar.” Buradan aynı zamanda “muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet”in ehl-i bid’a bir mezhep olan Mu’tezile’nin “en mutaassıp” bir savunucusunu bile tekfir etmediğini görmek mümkündür.

Tekfir etmenin şer’î hükmü ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu ifadeler geçmektedir;
« Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.» (23)

Burada geçen ilk cümlede; “…zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var.” denilmektedir. Hiçbir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte ‘insanları zemmedin, tekfir edin’ diye bir şer’î, dini emir yoktur. Fakat insanları zemmetmek ve tekfir etmekte ise şer’î hüküm vardır. Bunu da yine Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir; “Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.” Zem yani “kötülemek, yermek, ayıplamak”ta (24) ve insanların küfrüne hükmedip, onlara kâfir demek olan “tekfir”de, eğer o haksız olsa büyük bir zararı vardır. Eğer o kişi zemmedilmeyi ve tekfir edilmeyi hak eden birisi ise, bizim onu zemmetmemiz ve tekfir etmemizde hiç hayır ve sevap yoktur. Hükm-ü şer’îden kasıt hadîs-i şerîfte buyurulan; “Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (25) hükmüdür. Bu ve benzeri hadîs-i şerîfler, mü’minleri tekfir etmeme noktasına parmak basmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, son olarak da konuyu şu şekilde bağlıyor; “Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.” Tekfir ve zemm edilmeyi hak eden kişiler hadsizdir. Fakat insanları kötülemek, yermek, ayıplamak ve kâfir damgası ile yaftalayıp tekfir etmekte şer’î bir hüküm olmadığı gibi zarar da yoktur.

Maide Sûresi 44. Âyet-i Kerîmede geçen
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
Yani “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (26) âyeti ile ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde bir değerlendirme yapmaktadır;

«Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab’dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esasîyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi,
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:
مَنْ لَمْ يَحْكُمْ
bimana
مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ
dır.» (27)

Bu yeri “Allah’ın Hükmü İle Hükmetmeyenler” isimli yazımızda geniş bir şekilde ala aldık. Dileyenler o yazımıza müracaat edebilirler.

Genel olarak Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin burada söylediği şudur; ‘Her kim hükmetmezse’, ‘Her kim tasdik etmezse’ mânâsındadır.

Tekfir edenlerin en çok suistimal ettiği âyetlerden birisi de bu âyet-i kerîmedir.

Sonuç olarak; Hayatını İslâmiyet Davası ve İman – Kur’ân Hizmeti üzere geçiren Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle tekfire karşıdır. Ve bunu bizzat Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerden ders almıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi; “Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!” (28)

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1016, tekfir maddesi
2 – Son Şahitler, c. 2, Mehmet Kayıhan Hatıralarından
3 – Müslim, 1/319
4 – Lem’alar, s. 331
5 – Münâzarât, s. 32
6 – Sözler, s. 790
7 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 99
8 – Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 15
9 – Kenzu’l-Ummal, Hadîs No: 8994
10 – Şualar, s. 476
11 – Şualar, s. 383-384
12 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 72
13 – Bu cümlenin izahına dair alıntılar şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
14 – Verilen cevap bir kısmı düzenlenerek şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
15 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1112, zünnar maddesi
16 – Bkz. Âsâr-ı Bedîiyye, s. 699
17 – Emirdağ Lâhikası 2, s. 19
18 – Şualar, s. 422-423 [2005 baskı Envar Neşriyat, Hata Savab Cedveli]
19 – Mektubat, s. 70
20 – Mektubat, s. 299
21 – Tarihçe-i Hayat, s. 515
22 – Mektubat, s. 515
23 – Emirdağ Lâhikası 1, s. 205
24 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1101, zemm maddesi
25 – Müslim, 1/319
26 – Kur’ân-ı Kerîm, Diyanet İşleri Meâli – Yeni, Mâide Sûresi, 44. Âyet-i Kerîme Meâli
27 – Münâzarât, s. 78
28 – Münâzarât, s. 78

Aziz Üstadım!

