Etiket arşivi: Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Evliliklerde Kıyamet Ne Zaman Kopar?

Bir dost meclisinde sohbet ediyorduk… Laf döndü dolaştı, aile içi iletişime geldi. Herkes aynı şeyi düşünüyordu: “Günümüzde eşler eşlerini ihmal ediyor… Çocuklar ihmal edilmiş eşlerin hırçınlıkları içinde yetişiyor…”

“Çoluk çocukla uğraşacağım derken, dev bir yük biniyor kadınların sırtlarına.” dedi bir akademisyen arkadaşım.

“Kadın da insan. Onun da nefes almaya, çıkıp gezmeye ihtiyacı var.” dedi bir diğeri.

“Kadın ‘da’ insan” diye bakmak, doğru bir bakış açısı değildi, tuhafıma gitti. Zira kadın, “da”sız insandı. Erkeğin yaşamına ortak olmuş bir asalak değil, kendi yaşamının öznesiydi o.

Tuhafıma gitti bu konuşmalar. Anlatmaya çalıştım; ama beceremedim.

Bir soru sordum: “Eşinizi en son ne zaman dışarı çıkarttınız, ne zaman gezdirdiniz, söyler misiniz?”

Herkes kendince cevap vermeye çalıştı ama kimse “Ne demek eşinizi gezdirdiniz mi, kardeşim? O kedi mi, fino mu da dışarı çıkartalım da gezdirelim, bu nasıl soru böyle?” demedi. Diyemedi…

Günümüz evliklerinin temel problemi işte bu: “Aynileşme”!

Eşin, eşini bir süre sonra ‘kendi gibi değil, kendisinin gibi’ görmeye başlamasıdır aynileşme problemi. Kendisinin gördüğü eşine “iyilik” yapmak için “biraz dışarıda gezdirilmeye ihtiyacının olduğunu” düşünme basitliğine düşmedir ülkemiz evliklerinin iç acınası durumu.

Kafeteryada oturmuştum bir gün… Yan masaya orta yaşlarda bir çift geldi. Garson sipariş almak için “Ne arzu edersiniz?” diye sordu.

Kadın, adamın gözüne baktı. Adam da elindeki listeye… “Ne istersin?” diye sordu karısına. Kadın, “Bilmem, Sen söyle…” dedi.

Bu, görünürde “Ne kadar uyumlu bir çift” gibi gelse de kendi damak tadını bir kenara iten, eşi kendisine hangi damak tadını sunarsa onu kabul edeceğim diyen bir “aynileşme” problemi idi hâlbuki…

“Zaman geçtikçe ister istemez eşler birbirine benziyor” demeyin sakın. Zira birbirine dönüştükçe eşler, o evlilik evlilik olmaktan çıkar…

Evliliğin kalitesi, eşler birbirine benzedikçe değil, kendi gibi kaldıkça olur…

Bir fizik hocasına “Kıyamet ne zaman kopar?” diye sordum.

“Enerji düzeyleri farklılığını kaybettiğinde.” diye cevap verdi. “Bunun adına Entropik Kıyamet” denilir diye ilave etti.

“Evrende enerji düzeyleri eksi ile artı arasında aktığı sürece dünya dönmeye devam edecek… Rüzgâr esecek, gök gürleyecek… Zıtlar arası enerji akımıdır canlılığı koruyan. Ne zaman ki bütün enerji düzeyleri aynı olursa, fizik kanunlarına göre kıyamet işte o zaman kopar.” dedi.

Her evliliğin bir kıyameti vardır, o kıyamet, eşler arasındaki elektriğin kesilmesidir.

Eşler birbirine benzedikçe konuşacak konu kalmaz. Düşünce üretilmez…

Eş eşten elektrik alamaz…

Göz göze baksa kalbi pır pır atmaz…

Eli eline dokunsa heyecan duyamaz…

Aynı kendi eline dokunuyor gibi olur…

Hâlbuki dokunduğu el karşı cinsiyetten birisinin elidir… Ama aynileştikçe insanlar, cinsiyetler arasındaki elektrik farklılığı kalmaz… Erkek kendi eline dokunur gibi hisseder karısının eline dokunduğunda… Kadın, kendi eline dokunulmasından ürpermez, heyecan duymaz… Hisler, duygular farklılığını yitirmiş, aynileşmişse evliliğin kıyameti yakındır…

Eşler birbirlerine bir iyilik yapmak istiyorlarsa, eşini kendine benzetmek yerine, kendi gibi kalabilmesine çaba harcamalıdır…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Aile İçi Etkileşim

Bu gün aile içerisindeki etkileşimi konuşacağız. Bir aile yapısının, iki kişi tarafından nasıl organize olduğunu konuşmaya çalışacağız.

