Etiket arşivi: Vehbi Kara

Doğruluk ve Cesaretin Kaynağı İmandır

Isparta Barla’lı Mehmet Ağabeyden dinlemiş olduğum bir hakikat dersini hem bir dua hem de bir hakikat dersi olması nedeniyle paylaşmak istiyorum.

Mehmet Ağabey’in babası meşhur Nurculardan Marangoz Mustafa Çavuş, Nur hizmetinin saff-ı evvellerindendir. Tavizsiz hayatı ve doğruluğu ile herkese örnek olacak bir şahsiyettir.

Bir Barla ziyaretinde oğlu Mehmet Ağabey ile tanışma fırsatı bulmuştum. Bana babasının Bediüzzaman ile ilgili bir hatırasını anlatmıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen unutamadığım bu olayda Bediüzzaman Mustafa Çavuş’a kızmıştı. Oğluna bu olayı anlatan Mustafa Çavuş doğruluğun ne kadar önemli olduğunu ve Nur hizmetinin ne derece hakikatli ve tertemiz bir meslek olduğunu herkese ders vermişti.

Tek partinin acımasız baskılarının yaşandığı bir dönemde ezanın okumak dahi yasak edilmişti. “Tangır tungur” okunması için emirler verilmişti. İşte böyle bir zamanda gerçek orijinal hâli ile okuduğu için Mustafa Çavuş şikâyet edilmiş, mahkemeye çıkmıştı. Hâkim, iyi niyetli birisi olduğundan davayı kapatmak için “Ezan okumadın değil mi?” diye soru sormuş, Mustafa Ağabey de susma hakkını kullanmış; hiçbir şey söylememişti. Bunun üzerine Hâkim, dâvâyı beraatla neticelendirmiş ve Mustafa Çavuş bu suçlamadan kurtularak Barla’ya gelmişti. Durumu Bediüzzaman’a anlatınca hiç beklemediği bir tepki ile karşılaşmıştı.

Bediüzzaman, Mustafa Ağabeyin susmasını doğru bulmamış “Evet ezanı hakiki şekliyle okudum” demesi gerektiğini söylemişti.

Evet, şeâir yani sembol özelliği olan ezan konusunda Bediüzzaman asla taviz verilmesini istemiyordu. Bu olayı oğluna anlatarak herkesin bilmesini isteyen Mustafa Çavuş, Nur hizmetinin ne derece hakikat ve doğruluk mesleği olduğunu göstermiş oluyordu.

Bundan yüz yıl önce Bediüzzaman’a şöyle bir soru sormuşlardı:

– Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

– Daha? (başka)

– Yalan söylememek.

– Sonra?

– Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.

– Yalnız? (sadece bunlar mı?)

– Evet.

– Neden?

Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. (doğruluktur)

İşte cevaplardan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, her şeyden evvel bize doğruluğun gerekli olduğunu üç defa vurgulayarak konunun önemine dikkat çekmiştir.

Günümüzde gerçekler ile yalanlar o kadar birbirine yaklaşmıştır ki, çoğu zaman aynı vitrinde beraber sergilendiğine şahit oluyoruz.

Mevkii ve makam olarak çok önemli yerler işgal eden zatlardan doğruluklarla beraber yanlışları ve yalanları işittiğimiz çok vakıalar vardır. Artık bu tip olayları o kadar çok yaşıyoruz ki üzerinde durmuyoruz bile.

Fakat Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebinde asla yalana yer yoktur. Belki gerektiğinde susma hakkı kullanılabilir, lâkin şeaire taalluk eden meselelerde buna dahi cevaz yoktur. İşte Nur hizmeti bu kadar saf ve temiz bir meslektir.