Senin bizi terk etmenin üzerinden 55 yıl geçti. Bizler seni yaşarken göremedik, bazılarımız daha dünyaya gelmemişti, bazılarımız da benim gibi çocuktu o zamanlar. Hem o günlerde sen zaten ziyaretçilerle görüşmüyordun ki. Çok nadiren görüştüklerinin de gidiş dönüş yol masraflarını onlara ödüyordun. Bugün bütün talebelerinle görüşsen, aynı kaideyi uygulasan onlara paran da yetmez ki.

 “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”  diyordun ya, bu yüzden seninle aramızdaki irtibat hiç kopmadı, Sen alem-i ervahta, bizler, alem-i şahadet’teyiz ama,  aramızda ki ”müfritane irtibat” yine eserlerin sayesinde imani bağlarla devam ediyor.

Aziz Üstadım! Talebelerin çoğaldı, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar, Risale-i Nur’lar bugün 50 den fazla dile çevrildi. Sen1925 yılında Van’daki Medresenden ve talebelerinden koparılarak getirildiğin Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu ve Emirdağ’dan bugünleri görüp öyle yazıyordun, her çileye bugünler için katlanıyordun, “ Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” diyordun ama, kızma Üstadım! bizler ancak şimdi anlayabiliyoruz. Bizim akıl fenerimiz yakınları görüyor, uzaklara bakamıyor ki. Ama bizler senin fenerinin ışığıyla elde ettiğimiz talebelikle iftihar ediyoruz. Sen bizi kardeş, talebe kabul ettin ya, o bizlere yeter.

Aziz Üstadım! Sen,” Risale-i Nurlar Kur’anın malıdır” diyordun, onları Diyanet işleri başkanlığı bassın diye ta o zamanlar Ahmed Hamdi Akseki’ye talebelerini göndermiştin ya, o isteğin bugünlerde kabul oldu. Onun halefi Diyanet işleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez beyefendi, hükümetin kararlı desteğiyle ” İşarat-ül İcaz” isimli kitabını bastırdı, ardından diğerleri de gelecek diye müjdeler verdi. Bu bizler için de çok önemliydi. 28 yıl seni sürgünden sürgüne gönderenler, 163. Madde ile seni ve talebelerini hukuksuz yere hapislere attıranlar gitmiş, çoktan toprak olmuş, çürümüşler, şimdilerde tanıyanları bile kalmamışken Risale-i Nurlar’ın devlet eliyle bastırılması, “Devlet-millet barışması” adına ne güzel bir örnek oldu değil mi?

Aziz Üstadım! Senin Risale-i Nurlarla hem dilimizi bozmak isteyenlere karşı dilimizi, hem de dinimizi koruduğunu yeni anladık. Talebelerin dimdik ayakta kaldılar, dillerini de dinlerini de korudular. Osmanlı Türkçesiyle de bağlarımız kopmadı. Kur’an öğrenmenin yasak olduğu yıllarda “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek” dir diyerek eserlerini çok uzun yıllar Arap harfleriyle elle yazdırdın, zaman geldi teksirle bastırdın, 1956 yılından sonra da yeni nesilleri Risale-i Nurlardan mahrum etmemek adına yeni harflerle onların hepsini bastırmaya izin verdin.