Bir zamanlar bekârdık ve hayalimizde bir evlilik vardı. Hayalimizde bir ev hayatı, bir eş ve çocuk modeli vardı. Evlenmeden önceki bu plan ve program, evlendikten sonrasıyla çok defa bir uyum içerisinde olmayabiliyor. Çünkü siz artık tek kişi değilsiniz. Yanınızda eşiniz var ve bir ortak yaşamı uyum içerisinde sürdürmek durumundasınız. Eşinizle birlikte bazı şeyleri planlamak zorundasınız.

Önceden kararlarınızı kendiniz veriyordunuz ama şimdi kendi yaşamınıza ait olan kararları dahi siz kendiniz veremiyorsunuz. Neden? Çünkü sizin duygularınız, anneliğiniz, babalığınız üstünden ihtiyacı olan birileri daha var yanınızda. O da eş ve çocuklar.

Böyle olunca insan ikiye bölünüyor. Bir kendi yapmak istedikleri ve fakat öbür taraftan, eşiyle bir uyum süreci içerisinde ortaklaşa yapacağı şeyler.

aile-cocukEvlilik dediğimiz şey, zaten kişinin uyum becerisidir. Kendisini ezdirmek değil. Kendisini, bir boyun eğmişlik içerisinde mecburiyetle eşine itaate mecbur bırakma değil… Hayır, uyum sağlayabilme becerisi. Eşini duyabilme, eşiyle ortak bir yaşamı sürdürebilme becerisidir.

Ve maalesef günümüzde çocukların yetiştiriliş tarzı ve günümüzde yetiştirilen çocukların bir süre sonra kendisinin anne baba olacağı tarzı eşi duymaya, çocuğu duymaya ve ortak bir yaşam sürdürebilmeye engel oluyor çok defa. Böyle bakıldığı zaman aslında herkes bir bireysel yaşam içerisinde var olma ihtiyacı hissediyor sanki.

Eşle uyum sağlanmadığı zaman herkes kendi yoluna gider. Kadın kendi için evinde bir alan oluşturur. İşiyle gücüyle vs ile meşgul olur. Erkek, dışarda kendisinin oluşturduğu bir alan içerisinde işiyle gücüyle arkadaşlarıyla meşgul olur… Ev akşamları buluşulan bir mekâna dönüşür. Akşamları da, zaten çok defa birbiriyle derin bir muhabbete girilmediği için televizyon karşısında vakit geçirilir. Birisi orda sızar kalır, diğeri öbür tarafta sızar kalır. Çocuklar ise kendi başına bir yerlerde ha bire büyür dururlar.

Evlilik uyum sağlayabilme ruhuna sahip olmaktır.

Evlilik uyum sağlayabilme becerisine sahip olabilmek, evlilik eşi duyabilmek sanatıdır.

Bir aile içinde kendi başına yaşayan kişi evli kişi değildir, eşine acı çektiren kişidir. Evde sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için evi dizayn etmeye çalışan kişi erkek ya da kadın olsun, fark etmez.

Evin temizliğiyle, tertibiyle, düzeniyle uğraşırken…

“Kaç kere söyledim! Ayaklarınızı basmayın şuraya!”

“Kaç kere söyledim! Şunu aldığınız yere geri koyun!”

İyi de mübarek bu evde sadece sen yaşamıyorsun ki… Ne bağırıp duruyorsun! Dar mı etmeye çalışıyorsun ailene! Evet, doğru, evin içerisinde tertip ve düzen olsun, her şey yerli yerinde olsun daha güzel olur. Ama sen şu anda şu davranışınla evi yaşanmaz hale getiriyorsun.

“Ben sana kaç kere söyledim! Çöpü buraya atacaksın!”

“Yine kaşıkları buraya koymuşsunuz! Tabi arkanızda bir hizmetçi var!”

gibi söylemler yakışıksız söylemlerdir. Evin içerisini yaşanmaz hale getiren söylemlerdir. Böyle söyleyen bir kadının, annenin, hanım efendinin yanındaki kişiler genellikle rahatsızdır. Dönün sorun şu anda… sorun… “Evet rahatsızız” cevabını veriyorlar mı acaba? Yok, eğer vermiyorlar ve senin bu bağırtı çağırtın ve bizi bu evin içerisindeki daraltmandan çok da memnunuz diyorlarsa, o zaman şöyle de bir şey düşünebilirsiniz: ‘Acaba sizden o kadar ürkmüşler ki size gerçeği söyleyemiyorlar mı acaba?’ diye de düşünebilirsiniz.