Bazı insanlar kendilerine göre bazı maslahatlar için yalana ve hileye başvurmakta bir beis görmezler. Fakat bu yol, iman kurtarma davası güden Nur hizmetkârları için asla kabul edilemez. Onlar şiddetle kaçındıkları yalana karşı doğruluktan her ne pahasına olursa olsun taviz vermezler. İşte Nurcuları FETÖ örgütüne kıyas edenler bu konuda gerçekleri fark edebilir. Dünyanın en büyük yalancısı olan Feto’nun, Risale-i Nur’dan fersah fersah uzak olduğunu anlayabilirler, vesselam…

Vehbi Kara – Nurdan Haber

Satranç Konusunda Ne Yapmalı?

İslam alimleri arasında bazen tartışmalar ve birbirinin vermiş olduğu hükümleri kabul etmemek gibi durumlar sık sık olmasa da bazen söz konusu olabilmektedir. Burada esas olan yekdiğerini itham etmek değil; İslamiyet’e yakışan güzel bir üslup ile konuşmak, sorulursa cevap vermek gereklidir. Unutmamak gerekir ki Peygamberimiz (asm) “Ümmetim dalâlet üzere toplanmaz. Öyle ise sizlere ihtilâf çıktığı zaman Sevad-ı Azamı iltizam ediniz” mealinde hadisi vardır. Sevad-ı azam malumunuz üzere çoğunluğun görüşü demektir.

Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde defalarca bu hususa dikkat çekerek; ”Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.” demektedir. (Hutbe-i Şamiye)

İbn-i Hacer gibi büyük alimler sevâd-ı azamı “hak ve istikamet üzere giden ümmetin ekseriyeti” olduğunu belirtmiş Celâleddin-i Suyûtî de sevad-ı azamı “doğru yolda gitmek üzere birleşen ümmetin ekseriyeti” şeklinde izah etmiştir.

Bu durumda ümmetin ekseriyetinin “Ehl-i hak ve istikamet üzere olan samimî dindar Ümmet-i Muhammed” (asm) olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Fitne zamanında ümmetimin ekseriyetine tâbi olun. Allah ümmetimin ekseriyetini dalâlet üzere toplamaz” hadisi de bunu teyit etmektedir.

Yakın bir zamanda tasavvuf mesleğinden kıymetli bir hocamız çok sert açıklamalarda bulunarak ortalığı birbirine kattı. “Satranç oynama” ifadesine çok farklı anlamlar yükleyerek İslam’dan kaynaklanan güzel ahlak ve kavli leyyin (yumuşak söz) usulünü bir hayli sarsmış oldu.

Çok açık ve net olarak bazı esasları söylemek lazımdır ki lehte ve aleyhte konuşan insanlar biraz düşünüp sonra karar versinler:

  1. Hocamız, tek başına İslâmiyetin temsilcisi değildir ve İslamiyet’i bir tek kendisi anlatmıyor. Sadece İslamiyet içinde bir tarikata mensuptur ve bu tarikatın temsilcisi olarak yorum ve nakil yapmaktadır.
  2. Hocamızın “caiz değil” dediği bir husus, birçok âlim tarafından caiz görülmüş ve bazı hocaların caiz dediği hususlardandır. Cadde-i Kübra-i Kur’âniyye geniştir ve fakat insanların karakterleri, hikâyeleri, hususiyetleri farklı farklıdır.
  3. Hocamızın mensubu ve temsilcisi olduğu tasavvuf ve tarikatın doğruları olduğu gibi, yanlışları da bulunabilir. Üstelik bu doğrular ve yanlışlar, onu yorumlayan kişiye göre de değişebilmektedir.
  4. Tarikat usulünde akıldan ziyade kalp esastır. Bu nedenle aklın çok sık kullanımından ziyade kalbin konuşturulması esasını benimseyen hocamız için, satrancın kerih olarak yorumlanması tutarlıdır. Ama Allah’tan elimizde sadece bir değil, birçok doğru yol var. Bir başka ekole göre de satranç caizdir, oynanması teşvik edilmese dahi ses de çıkartılmaz.
  5. Bediüzzaman Said Nursi’nin müzik ile ilgili içtihadı, yüksek bir ders niteliğindedir. Tarikata mensup veya bir başka meslekten olan her düşünce sahibinin bu yüksek dersi dikkate almalarını tavsiye olunur. Nitekim bazı müzikler ve sesler birtakım insanlara haram ve zararlı olabilir; ama yine aynı sesler bir başka insana caiz ve faydalı olabilir. Marziyyat-ı İlâhiyye’ye (Allah’ın insanlardan istediği hususlara) odaklanmış bir kul, bu konuda kendi kendine de (tamamen kendisi için) içtihat edebilir.
  6. Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayyi, fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîmun. (Bakara Suresi 256.) Ayet meali şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”. Demek ki her konunun çok makul, çok kolay çözümleri vardır. Kendimizi çözümsüzlükler içine hapsetmek de uygun değildir.
  7. “Fıkıh” alanı içerisinde doğrudan doğruya vahiy ve sünnetten oluşturulan kaideler olduğu gibi, icma, kıyas ve akıl yürütülerek oluşturulmuş kaideler de vardır. Burada bulunamadığı vakit reddetmek değil İslam âlimlerine müracaat edilir ve sevad-ı azam esaslarına göre hareket edilir. Zira “Fıkıh” dinin bizzat kendisi değildir, dinin gündelik hayat, sosyal hayat, ticaret, hukuk alanlarında yorumlanmasından ibarettir.
  8. Dinin en önemli yönü iman ve ibadetlerdir. İbadetlerin en önemlileri Kur’ân ve Sünnette çok belirgin şekilde anlatılmış ve sünnet ile pekiştirilip anlamamız sağlanmıştır. Amenna… Zaten ibadet ve itikad konusunda ehli sünnet bir sıkıntı yaşamamaktadır.
  9. Problemli konular ise gündelik hayatımızda, insanlar arası ilişkilerde tanımlanmamış ve tarif getirilmemiş hususlardadır. Birisi “şöyle yaparsak daha iyi olur, efdal olur, faziletli olur” diye görüş geliştirirken, bir başkası “hayır, öyle yapmaya gerek yok, tam tersine şöyle yaparsak daha faziletli olur!” şeklinde görüş geliştirdiğini görebiliriz.
  10. Müzik gibi, oyun gibi ve kadınlarla ilgili hususlarda bazı insanların normal dışı zaaflar taşıdığı, taşıyabileceği ve kendisini, dengesini kaybedebileceği düşünülerek, bu hassas durumdan hasar görmeden çıkmak için bazı bariyerler ve sakınımlar geliştirildiği çok görülmüştür.
  11. Burada iyi niyetli yaklaşmak ve Kuran lisanı ile “kavl-i leyyin” olmak esastır. Moto-mot nakilcilik, bodoslama nakilcilik yapmamalıdır. Zira “dinde zorlama yoktur” esasına uymamaktadır. Yine müzik üzerinden şöyle bir örneklendirme yapacak olursak “Müzik haramdır!” görüşü her açıdan hatalıdır ve yanlıştır. “Hangi müzik!”, “hangi dinleyen!”, “hangi..” gibi kıstaslar belirleyicidir.. Hatta “kadın sesi haramdır!” görüşü de aynı bunun gibidir.. “Hangi kadın sesi!”, “hangi dinleyen!” gibi belirleyiciler vardır. Zira topyekün kadın sesinin haram olması, kâinatın düzenine, insan tabiatına, hayatın gerçeklerine aykırı bir durumdur. Fakat bazı kişiler için ve sadece o kişilere özgü olarak her türlü kadın sesi haramdır, çünkü kadın sesi; o kişide başka bir şeye dönüşmekte ve ahlaki düzen bozulmaktadır. Demek ki müzik bazı kişiler için ve sadece o kişiye özgü olarak haramdır, çünkü o kişide olumsuz etkiler yapmaktadır. Bazı tarikatlarda kullanılan müzik ise insana huzur verdiği gibi kâinata imanla bakmasına dahi yol açabilmektedir.
  12. Örnek çoğaltılabilir. İşte satranç gibi, kişiye özel sakınımlar, kişiye özel haramlar, kişiye özel yasaklar olabilir. Ümmete helâl, fakat o kişiye haramdır. Bunu da en iyi sadece o kişi bilebilir.
  13. Fıkıh dediğimiz alan, ehli sünnetin görüşler geliştirdiği, yorumlar yaptığı alanlardır. Bununla birlikte batıl mezheplerin dahi doğru içtihatları olduğunu, doğru görüşler geliştirdiğini, tamamen her yönü ile İslam dışı olmadığını söyleyebiliriz.
  14. Geçmişi, tarihi, tarihin herhangi bir kesitinde oluşan olayları daha farklı ve soğukkanlı değerlendirebilme imkânlarına sahibiz ve böyle olmak lüzumu vardır. Çünkü elimizde çok sağlam İslam kaynakları vardır. Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri yani Risale-i Nur Külliyatı işte böyle bir zamanda en çok müracaat edilen kitapların başında gelmektedir.
  15. Mevlânâ’nın fil örneğindeki gibi herkes bir tarafından tutup hatalı bir görüşü bile savunabilir. İşte “İçtihatta hata eden bile bir sevap alır. İsabet edene ise iki sevap vardır” kaidesi ile hareket etmeli, kendinden farklı düşünen insanları küfürle ve inançsızlıkla itham etmemelidir.
  16. İslâm tarihini okuyup mezheplerin oluşum süreçlerini inceleyince çok ilginç hususlara rastlanılmaktadır. Bediüzzaman’a göre “her batılda dahi bir dane-i hak bulunur!”. Hiçbir görüş tamamen batıl değildir. İçinde elbette hakikate yapışmış ve doğruluk üzere olan birçok görüş vardır, denilmelidir. Tekfircilik pek büyük bir günahtır.