Aziz üstadım! Sen Risale-i Nurlar’ın sadeleştirmesine sağlığında karşıydın. Sen hakkını helal etmedin için, sana rağmen senin eserlerine sadeleştirme zulmünü yapanlar, halkın çoğunluğunun demokratik yolla seçtiği siyasetçileri ve siyaseti başka ülkelerden idare etmeye kalkışınca, anlamsız bir savaş başlattılar. Ateşi söndürmek için çok talebelerin eski günlerin hatırına araya girdiler, ama kimselere dinletemediler. Görüşme talepleri kabul görmedi. Sen, bir defa daha haklı çıktın ..husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.” demiştin ama, onlar seni anlamak istemediler. Sen şahsını, hayatın boyunca hep geri plana çekip Risale-i Nurlar’ı ön plana getirdin, kitap eksenli, Kur’an eksenli iman hizmetini esas yaptın ve her zaman tek aklı değil, meşvereti, şahs-ı maneviyi önerdin talebelerine. Kendinle özel görüşmeye sınırlar koydun, zahmete gerek yok Risale-i Nurları okuyun dedin. Şimdi bunun ne demek olduğunu daha iyi anladık. Keşke oradaki samimi kardeşlerimiz de anlasa, akıllarını ve iradelerini esir vermekten, kendilerini çoban ile koyun ikilemine girmekten kurtarsalar, yine Risale-i Nurlara dönseler, onun hizmet prensiplerini esas alsalar… Sen çok şefkatlisin Üstadım, hayatında sana zulmedenlere bile hiç beddua etmedin, oradaki samimi kardeşlerimiz için bir seferlik dua etsen kabul olur inşallah, belki kurtulurlar. Kurtulmak istemezlerse, kendileri bilir artık.

Aziz Üstadım! Sen aramızda iken bugünleri görüp sanki öyle yazıyordun, şimdi de oradan bakıp ben bunları yazdım ama sizler beni anlayamadınız demiyorsun, demezsin de. Ve bizleri asla utandırmazsın. Mesela 1910 yılında Tiflis’de Şeyh San’an tepesinde Rus polisiyle konuşurken,”Niye böyle dikkatle bakıyorsun sorusuna “Medresemin planını yapıyorum” deyince seni o zaman ne o Rus polisi anladı ne de bizler anladık, ta ki Tiflis’te 1991 yılında Risale-i Nur dershanesi açılıncaya kadar.

Bugün Rusya’dan, Tayland’a, Afrika’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ve Kanada’ya kadar her yerde Nur dershanelerin, talebelerin var. Hani Sen üç dilde eğitim vermesini istediğin, din ilimleriyle pozitif ilimlerin birlikte okutulacağı “Medreset’üz Zehra” Üniversitesi, 2.Abdülhamid’ten istediğin ama 1913 de Sultan Reşat’ın gayretiyle Van/Edremit’te temelleri atılan o Üniversitenin devamı, 1.Dünya savaşı çıkınca olmamıştı. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1922 de sürdürdüğün azmine rağmen, yine nasip olmamıştı. Bugün Türkiye’nin her ilinde, Üniversitelerde okuyan binlerce genç, onun manasını yerine getiren Nur dershanelerinde kalıyorlar. Hem oralarda Risale-i Nurları okuyarak din dersi alıyorlar hem de Üniversitelerde pozitif ilimleri okuyorlar. Her yeni açılan dershaneden benden önce senin haberin olur ya, ben yine de söylemiş olayım.

Aziz Üstadım! . Sen, bir gün insanoğlunun Ay’a ineceğini bizlere gizli bir şekilde haber verdin. Aynen Kur’an’daki gib,i sen de bu müjdeyi eserlerinin satırları içinde sakladın, bizim bulmamızı istedin, ama bizler bu misalleri anlamadık ki. Ta 20 Temmuz 1969 da N.Armstrong bize 380 bin km uzaklıkta olan Ay’a ilk ayak basan kişi olarak karşımıza çıkıncaya kadar.

Sen Sözler’de,  Mektubat’ta ve Mesnevi-i Nuriye’de “ Evet, beşer, Kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer.”

“eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.”

*Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malumat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın.  “ diye yazdın, ama bizler anlamadık.

Aziz Üstadım! Sen bir müjde daha veriyorsun, birisi gelecek Müşteri’den (Jüpiter, Erendiz) sana ne var ne yok, haber getirecek, diyorsun. 1972 de gönderilen ilk uydudan sonra da çeşitli uydular fırlattılar, oradan bazı haberler geldi ama henüz insanlar oraya ayak basamadılar. Çünkü o gezegenin Dünya’ya uzaklığı 620 milyon km, yüzey sıcaklığı ise -147 °C kadar. Müşteri, gaz bir gezegen olduğundan bilim dünyası henüz oraya gidip gelecek ve yüzeyine inip Ay’daki gibi gezinti yapacak şartlara ulaşamadı.  Ama ben inanıyorum ki burada da bize gizli bir müjde var, zamanı gelince oraya gidilecek, oradan birileri haberler getirecek, ama ben göremeyeceğim herhalde.