Veya… bir beyefendinin, evin içerisinde sadece kendisi yaşıyormuş gibi…

“Dışarıda para pul kazanıyorum! “

“Akşama kadar yoruluyorum! “

“Bir de geliyorum bu çocuklarla ben hala uğraşıyorum! “

“Ya gidin bir üzerimden! Şöyle bir nefes almak istiyorum! “

“Televizyonumu, maçımı seyretmek istiyorum! “

“Güzelce duşumu almak istiyorum! “

“Elbisemi sağa sola saçmak istiyorum! “

“Nerede çayım! Hala hazır değil mi?! “

“Şeker atmadın mı hala çayıma?! “

“Ne var ki yanına bir tane de şeker koysan, çerezini de koysan!

Nesin ki sen? Nesin? Nesin ki evi yaşanmaz bir vaziyete getiriyorsun? Evin içerisinde bak bir başka ruh var. Gözüne gözünü dikmiş ve senden his bekleyen bir hanımefendi var.

Bak, sana akşama kadar olan olayları anlatmak için çırpınan etrafında çocukların var.

Nedir ki bu senin donmuş, sadece yaşamı kendisi yaşar gibi, haz odaklı evine bakar bu halin ne ki?

Evlilik uyum sağlayabilme becerisidir. Evlilik eşi duyumsayabilme becerisidir.

Evlilik beyefendi olma becerisidir.

!!!Evlilik eşine hanımefendi nezaketiyle hitap edebilme becerisidir. Evlilik eşine beyefendi olarak hitap edebilme becerisidir.

Evlilik bir şenlenme mekânıdır. Günümüzün çocukları korkuyor! Anne bağıracak diye korkuyorlar. Ne kadar ayıp bir hal bir anne için.

Anne taa öbür uçtaki odadaki çocuğa bağırıyor. “Aliiii, çantanı nereye koydun! Veliii…” Bu çocuğu nasıl nezaket eğitimi içerisine alacaksın ki…

Nezaket önce sesle, ondan sonra duruşla, ondan sonra o sesin içerisine yüklediğin kelimelerin düzen içerisinde olmasıyla mümkündür.

Sen evin bir ucundan öbür ucuna eşine bağırıyorsun.

“Ya ben kötü bir şey söylemiyorum ki, sadece ismiyle hitap ediyorum.” Yapamazsın ki böyle. Bırak sen ayrı bir odadaki kişiye bağırarak seslenmeyi, arkandaki bir kişiye omzunun üzerinden dahi konuşmamalısın. Nezaket bunu gerektirir. Ya? Yüz yüze…

“Ee hocam on kere mi gideceğim!?” Evet, on kere gideceksin. Çünkü on kere gelebilmesi için çocuğun sana on kere gitmelisin.

Bir baba için utanç verici bir şey. Çocuk babasının sesinden korkuyor. Babası bağıracak diye korkuyor. Ve o kart sesiyle “Oğluumm!” diye sesleniyor ve çocuk içerde sıçrıyor.

Hay Allah! Allah sana hiç mi merhamet vermedi! Bu çocuğu sıçratıyorsun ya! Hiç mi merhamet vermedi!

Hâlbuki sen öyle bir sese sahip olmalısın ki sanki peygamber sesi işitmiş gibi çocuk, o sesin şefkatine koşmalı… “Babammm J” diye “Buyur babammm J” diye. Öyle bir şefkatli çıkması lazım ki sesinin “Babacığım J sen mi seslendin, bir ses duydum ki yavaş çıktı, acaba sen mi seslendin?” diye. “Baba bir şey mırıldandın, acaba bana mı seslendin” diye dudaklarını okuyacak bir çocuk olabilmesi için “Oğluuummm!” diye bağırtını bir kesmen lazım.

Ve böyle kaba saba, ve böylesi bir hanımefendiye hitap edilmez tarzda ve böylesi bir çocuğa hitap edilmez tarzda evin içerisinde yaşam kurguluyorsan yazık… bu aile senin ailen…

!!!Bir beyefendinin beyefendi olabilmesi, onun karşısındaki hanımefendinin hanımefendi olmasına bağlıdır.

Eğer hanımefendi “Evin içerisindeyim zaten” diyerek paspal bir vaziyette evin içerisinde dolaşıyorsa o evin içerisindeki erkek beyefendi olmaz. Sabah kalktığında kendine verdiğin değer ile güzelce giyinerek, eşiyle ilk dakikalarını karşılamıyorsa; o evin içerisindeki beyefendi gözündeki çapağıyla birlikte elini yüzünü yıkamadan, atleti pijaması bir taraftan sarkmış olarak evin içerisinde dolaşmaya başlar.

Erkeği beyefendi yapan onun karşısındaki hanımefendidir.