Siyasi konularda olduğu gibi sosyal ve dini meselelerde de (İman ve itikada giren konular hariç) tarafgirlikten kaçınmak gereklidir. Hatta düşmanımızda bile hak ve hakikat gördüğümüzde sadece o konuda teslim-i silah etmek, doğru kimin elinde ise onu almak lüzumu vardır.

Gerçek İslam alimleri, bir konuyu anlatırken “filanca mezhepte şöyle, filanca görüş böyle…” diyerek kendi doğrusunu anlatır ve mesuliyetten kurtulurlar. Bizlere düşen ise sevad-ı azam yani çoğu İslam âliminin tuttuğu yolu seçip tarafgirlik ve inatlaşmaktan şiddetle kaçınmak gerekir, vesselam…

VEHBİ KARA – Nurdan Haber

Bir Râfızî Hadîse Yanlış Mana Verdi Diye Hadîs İnkar Edilmez

Hadis ilmi ayrı bir meslek ve müstakil sahadır. O sahada, hüneri ve melekesi olmayanın bazı hadisleri inkâr etmesi internette veya televizyonlarda bahis konusu yapması hikmet ve hakikata uygun olmaz. Selef-i salihin, hadislerin kısımlarını, sahihlerini ve zayıflarını, meşhur, mütevatir, müteşabih gibi mertebelerini birbirinden ayırmak için birçok külli kaide tespit etmişlerdir. Bunların tümüne birden “Usul-u Hadis” denilmiştir. Usul-u Hadis, başlı başına bir ilimdir. “Hadislerin zamanında gerekli değerlendirmeleri yapılmış; sahih olanlar olmayanlardan ayrılmış; kendileriyle amel meselesinde her nevi hadis için bir değer ölçüsü konulmuş; fakihler onlardan gerektiği şekilde hüküm çıkarmışlardır. Artık Müslümanlara düşen, fıkıh kitaplarında hazır hale getirilen malzeme ile amel etmektir.”