Aziz Üstadım! Senden affımı diliyorum, sana bu mektubu yazarken Risale-i Nurlardaki kelimelerle yazmadım, bu mektup herkese açık olacağından, gençler de okusun anlasınlar ki Risale-i Nurlar’ı okuyanlar hem geçmişle bağlarını korurlar, kültürlerini muhafaza ederler, dinlerini öğrenerek yaşarlar, hem de şimdiki nesillerle iletişimlerini devam ettirirler. Çünkü onların kelime dağarcığı çok geniştir, öyle 300-500 kelime ile konuşup yazmazlar ki.

Aziz Üstadım! Bizi talebeliğine kabul ettiğin için Allah(C.C) senden razı olsun. Yarın mahşerde de Peygamberimizin sancağı altında seninle birlikte talebelerin olarak toplanmak ümidiyle, alem-i ervahtaki bütün kardeşlerimize, başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Peygamberlere, evliyalara, asfiyalara ve anneme babama sizin aracılığınızla eğer kabul ederseniz selamlarımı göndermek isterim.

Aziz Üstadım! Benim de buralarda çok vaktim kalmadı, yaşım 64, emr-i hak ne gün gelir bilinmez. “Rüyada bir hitabe”de yazdığın  “Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir “ziya gördüm.” sözlerinle ve  “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!” diye davet edildiğin o meclis var ya, yine öyle meclislere katıldığında beni de bir defa olsun “o, Benim talebem” diye yanında götürür müsün? Hani talebelerin çok ya, şimdiden adımı yazdırmak için izin istedim de. Ama yine de sen bilirsen, münasip ve layık görürsen, götürürsün belki Üstadım…

Öğrenmeye hala muhtaç, kusurlu 47 yıldır devamlı talebeniz

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’u Anlamak İstiyorum

Geçtiğimiz günlerde Risale Ajans’ı ziyaret eden Mustafa Sungur ağabey ile beraber uzun yıllar hizmet eden Sabri Okur ile merhum Mustafa Sungur ağabey başta olmak üzere Risale-i Nur hizmetleri konularında röportaj yaptık.
Bu görüşmemizin üçüncü bölümünü sizlerle paylaşalım:

Risale-i Nur’u anlayamıyorum veya anlaşılmıyor diyenlere ne diyorsunuz?