Hani bir çok kadın şikâyetçi oluyor. “E, başkalarına konuştuğun gibi bana niye konuşmuyorsun? Bak şu bayan telefon etti, nasıl da kırıttıra kırıttıra konuşuyorsun da bana böyle konuşmuyorsun! Bana kaba saba konuşuyorsun!” diye kaba saba konuşuluyor ya… Aslında o hanımefendi nezaket içerisine girecek olmuş olsa… Kendisini o nezaket içerisine alacak olmuş olsa… Aslında erkek onun karşısında utanacak bir vaziyette olmuş olsa… İşte o zaman bir de bakıyorsun ki erkek bir beyefendi nezaketinin içerisine girmeye başlamış.

Bir kadını da hanımefendi yapan yine erkeğin nezaketidir.

Erkeğin yine o kadına değerlice davranmasıdır.

Eğer bir erkek karısına aşağılayarak davranıyorsa….

Karnı acıktığı zaman evin içerisinde bağırıp çağırıyorsa…

Eğer bir erkek, eşine bir hanımefendi nezaketiyle davranmıyorsa, o kadından kadınlık beklemesin hiç. O kadın erkek olur. Ve bir kadın erkek olursa bu erkekle hiçbir erkek baş edemez.

Bak, kadın kartlaşmış karşında. Erkek gibi yürüyor evin içerisinde. Sana hitap edişine bir baksana. Sertleşmiş, sesi sertleşmiş. İki erkek yaşatıyorsun şu anda evin içerisinde.

O yüzden uyum sağlayabilmek, aynı zamanda kişinin nezaket içerisinde olmasıyla mümkündür. Bunu yapın… Bunu yapın… Ne var ki iki kişisiniz işte evin içerisinde… Kaçırmayın birbirinizi evin içerisinden.

Bak bağırtınla çağırtınla hırınla gürünle kaçırdın adamı evden.

Eve gelmek istemiyor.

Trafik sıkıştığı zaman memnun oluyor, başka yollardan dolaşıyor.

Bir ekmek al diyorsun gidiyor iki torba dolduruyor. Birçok alışveriş yapıp da fazla eşya alan kişilerle yapılan çalışmalarda biz görüyoruz ki aslında bir ekmek alıp gelecekken iki çanta doldurmuş, aslında markette vakit geçirmek için doldurmuş. Vakit geçirdiği şeylerle de eşine daha sevimli görünmek için eşinin bağırtısına, surat asıklığına engel olmak için doldurmuş.

Hayır… İnsan eşine cehennem hayatı yaşatır mı evin içerisinde hiç ve böylesi bir evin içerisinde de siz uyumlu huzurlu çocuk beklerseniz doğru bir beklenti olur mu!

Çocuğum dişini gıcırdatıyor, tırnağını yiyor, altını ıslatıyor…” Altını ıslatır tabi ki… siz birbirinize böyle yapıyorsunuz. O çocuğun evin içerisindeki yetişme zeminini saksısını bu vaziyete getiriyorsunuz. Kaya dibinde çiçekler yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Önce çocuğun dikileceği saksıyı zemin olarak toparlamamız lazım ki onun içerisinden gül çıksın

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Gerçeklik Bozukluğu

Sanırım ilkokul son sınıfa gidiyordum.

Akşam saatlerinde bir kadın ile çocuk çaldı kapımızı. Komşumuzdu gelen… Kapıyı annem açtı. Ağlamaklıca bir konuşma başladı kapıda. Babam merak etti, kapıya yanaştı. Kocasını anlatıyordu kadın…

Evini terk etmiş adam… Çoluk çocuk ortada kalmışlar. “Büyü yaptırdı kayınvalidem biliyorum.” diyordu kadın. “Gelin geldiğimden beri kan kusturdu kayınvalidem, evin her tarafından muska topluyorum, ne zaman eve gelip gitse.” diye ağlıyordu.

İlk defa o zaman duymuştum; ‘büyü ve muska’yı. Babama “muska ne” diye sordum. Cinlerden bahsetmişti, şeytanı anlatmıştı.

Korktuğumu hatırlıyorum o günden sonra akşamları yatarken. Yatağın altından bir el uzanıp bacaklarımı tutacak diye ayaklarımı karnıma toplayıp yattığımı hatırlıyorum, bir ‘çıt’ sesi duysam, yüreğim ağzıma geliyordu.

Aradan yıllar geçti…

Çocukluk yıllarımın geçtiği mahallemizi ziyarete gitmiştim. Komşularımızı sorup soruştururken onlar geldi aklıma birden. Öğrendim. Adam karısından ayrılmış iki çocuğunu geride bırakıp… Başka bir kadınla evlenmiş. Becerememiş yeni evliliğini de, ondan da ayrılmış. Annesinin yanında yaşamaya başlamış, eski eşinden olan çocukları büyümüş, terk etmişler babalarını, görüşmüyorlarmış. Acınası bir son olmuş adamın hikâyesi.