Hadislerin sıhhati hakkında Bediüzzaman, şu tespitlerde bulunmuştur:

“Sahabelerin ellerinden, binler Tabiînin muhakkikleri el atıp almışlar; sağlam olarak ikinci asır müçtehitlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş. Hem Asr-ı Saadette yazılan Kütüb-ü Ehadîseye sağlam olarak devredilip, tâ Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dahî imamlarının eline geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkik ile meratibini tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem’ederek bize ders vermişler, takdim etmişler.

Zaten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buhari, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buhari’de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir. (Mektubat sh.129 )

Tarihin şehadetiyle sabittir ki, mazide olduğu gibi Peygamberimize yalan isnad edenler, hadis uyduranlar bugün de, yarın da çıkabilir. Ancak usûl-u hadis ilminin koyduğu kaideler birer miyar ve mihenk taşıdır ki, altını bakırdan, hakkı batıldan temyiz eder.

Bediüzzaman der ki “İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun”.(Münazarat- Bediüzzaman)

Şimdi gelelim günümüze ve yapılan ciddi ve büyük yanlışlara bir bakalım. Öncelikle, meydana gelmiş ve zuhura çıkmış olaylardan yola çıkarak hadisleri yorumlamak ayıp ve günah olmadığı gibi hadislerin hak ve hakikat olduğuna ayrı bir letafet katmaktadır. Aynı zamanda peygamber Efendimizin (asm) mucizesine bir delil teşkil etmektedir. Kuran’da ismen geçmese dahi MehdiDeccal, Süfyan ve ahirzaman hadiseleri ile ilgili olayları hadislerin ışığında değerlendiren insanlara hücum edenler yaptıkları hatayı anlamaları kendileri için çok önemlidir. Zira günümüzü hadislerin ışığı ile aydınlatmaya çalışan insanlara karşı kul hakkı doğmaktadır. Teşekkür yerine hakaret etmek kişiyi kurtarmaz, bilakis mesul ve sorumlu yapar.

Hadislerle ilgili yazı ve yorumları okuyanlar her şeyi kabul etmek zorunda olmadığı gibi karşı çıkmak zorunda da değildir. Çünkü İslam’a ve onun emirlerine aykırı bir durum söz konusu değildir. Nihayetinde olmuş olaylar ve zuhura gelmiş hadiselerle ilgili olarak, hadislerin ışığında yorum yapılmaktadır.

La ya’lemul gaybe İllallah– Gaybı Allah’tan başkası bilemez” ayetine hürmetsizlik de yoktur. Zira gayptan ve gelecekten de haber verilmemektedir. Zuhura çıkmış olaylar ayet ve hadislerin ışığı altında  değerlendirilmektedir. Bu sayede Kuran’a ve hadislere dikkat çekilmekte, önemini bir vesile ile hatırlatmak söz konusu olmaktadır. Bunlara karşı çıkmanın anlamı ve mantığı yoktur.

Kur’anı öğrenmek için hadis okumak gereklidir. Zira Kur’an-ı Kerim’de:

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmran Suresi – 7)

İslâm tarihinde çözülmelerin yaşandığı ve Kur’ân ruhundan uzaklaşıldığı zamanlar âlimler çıkış yolunu Sünnetin içinde aramışlar ve orada da bulmuşlardır. Çünkü Kur’ân’ı en iyi anlatan şüphesiz Peygamberdir (asm). İşte Hadis ve Sünnet konusunda uzman olan zat, bu yolu anlatıyor ve hadisleri tefsir açısından değerlendirmektedir. Bilindiği gibi Prof. İbrahim Canan, ilâhiyat camiasında birçok ilim adamının yetişmesine vesile olmuş bulunmaktadır. Bu arada Sünnetle ilgili birçok eser yazmış ve özellikle Kütüb-i Sitte gibi büyük bir hadis külliyatını tercüme ederek milletimize Peygamber çizgisini anlatmıştır.

İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (a.s.m.)’ın sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mıdır?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirmektedir:

Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.” (İbrahim Sûresi,14-4)

O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullah’a uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.” (A’raf Sûresi, 7-157)

Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab Sûresi, 33-36)

Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Sûresi, 4-65)

Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.“(Nisa, 4-80)

Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.“(Haşir Sûresi, 59-7)

De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” (Âl-i İmran Sûresi, 3-31)

Evet, buna benzer daha nice âyetlerden Peygamberimizin (a.s.m.) çok çeşitli görevleri olduğunu anlıyoruz.

Kur’ân-ı Kerim, insanları Peygamberimize (asm) yöneltir ve “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” emrini verir. Kısaca Kur’ân’dan sonra en önemli ikinci kaynak hadis-i şeriflerdir. Bu hususa dair ayetler çoktur devamlı şekilde Peygamberimiz nazara verilmektedir. İşte Kuran’ı esas almak lazım diyerek hadisleri inkar edenler bu noktada çaresiz kalmaktadır. Demek ki maksatları Allah’ın rızası değil emir aldıkları üst akıl her kim ise ona hizmet etmektir. Allah, ıslah etsin, başka ne söylenebilir ki?

Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullah’tan (asm) her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, “Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Her şeyini yazmak doğru değildir”. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine gidip durumu Fahr-i Kâinat Muhammed-i Arabi’ye (asm) anlattım. “Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Rasulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz‘ buyurdu.”

Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn (Çok teksir eden çoğaltan) denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullah’tan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı. İşte bu nedenle bütün hadislere bir manada Kur’ân tefsiridir diyebiliriz.

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi uygulamaya dökmüş fiilen yaşamıştır. Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimiz’de (asm) kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz göstermiştir.

Keza ibadetlerin hepsini Peygamberimiz (asm) en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerim’in bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerimizden tutun, eşler arasındaki ilişkilere kadar bütün hususları hadis-i şeriflerden öğrenebiliyoruz. Çocuk terbiyesini, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini dahi O’ndan öğrenebiliriz.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerimin idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde hadis ilmi sayesinde anlayarak öğrenebilirler. İnkar edenler ise nasipsiz kalacaktır, elbette.

Hz. Ayşe, Peygamberimizin ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı” diye ifade etmiştir. Peygamberimiz ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerimin ahlâkını şerh etmiştir, fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerimin ruhunu yansıtmaktadır.

Muhammed-i Arabi’nin (a.s.m.) nübüvvet yani peygamberlikle ilgili çok çeşitli vazifeleri vardır ve Allah’ın emri ve izni ile bunları yerine getirmiştir. Günümüzde çok tartışılan konularla ilgili olan birkaç tanesini dile getirelim:

  • Peygamber Efendimiz (asm), kısa, özet, mecaz ve teşbih şeklinde olan Kuran ayetlerini açıklamakla görevlidir. Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacaktır? “Rükû ve secde edin” emrine nasıl uyulacaktır. Malumunuz Hindu’lar da secde edip serfüru ediyorlar. Rükû ve secdenin nasıl yapılacağına dair açıklamalar yoktur.

İşte tam bu noktada hadisler ve sünnet devreye girmektedir. Peygamber efendimizin (asm) tutum davranış ve hareketleri bizim namaz gibi en önemli ibadeti nasıl yapacağımızı bize göstermektedir. Bir hadiste “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklamakta ve nasıl tatbik edilebileceğini göstermektedir. Namaz,oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirler fiili olarak gösterilmiş ve tatbik edilmiştir.

  • Peygamber Efendimizin (asm), anlaşılması zor olan âyetleri açıklamıştır. Meselâ âyet-i kerime de, “Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl Sûresi, 8-60) buyruluyor. Bu ayette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun” tabiri geçiyor. Sahabe “Kuvvet nedir?” diye sormuş cevaben “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur. Bugünkü savaşlarda dahi menzili yüksek, tahrip kabiliyeti güçlü ve isabetli olan silahlar öne çıkmakta, ister güdümlü mermiler, ister atıldığı platform, ister gemi, ister uçak olsun önem kazanmaktadır. İşte atış üstünlüğünü ifade eden Kuran ayetlerini bu ve benzer hadis-i şeriflerden anlayabiliriz.
  • Kur’ân-ı Kerim’in, sınırsız ve genel ifadeli olan âyetlerine açıklama getirmektedir. Örneğin “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı” (Bakara Sûresi, 2-275) buyuruyor. Bu âyet-i kerimeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Fakat hadislerle ve diğer âyet-i kerimeler ile bu ayetin hudutları çizilmiş domuz ve içkinin alışverişine yasak getirilmiştir. Demek ki meşru alışverişin sınırları hadislerle belirlenmiştir.
  • Anlaşılması için izah gereken ayetler cevaplandırılmıştır: Mesela: “İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar—korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.” (En’am Sûresi, 6-82) Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp sormuşlar: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Ya Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (a.s.m.) “Şirk pek büyük bir zulümdür” âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerimdeki anlaşılması zor olan âyetler açıklanmıştır.
  • Kur’ân’da önemli olan bazı meseleler ayrıca Peygamberimiz tarafından tekrar edilerek teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

Bu sayılan hususlardan başkaları da dile getirebiliriz. Bu hamur çok su götürür. Şimdilik bu konuya son verelim, vesselam…

Vehbi Kara

Nurdanhaber – Haber Merkezi

Marks Yanılmış Bediüzzaman Haklı Çıkmıştır

1818-1883 yılları arasında yaşamış olan, Marksizm ideolojisine ismini veren Karl Marx, tarih, felsefe ve hukuk eğitimi aldıktan sonra insan toplumunun tarihini, her biri farklı bir üretim ilişkisine karşılık gelen dört aşama şeklinde tarif etmiştir. Beşinci aşamada ise insanlığın gelişe gelişe, en sonunda sınıfsız ve statik bir evreye varıp donup kalacağını ve insanlık misyonunu tamamlayacağını iddia etmiştir. Yani “Bir çeşit gelişmek kanunu, gelişimsizliğin hâkim olduğu durağan bir toplumsal yapıya ulaşacak ve insanlar bir tarağın dişleri gibi her yönden eşit olacak” diyerek sınıfsız bir toplumun diğer bir ifade ile komünizmin geleceğini söylemiştir. Halbuki mutlak müsavat yani her yönden eşit olmak mümkün değildir. Eşitlik ancak hukuk önünde olabilir. Bu hususu “Lemalar” isimli kitabında (22. Lema) çok güzel örneklerle izah eden Bediüzzaman, her yönden eşit bir toplumun yaratılış kanunlarına aykırı olduğunu açıklamıştır.

Toplumların gelişme yönünü, olayları gözlemleyerek bilimsel yoldan belirlemek isteyen Marks, proleteryanın (işçilerin) zaferiyle kurulacak olan sınıfsız toplumun (Komünizm) yapısı hakkında net açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Sadece sömürülmekten kurtulan insanın, kendi faaliyetine düşen gerçek paya hak kazanacağını ve kendi üretiminin tam karşılığını alabileceğini, dolayısıyla da toplumun, insanın insanı sömürmesinden büsbütün kurtulacağını ileri sürmüştür.
Fakat Marks, işçi sınıfı ile burjuva arasında kalan sınıfı ihmal etmiştir. “Orta sınıf” olarak nitelendirilen bu sınıfı, Marks, gereği gibi inceleyememiş, tahminlerinde yanılmıştır. Hâlbuki günümüzde orta sınıf güçlenmiş, toplumun en önemli ve etkili bölümünü meydana getirmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî ise beşeri yaşam devirlerini izah ederken ilk dört dönemi Marks’ın öngörülerine benzeyen bir biçimde ele almıştır.