Bizzat Hüsnü Bayram abi ve Sungur abiden dinledim ortak hatırasıdır:
Ahmet Feyzi abi Gençlik Rehberini getirmiş ve Üstadım demiş bu Gençlik Rehberini bugünkü gençler anlamakta zorlanıyor. Bakın o zaman da aynı problem yani bazı kelimeleri tam anlayamayabiliyorlar bunun altına bir lugat veya az bir şey yapsak böyle izah gibi falan diyince..
Üstad öyle hemen dememiş birden yok.. Yani Üstad önce bir dinliyor adamı muhatabını.
Demiş “Olur.” Hemen ardından “Fakat Risale-i Nur yüksek İmani tefekküri dersi verdiği için onu okuyan talebe o anda nazarını hakikatten kaldırıp alttaki lugata bakar mana bozulur. Onun için ben izin vermiyorum” demiş. Bak alta lugat yazmaya izin vermemiş Üstad.
Bir de Ahmet Feyzi abinin Üstadım hani Gençlik Rehberini biraz izah etsek azda olsa sözüne.
Üstad demiş “ O zaman kardeşim kendi ismini yazarsın kitabın üstüne.” Yani benim ismimi değil de kendi ismini yazarsın o benim kitabım olmaz o zaman demiş.
Risale-i Nur’da şöyle bir sır var onu herkesin bilmesi lazım.
Risale-i Nur Kur’an-ı Hakim’in bu asrın fehmine uygun bir dersi olduğu için Risale-i Nur’da Üstad tecelli ediyor.
Yani o kitap öyle normal bir kitap değil ki.. Akla, kalbe, ruha ve sırra letaife hitap eden bir kitap..
Bir insan Risale-i Nur okuduğu zaman karşısında Üstadı görüyor. Onu artık Üstadla baş başa bırakıyor. Onun kalbini Üstad ikna ediyor. Sen boşuna uğraşmayacaksın. Sen Risale-i Nur’u perdesiz o zata vermeye gayret edeceksin.
Hizmet mi etmek istiyorsun? Risale-i Nur ver..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Nur dersaneleri aç..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Üç derse gidiyorsan beş derse git..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Yirmi sayfa okuyorsan günde 100 sayfa oku.
Yani hizmetin sınırı yok ki..
Ama hizmet deyip mukaddes hizmeti böyle başka şeyleri içine dahil ederek kendi kasır fehmimizi noksan fikrimizi efendim istikbali hatta yarını görmeyecek basiretimizi işin içine koyduğumuz zaman ne olur Allah muhafaza o hizmete güya fayda veriyoruz iyilik yapıyoruz sanırız aslında zarar veririz.
Hani bir tabir var halk arasında ne diyorlar “gölge etme başka ihsan istemez” yani bu Nur dairesinde herkes bunu bilsin ki Risale-i Nurlarla şerefleniliyor. Hiç kimse Risale-i Nur’u şereflendirmiyor.
Kimse gölge yapmasın. Bilsin ki biz burada sadece bu hakikati eğer kardeşlerimize perdesiz ulaştırabilirsek bizim için en büyük bahtiyarlıktır ve en bunu büyük bir bahtiyarlık addetsinler. İşte ağabeylerin bir özelliği varsa belki de en mühim özelliği budur.
Kendi akıllarını kalplerini ruhlarını hepsini Üstada kilitlemişler. Kardeşim Üstad böyle demiş vesselam. Sungur abiden öyle gördük. Biri gelse dese abi şöyle yapsak böyle hizmet olur mu? “Kardeşim biz Üstadtan böyle bir şey görmedik” der keser atar. Ve Üstadtan görmüşse “Üstad bize böyle derdi” der. Yani tamamen Üstad ve Risale-i Nur eksenli.
Ha vesselam eğer böyle yapabileceksek buyurun yapalım. Ama böyle yapamayacaksak hiç boşuna böyle bu hizmetin içine başka şeyler girdirip de hizmetin şeklini mecrasını değiştirmeyelim.
29.12.2012
Risale Ajans

Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de Bırakıp, Buraya Nasıl Gelirsin?

Sungur ağabey’den bizzat dinlediğim, sayın İhsan Atasoy’un da  Mustafa Sungur adlı kitabında çok güzel özetlediği mühim bir hatırası da şöyledir:

 “Üstadın hizmetinde kalbî vartalardan kurtulmak kolay değil. Sadece bu yönü bile büyük bir imtihandır. Çünkü kalbinizden geçenleri bilip sizi onunla muâheze ediyor (azarlıyor). Bir gün Üstadın hizmetinde beraber olduğumuz bir kardeşle aramızda kalbî bir gerginlik olmuştu. Üstad bizi gezmeye götürecekti. Gerginliği hissetti ki, tam arabaya bineceğimiz sırada:

‘Sungur, sen geri dön, Patnos’tan gelen mektuba cevap yaz’ dedi. Zahiren ‘peki efendim’ dedim, efeliğe toz konduramadım ama gelin içimdeki fırtınayı bana sorun. O kardeşin Üstad’la gidip benim geride kalmam, gerginliğimi arttırdıkça arttırdı. Neredeyse isyan edecektim. Onu bana tercih etti diye düşünüyor, içim içime sığmıyordu. Büyük vartalara yuvarlanıyordum.