Kadın da evlenmiş, 2 çocuğu daha olmuş, dört çocuğunu da okutmuş, her birisi kendi ekmeğini kazanır vaziyete gelmişler.

Başlangıcını ve sonunu bildiğim bu hikâye oldukça acıklıydı adam açısından. Bir ‘hayal’ uğruna evini barkını terk eden adamcağız, ‘hayalin gerçeği’ ile karşılaştığında geride bir şey kalmamış. Ne eşi ne de çocukları.

Bu yanılsamaya ‘gerçeklik bozukluğu’ diyoruz. Kişinin ‘idealize ettiği hayalin’ tesiri ile gerçek yaşamdan kopması…

Birçok evliliğin yıkılma sebebi; kişinin o ya da bu tesirle hayalinin büyüsüne kapılıp evlilik gerçeğinden kopmasıdır. Gerçeklik bozukluğu sadece karı koca ilişkisinin değil, ebeveyn-çocuk ilişkisinin de en temel sorunlarından biridir.

Anne babalar, bazen sağın solun tesiri ile okul-öğretmen şikâyetleri ile konu komşu oturumlarında işittiği, ‘iyi çocuk’ abartısı ile gerçeklik bozukluğuna sürükler de farkına bile değildirler.

Gerçeklik bozukluğuna düşen ebeveynlere bir süre sonra çocuğu, şımarık, başarısız, ilgisiz, disiplinsiz, tertipsiz, düzensiz görünmeye başlar. Çocuğu ile arasının bozulması için sanki ‘büyü’ yapılmış gibi olur birden.

Çocuğunun gerçeğine yabancılaşan anne babalar, onlarla sürekli çatışırlar. Bitmek bilmez bir söylenti içine girerler. Beklentilerini çoğaltırlar. Sosyal ortamlarda çocuklarının davranışlarından rahatsız olurlar.

Böylesi ebeveynler hayalini kurdukları çocuğun büyüsünden kurtulmadıkça, kendi çocuğunun gerçeğine erişemezler. Kendi çocuğunun gerçeğine erişemeyen ebeveynler, çocukları ile mutlu olamazlar. Ve bir gün geriye dönüp baktıklarında her şey için geç kalınmış olabilir…

Unutmamak gerek ki, ideal çocuk yoktur, kişinin kendi çocuğu vardır.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuğa namazı nasıl tebliğ etmeli?

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) “Çocuğunuz yedi yaşına gelince namazı emredin” buyuruyor. Bu hadis-i şeriften çocukların namaza ne zaman başlaması gerektiği net bir şekilde anlaşılıyor.

Ancak her şeyin bir adabı vardır düşüncesinden yola çıkarsak bu emretme, diğer bir deyişle tebliğ nasıl olmalı? Bu emir ve tebliğ çocuk ruhuna uygun, çocukların anlayabileceği şekilde nasıl yapılmalı? Bu ilk namaz tebliğini nasıl yapmalı ki çocuğumuz namazın önemini, namaz kılmanın gerekliliğini anlayabilsin?

Böylesine önemli bir konuda bu ve benzeri soruları Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş’e sorduk.

Bir ilki yaşamak, her şeyin ilkini yaşamak genelde insan üzerinde, özelde de çocuk ruhu üzerinde ne gibi etkiler bırakır?

İlk, iz bırakır. İlk öğrenilen şeyler genellikle kalıcı olur. İlkler hisleri de beraberinde getirir. Daha sonra aynı şeyler tekrar ettikçe hisler ortadan kalkar. Kişinin ilk sevdiği kişi hep aklındadır. İlk öğretmeni hep aklındadır. Ortaokul, liseyi unutur ama ilkokul öğretmenini, anaokul öğretmenini unutamaz. Çünkü öğretmen olarak gördüğü ilk kişi kendisinde o hisleri de beraberinde oluşturmuştur. Hisler aslında kişinin ruhuyla bağlantı kuran kanallardır. Hisler dışarıdaki yaşam ile içerideki yaşam arasındaki bağlardır.

Bu açıdan bakıldığında çocuğun ya da insanın yaşayacağı her bir ilk oldukça önemlidir. Kalıcı olmak açısından önemli olduğu gibi ayrıca anlamlanma açısından da önemli. Mesela çocuk okula ilk başladığında öğretmeni ne kadar sevecen bulursa, öğretmenin anlamı artık sevecen bir şekilde olur. Çocuk, daha sonra baskıcı bir öğretmenle karşılaşsa o zaman onu “Bu öğretmen iyi değil” diye anlamlandırır. Yani ilkiyle kıyas ederek anlamlandırır. O açıdan bizim çocuklara sunacağımız şeylerin ilki veya çocuklara sunulacak şeyin kendisi bizzat önemlidir.