Bediüzzaman, dördüncü dönem olarak ifade ettiği “Ecir= Ücretlilik” devrini daha geniş bir perspektifle incelemiştir. Marks’ın “kapitalizm ve komünizm” devirleri olarak ele aldığı dördüncü ve beşinci dönemi; ücretli dönem şeklinde ifade etmiştir. Gerçekten de ücretli ve maaşlı sistem hem kapitalizmde hem de komünizm sisteminde esas gelir sistemi olmuş insanların büyük bir çoğunluğu ister kamu ister özel sektörde olsun maaşlı olarak çalışmışlardır. Marks’ın dört ve beşinci dönem olarak ele aldığı devirler, özde aynı olup insan emeğinin sömürülmesi esasına dayanmaktadır. Halbuki insan esir olmak istemediği gibi ücretli olmak da istemez.

Bu durumu tablo ile ortaya koymaya çalışır isek:

marks

Bediüzzaman: “Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla nev-i beşerin (insanlığın) hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki (…) beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet (kölelik) devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi malikiyet ve serbestiyet devridir.”

Marks ve Bediüzzaman’ın beşeriyet devirlerini bir tablo ile karşılaştıracak olursak, son aşamada farklılık göze çarpmakta ve Bediüzzaman’ın bu son devrede ‘malikiyet ve serbestliği’ öngördüğü ortaya çıkmaktadır.

Marksist teoride sosyalizm, kapitalizmin yerini alacak ve daha sonra sosyalist yapı kendiliğinden söneceğinden komünizme dönüşecek bir topluma işaret edilmiştir. Marksizm, komünizmin teorik ve felsefî zeminini; komünizm, sosyalizmin ardılı olarak gelişecek toplumsal sistemi ifade etmektedir.

Fakat gelişmelere baktığımızda başta Sovyetler Birliği olarak komünist sistem çökmüştür. Yeryüzünde Kuzey Kore haricinde bu sistemi uygulayan devlet kalmamıştır. Çin ve Küba devletlerini komünist sisteme sokmak mümkün değildir, zira komünizm romantizm düzeyine getirilmiş ABD ve emperyalizme karşı yürütülen bağımsızlık mücadelesinin sembolü olarak görülmüştür. Bu ülkelerde de mülk sahibi olmak (malikiyet) ve serbestlik büyük ölçüde dünya standartlarına yaklaşmıştır.

Dünyada demokrasinin ve serbestlik sisteminin uygulanmadığı maalesef sadece Müslüman devletler kalmıştır. “Arap baharı” adı verilen özgürlük hareketleri sonunda bütün diktatörlüklerin sona ereceği açık bir şekilde görülmeye başlamıştır. Sırayla bütün diktalar, şeflikler çökmektedir.
Milletini seven ve akıllı olan baskıcı yönetimler, dünyada ortaya çıkan sür’atli değişimlere direnmez ve kan dökmeye kalkmaz, malikiyet ve serbestlik yönetiminin gereklerini yerine getirir. Zararın neresinden dönülse kârdır. Bu iptidaî ve zalim yönetimlerin bir an önce insan haklarına değer veren demokrasilere dönüşmesi şarttır. Zaten bu kaçınılmaz sondan kurtuluş da yoktur.

Ne mutlu vatanımızın bulunduğu bu coğrafyada yaşayan insanlara ki, Bediüzzaman’ı tanıma fırsatını ilk önce onlar bulmuşlardır. Türkçe ve Arapça yazmış olduğu eserlerinden istifade etmişler, sonra da çeşitli dillere çevirerek istifadeye sunmuşlardır. Herkesten evvel bu şaheser Kur’ân tefsirlerini elde etme imkânı buldukları için Rabbimize şükretmeleri gerekir.

Zamanından en az 100 yıl öncesini görerek insanlara yol göstericilik yapan bu zatı dinlemeyenler ise hüsrana uğrayacaktır. Onu ve eserlerini dinleyenler ise hem bu dünyada hem de ahirette saadete erişecekleri bellidir. O halde biz de ona koşalım ve eserlerini okuyup istifade edelim. Bunca yattığımız o derin uykudan uyanalım, vesselâm…

Vehbi Kara

Risale Haber