Hatta bir ara içimden oraları terk edip gitmek geçti. Zihnimden önce Eflâni, sonra Ankara ve İstanbul’a gitmek geçti. Sonra en iyisi Ravza-i Mutahhara’ya varıp Resulullah’a türbedar olurum dedim. Böyle düşünürken bir hal oldu, sanki sema yarıldı, Ravzay-ı Mutahhara ortaya çıktı, içinden Peygamber Efendimiz göründü, ‘Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp, buraya nasıl gelirsin? Doğru onun hizmetine geri dön!’ diye beni şiddetle azarlamaya başladı! Hayal değildi, sesini duyuyor ve zatını görüyordum.

O hal gözümün önünden gittikten sonra içimdeki o gerginlik birden boşalıverdi. Kalbim kadife gibi yumuşak hal aldı. O kardeşime karşı menfi en küçük bir şey hissetmediğim gibi, o an gelse ayakkabısını silecek kadar ona karşı hürmet ve muhabbetle doldum.

Hele üstadımız dönüp geldiğinde, arabanın korna sesini işitip karşıladığımda, koluna girip merdivenlerden çıkarken, ‘Ooo benim Sungur’um!’ diye iltifat etmesi üzerine, içimde en küçük bir şey kalmaz, tam tedavi olurduk..”

Dr. NİYAZİ BEKİ / cevaplar.org

Mustafa Sungur Abi’nin “manidar” Gördüğü Rüya!

Sene 2005, Diyarbakır’ın en eski ve emektar on numara ile bilinen, balıkçılar başı semtindeki dershaneye gidiyordum. O sırada cadde gidiş-gelişli idi. Urfa kapıdan dershaneye arabayla giderken sağdan gidilip çarşı başında şimdiki otobüs durağı olan yerden tekrar  –U-  dönüşü yapıp dershaneye gidiliyordu. İşte –U–  dönüşü yapılan balıkçılar başı caddesinin başında birkaç tane resmi, siyah üniformalı, düzgün giyimli güvenlik görevlileri durakta beklediklerini rüyamda gördüm.

Güvenlikçilere yaklaştım, “Neyi bekliyorsunuz?” dedim

Biri  “ Bediüzzaman geliyor” dedi.

Biraz sonra siyah kaportalı bir otomobil, bulunduğumuz yere doğru geldi. Üstad, arabanın arka sağ koltuğunda oturmuş bir vaziyette, Şoförü, Abdurrahman Aras’ın kardeşi, Hasan ARAS idi. Hasan ARAS beni Üstada göstererek, “işte Rüstem abi” dedi.

Araba yanımda durdu: Arabanın bana taraf olan sağ kapıyı açtım. Üstada hitaben “Efendim, müsaade ederseniz kemal-i iştiyakla ellerinizi öpeyim” dedim. Üstad: “bizde el öptürme yok kardeşim” dedi.Üstadın elini öpmeye ısrarlıydım,“ büyük bir heyecanla, efendim böyle bir fırsatı bekliyordum, elini öpmek istiyorum” dedim.

Üstad  sağ elini bana doğru uzattı, birkaç kez üst üste o mübarek yaşlı elini doya doya öptüm.  Üstad, şoföre hitaben! “Mustafa SUNGUR, on numaradadır.  Oraya gidelim” dedi ve On numara tabir edilen dershaneye doğru gittiler.

Üstadımızın Mustafa SUNGUR abiye  “HAYATINLA HAYATIM DEVAM EDECEK” demiştir.

Rüyanın yorumunu siz değerli okuyuculara havale ediyorum.

Bir müddet sonra Diyarbakır’da esnaflık yapan Ali BALAT’a rüyamı anlattım. Ali BALAT hoca da, telefonla Sungur abiye rüyamı anlattı, Rahmetli Sungur abi  “Çok manidar bir rüyadır” dedi.

Bundan iki sene önce İstanbul’da, Rahmetli Sungur abinin kaldığı dershanede rahatsız olduğu halde cemaatin bulunduğu bir ortamda, Sungur abiye bu rüyamı heyecanla anlatım. Sungur abi: “güzel kardeşim” dedi, ilaveten: “Diyarbakır’daki kardeşlerimize de selam söyle” dedi.

Sungur abi!  Kabrin pür nur olsun.

Makamın Cennet-i âlâ olsun.

Tüm Nur camiasının başı sağ olsun.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org