Peki bir şeyin merasimle yapılması, törenle yapılması, yine genelde insan ruhu üzerinde, özelde de çocuk ruhu üzerinde nasıl bir etki bırakır?

Bir davranışın ya da bir eşyanın anlam kazanması o eşyanın üzerine yüklediğiniz ruhla ve duyguyla alakalıdır. Örneğin eşine çiçek alan birisi akşam eve geldiğinde “sana çiçek aldım” diye uzatmış olsa o çiçek hiçbir anlam taşımaz. Ama verilme sırasında eğer iltifat içerisinde, değer içerisinde, o dakika bir şekilde anlamlandırılarak çiçek verilmiş olsa hanımefendi bir ömür boyunca o çiçeği saklar, kurutur, kitapların arasına koyar. O atmosferi oluşturmak o ana anlam katacağı için oldukça önemli.

İkinci olarak o anki hisler bir referans kaynağı olacağı için, bir tören düzenlenmesi veya bir merasim düzenlenmesi çocuğun içerisinde uyandıracağı hisler açısından oldukça önemli. Merasim, eşyaya anlam katıyor. Yoksa hiçbir eşyanın değerini kendi içerisindeki şekline, şemailine göre anlamlandırmıyoruz. Mesela altın aslında bir metal parçasıdır ama bu altına anlam kazandıran şey o altını değerli bulan insanların davranışlarıdır. O yüzden merasimler anlam katma açısından ve hislerin oluşması açısından oldukça önemli.

İlk iki soruyu biraz müşahhas hale getirmek istiyorum. Osmanlı’da şehzadelerin kılıç kuşanma merasimi var. Yani çocuk yaşındaki şehzade belli bir yaşa girince ilk kılıcını kuşanıyor ve bu bir merasimle yapılıyor. Bunun bu şekilde yapılması, şehzadenin üzerinde yani çocuğun üzerinde ona ne gibi etkiler bırakır?

Olaya bir kutsiyet kazandırılıyor. Bu merasim salt bir kılıç kuşanma değil, o kılıcın bir anlam taşıması açısından önemli. Kuşanmış olduğu kılıca bir kutsiyet kazandırılmış oluyor. Böylelikle onu bir kutsal değer olarak atfediyor.

Günümüzde de şu anda üniversitelerde mesela doktorasını alan kişiler, yüksek lisansını alan kişiler için de tören yapılıyor. Doktora törenlerinde kişiye bir cübbe giydiriliyor. Bu olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Hocalar ayağa kalkıp alkışlıyor. Böylelikle o kişi aslında doktorayla ilgili bir anlam kazanıyor ve elde ettiği o doktora ruhunda yeni açılımlar oluşturuyor.

Sadece doktora törenlerinde değil, törenlerde, merasimlerde yapılan işin aslında ne kadar kutsal olduğu ya da o buluşmanın amacının ne kadar kutsal olduğunu oradaki kişilerin davranışları belirliyor. Mesela mahkemede karar okunacağı sırada herkesin ayağa kalkmış olması, o kararın kutsiyeti, değerliliği açısından önemli. Dolayısıyla bir şehzadenin kılıç kuşanma töreni, tören sırasında herkesin ayakta bulunması, sadece bir kılıcı “al sana kılıç” diye vermek değil, kılıç kuşanırken çok önem verilen kişilerin ayağa kalkması, bu merasimin kutsiyet ifade eden bağlantılarını kurma açısından önemlidir.

Bunlar yapılınca şehzadenin ruhu daha mı olgunlaşıyor yani?

Şöyle düşünün: Merasimde bulunan babası yani padişah çok önemli kendi gözünde. Hiç kimse için ayağa kalkmamış, hiç kimseye boyun eğmemiş bir baba var. Ayrıca merasimde sadrazamlar, vezirler, lalalar, kadılar gibi hem makam olarak hem de kişilik olarak değerli insanlar var. Ve bu merasimde tüm bu insanlar ayağa kalkıyor, şehzadeye sevgi ve saygı gösteriyor. Bu, şehzadeye şunları çağrıştırır: Kuşandığı bu kılıç, babasını ayağa kaldıracak derecede kutsiyete sahip.

Efendimiz (a.s.m.) “Yedi yaşına girince çocuklarınıza namazı emredin” buyuruyor. Bu emri, çocuklara ilk namazı emretmeyi nasıl yapmalıyız? “Hadi yavrum, yedi yaşına geldin, artık namaz kılmalısın!” mı demek yoksa bunu bir merasim içerisinde bir tören havası içerisinde mi yapmak çocuk üzerinde daha iyi bir etki bırakır?

Aslında bu siyah-beyaz çizgisi gibi birbirinden ayrı olan ve şimdiden sonra artık böyle olacak denilen bir şey değil. Yedi yaş öncesinin de hazırlıkları var, yedi yaşından sonraysa çocuğa artık namazlısın diye duyurma var. Yedi yaşından önceki bir çocuk eğer atmosfer olarak namazlı bir atmosferde yaşadıysa, babasının seccadesini serdiyse, kendisine ait bir seccadesi olduysa, evin içerisinde zaten “namaz bir yaşam tarzıysa” çocuk öylelikle yabancı bir şeyi değil, zaten yıllarca kendisine tanıdık olan bir şeyin bir gün babasıyla oturup göz göze geldiğinde ona duyurulması lazım. Belki de kendisinin çok da beklediği, abilerinin ya da kendisinden öncekilerin namaz kıldığı gibi, babasının imam olup da kendisine namaz kıldırdığı gibi, “Şimdi senin henüz vaktin değil. Sen şimdi yanımızda dur ama senin vaktin gelecek” diye beklettiği bir yaş dönemi olması lazım. Yedi yaş geldiğinde de “Oğlum artık sen bundan sonra namazlısın ve namaz kılman bu andan itibaren başladı” diye mutlaka bir konuşma veya söylediğiniz gibi bir merasim veya tören atmosferi oluşturarak çocuğa duyurulmasında fayda var.

Burada merasimden daha ziyade altyapı çok daha ehemmiyetli oluyor anladığım kadarıyla.

Bu altyapının en önemli unsuru namazın o aile tarafından değerli olduğunun çocuğa hissettirilmesi, çocuğun da namaz kılmayı beklediği bir şey olması lazım. Mesela gençler şimdi neyi bekliyorlar? 18 yaşına gelip ehliyet alacağım diye bekliyorlar. Çünkü ehliyet alma onun için bir anlam taşıyor. Aynı onun gibi ailelerin de namazı çok kıymetli, çok aziz tutması lazım ki çocuk ona eriştiği zaman kendisinde bir değer ifade etsin.

Namazlanmış bir çocuğa da saygısız davranılmaması lazım. Eğer çocuk namazlanmasıyla birlikte ne kadar saygın bir konuma eriştiğini fark ederse, o namaz ile bütünleşilmiş bir namaz olur, ruhla bütünleşilmiş bir namaz olur.

Peki altyapı oluşturulmasında başka nelere dikkat edilmesi gerekiyor?

Çocuğun namaza değer veren kişiyle kurduğu bağ çok önemli. Mesela evin içerisinde babayla çok saygın bir ilişki kurmamış bir çocuk, babanın namaz kılıyor olmuş olması, çocuğun namaz kılacağı anlamına gelmiyor çok defa. Hatta namazdan soğuması anlamına geliyor. Çocuklar için dinî eğitimin ana unsuru, dinî eğitim verecek kişinin sevilmesiyle oluşan bir şeydir. Çocuk, dini anlatan kişiyi severek o dinin mensubu haline gelir. Hiç kimse –peygamberler dışında- Allah’ı tanıyarak Müslüman olmadı. İnsanlar peygamberleri sevdiği için anlattıkları şey değerli oldu. Dolayısıyla çocuğunu namaza alıştırmak, namazlı hale getirmek isteyen bir velinin namaz öncesinde yapacağı şey, kendisini sevdirmek olmalıdır.

Namazı sevdirin” ya da “İbadeti sevdirin” derken, “Kendinizi sevdirin” kısmı eksik kalıyor. Mesela bugün camilerde, kürsülerde hoca dini, ibadeti anlatıyor. Ama o hocayı kişi sevmediği sürece o hocanın anlattığı şeylere de değer vermezler. Dini eleştiren kişilere bir bakın, dini eleştirmekten ziyade dini yaşayan kişiyi eleştiriyorlar.

Altyapı konusundan sonra tekrar merasime dönmek istiyorum. Çocuğa yedi yaşına geldiğinde ilk namazını bir merasimle kıldırmak gerekirse böyle bir tören düzenlemek gerekirse burada nelere dikkat edilmesi gerekiyor?

Pedagojinin en temel prensibi şudur: İki şey arasında birbiriyle bağlantı kurulmaması lazım. Yani eğer çocuk merasimle namaz arasında bağlantı kurar, tören beklentisine dönüştürürse yanlış olur. Ve eğer o atmosferde namaz kılmanın anlamından daha büyük bir tören ortamı oluşturulmuşsa o zaman namaz anlamını yitirir, tören anlam kazanır. Çocuk bir daha da öyle bir tören olmayacağı için bu sefer boşluğa düşmüş olacak. Burada çok abartmadan, çok büyütmeden ve belki de kendisine tebliğ edilme sırasında yapılacak olan bir tören olması lazım. Yoksa doğum günü pastası, lambalar söndürülmüş, mumlar yakılmış bir vaziyette değil.

Böyle bir merasimde örneğin dede bir tarafa oturmuş, amca bir tarafa, dayı bir tarafa oturmuş, herkes hazirun şeklinde bir tarafa oturmuş… Yiyecek içecekten ziyade orada değerli bulunan kişiler bir kenarda oturmuş bir halde çocuğa tebliğ edilmelidir. Ve o tebliğ sırasında müzik çalarak, oyun oynayarak, pastanın mumlarını yakarak değil Kur’an okunarak, namazın önemi vurgulanarak, çocuğun anlayabileceği şekilde “Bugünden itibaren sen Allah indinde namaz kılan bir delikanlı olarak defterine kayıt oluyorsun. Ve biz annen, baban, deden ve büyük annen olarak bu senin bir makam yücesine çıkmış olmana şahitlik yapıyoruz. Seni böylesi bir makamda gördüğümüzden dolayı aile olarak iftihar ediyoruz. Biz senin için dua ediyoruz. Kendimiz için dua ediyoruz. Bu anda elde etmiş olduğun bu makamı bir ömür boyunca elinden kaybetmeyesin” şeklinde bir konuşma yapılmalı.

Bu merasim esnasında çocuğa hediye vermek gerekir mi? Eğer verilecekse nasıl hediyeler verilmeli?

O anın üzerine başka bir şey koymamak lazım. Yani oradaki değer, çocuğun namazlı olmasının değeri, eğer hediyelerle namazı bütünleştirecek olursak çocuğun heyecanını hediyeler alır ve namaz heyecanını çabuk söndürmüş oluruz. Orada en büyük şey çocuğa onun tebliğ olunması lazım. Onun haricinde bir şey sunulsa kıymetten düşer. Eğer yapılacaksa o anı hatırlatan üzerine bir şey takılabilir. Mesela ailede bir geleneğe çevrilecekse, örneğin öpüp başa konulan bir Kur’an-ı Kerim verilebilir çocuğa. “Bu benim babamdan kalan Kur’an-ı Kerim. Bundan sonra sende de olsun” denilebilir mesela. Bir kolye takılabilir çocuğa ve “Bu kolye üzerinde bulunduğu sürece inşaallah sen namazında daim ol. Eğer kolyen kaybolur veya düşerse bir kolye üzerinde taşı” denilebilir mesela.

Verilecek hediye bir cübbe olabilir. Eskiler bunu yapıyorlardı. Bir sarık olabilir. Ama tek bir şey olması lazım. O anı hatırlatan bir tek şey… Manevî değeri olan bir şey hediye edilmeli.

Burada önemli olan bir şey var. O tebliğ, anlatım sırasında kişilerin pürdikkat ve ciddiyet içerisinde olması, o olayın veya kendisine verilen vazifenin ne kadar önemli olduğunu çocuğa hissettirmesi açısından önemli. Anne kalkıp gidip geliyor, yemek hazırlıyor, çayları koyuyor, o sırada “Başka bir şey isteyen var mı?” gibi dikkat dağıtıcı bir şeyler oluyorsa, o ana ait manevî atmosfer bozuluyorsa o zaman beklediğiniz bir netice oluşmaz.

Burada çocuk 40 yaşına gelmiş de olsa, geçmişe baktığında annesinin oturduğu yerde ciddi bir şekilde duruyor ve kıpır kıpır dudaklarıyla dua ettiği anı hatırlaması lazım. Babasının kendi karşısına gelip de, çocuğuyla karşı karşıya gelip tebliğ yaparken akıttığı gözyaşını hatırlaması lazım. Ve o tebliğ yapılırken alnından öptüğünü hatırlaması lazım. Ve kendi çocuğuna da aynı şekilde yapacağı bir miras olarak hatırlaması lazım…

Sizin söylediğiniz çerçevelerde düzenlenecek olan bu merasimin bir videoya kaydedilmesi veya bir fotoğrafının çekilmesi, internette paylaşılması ve ileride izletilmesi müspet bir etki mi, menfi bir etki mi bırakır çocuk üzerinde?

Çok iyi olur. Yani günümüzde böylesi modeller eksik. Eğer aile isterse böylesi modelleri bir takım sosyal paylaşım sitelerinde yayınlayabilir. Kendilerinin yaptığı bu örnek davranışı başkalarının yapması da örnek olmuş olabilir. Tabii bu ailenin kendi bileceği, kendi mahremiyeti içerisinde bulunan bir şey. Ama olması çok iyi olur.

Çocuğun ileride dönüp kendisinin de izlemesi açısından çok iyi olur böylesi bir şey. Ama merasim esnasında yapılacak video ve fotoğraf çekimi merasimin asıl anlamını bozmamalı, oluşturulan manevî atmosfere zarar vermemeli.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş