Etiket arşivi: vehbi karakaş

“Din, Caminin Dışına Çıkmamalı” imiş!

Televizyon programlarına katılan anlı-şanlı ve unvanlı bir katılımcı şöyle dedi: “Dini caminin dışına çıkarmamak lazım. Said Nursî, dini caminin dışına taşımak istedi.

Ben bu sözü bugün biraz analiz etmek istiyorum. Bu sözün ilk cümlesi külliyen yanlıştır. İkinci cümlesi ise doğrudur. Yanlış olan cümleden yani “dini caminin dışına çıkarmamak lazım” cümlesinden küfür ve inkâr kokuları geliyor. Neden? Çünkü bu sözün altında Allah’ın ve O’nun son Rasûlü Hz. Muhammed’in (s.a.v) emir ve iradesini beğenmeme, yanlış bulma, kabul etmeme gibi bir anlayış saklıdır.

Allah’ın dini göndermekte ki maksadı, muradı neydi? Hz. Muhammed (s.a.v), o büyük mücadeleyi caminin içi için mi verdi? Doğruluk, adalet, samimiyet, ahlak ve fazilet, caminin içi için mi lazım, dışı için mi, yoksa her ikisi için mi? İçki, kumar, zina ve adam öldürmek gibi günahlar caminin içinde mi işleniyor, dışında mı?

Yüce Allah dini, sosyal ve siyasal hayata, ticarî hayata, eğitim ve öğretime nizam, intizam, doğruluk, adalet, sevgi, saygı, şefkat haya ve iffet kazandırmak; helallerle yetindirip haramlardan sakındırmak için göndermemiş midir? Bu düzenlemeleri yapmak için de Peygamberini görevlendirmemiş midir? Peygamberimiz de hayatı boyunca bunun mücadelesini vermemiş midir?

Din caminin içinde kalmalı diyenler, Allah bizim işimize karışmasın, Peygamber bizim işimize karışmasın. Biz onlardan daha iyi biliriz, demiş olmazlar mı? Bu düşünce inananın düşüncesi olabilir mi?

Katılımcının: “Said Nursî, dini caminin dışına taşımak istedi” cümlesi doğrudur. Dini, camiye hapseden zihniyeti kınanmaya, dini ve dinin ahlakını caminin dışına taşıyan zihniyeti de yürekten alkışlanmaya layık görüyorum.

Dini caminin dışına taşımak isteyenlerde zorbalık yoktur. Ama dini camiye hapsetmek isteyenler zorbalık yapmışlar, dine hiçbir yerde göz açtırmamışlardır. Senin yerin ya vicdan ya da camidir, demişlerdir. Bu anlayış hem Allah’ın sünnetine ve hem de Rasûlullah’ın sünnetine aykırıdır.

Din siyasete alet edilmemelidir; ama dinsizlik de siyasete alet edilmemelidir. Din ülkemizin ortak değeridir. Herkes onu her yerde istediği gibi yaşamalıdır. Hiç kimse, hiç kimseye inancını veya inançsızlığını dayatmamalıdır. Bediüzzaman ve benzeri alimlerimiz, tebliğ yapmışlar, anlatmışlar, asla dayatma yapmamışlardır. Akıllara kapı açmışlar, iradeleri zorlamamışlardır. Gücü ve fikri olanlar fikirle Bediüzzaman’a karşı çıkmalıydılar. Buna güçleri yetmedikleri için kaba kuvveti ve zulmü Bediüzzaman’a ve talebelerine reva görmüşlerdir. Zulüm de ancak ve ancak acizlerin silahıdır.

Dini camiye hapseden zihniyeti kınamakla beraber, aynı zamanda bu zihniyeti, “din vicdan işidir” diyerek dini vicdanlara hapsedenlerden daha insaflı buluyorum.

Dini caminin dışına çıkarmamak lazım” diyen zihniyet, bu da insafsız ve izansız bir zihniyettir, ama dini vicdana hapseden zihniyetten daha insaflıdır. Hiç olmazsa birincisi camiyi kabul (!) ediyor. İkincisi yani din vicdan işidir, diyen bîvicdanlar ise camiyi de kabul etmiyorlar. Onun içindir ki bunlar bu memlekette camileri lüzumsuz gördüler, ezanları susturdular, Kur’an alfabelerini toplattılar, Kur’an öğrenimini ve Kur’an’ın dili olan Arapçayı yasakladılar. Bu hizmetleri ifa edenleri idam ettiler.

Din, caminin dışına çıkmamalı” ve “vicdanda kalmalı!” diyen bu zavallı mantığın, her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah’a ayırdığı yer, işte bu kadar: vicdanın veya caminin içi.

Sormak lazım: Pekiyi, vicdanın ve caminin dışı kimin?

Allah’ın.

Şu koca dünyanın ve kâinatın sahibi kim?

Allah.

Allah’ın yerinde Allah’a yer vermemek, Allah’ın mülkünde gezip, onun nimetleriyle beslenip onu tanımamak, Onun sadece vicdanda ve camide olması gerektiğini düşünmek, dinin sosyal hayata kazandırdığı iyilik ve güzellikleri görmezlikten gelmek akılsızlık ve nankörlük değil midir?.

Camide Allah’la olacaksın, camide doğru olacaksın, ama caminin dışında her haltı karıştıracaksın. Camide Müslüman olacaksın, ama caminin dışında gayr-i Müslim gibi yaşayacaksın. Bu iki yüzlülüğü, bu nifakı, bu ahlaksızlığı, bu hiyaneti ve bu cinayeti, her şeyin sahibi, yaratıcısı olan ve herkesten her yerde doğruluk, dürüstlük isteyen Allah kabul eder mi?

Bediüzzaman ve benzeri âlimlerimiz, işte bu akılsızlıklarla mücadele etti. Dini caminin içine hapsederseniz, dinin hayrını, bereketini, rahmetini ve cennetini göremezsiniz. Dini caminin içine, hatta vicdanlara hapsettiğiniz içindir ki, ülkeniz cehenneme döndü. Anarşi ve terör elli bin insanı aldı, götürdü. Ocakları söndürdü. Ülkenin kalkınmasına engel oldu. Aile hayatı huzura, eğitim iffete hasret kaldı. Gayr-i meşru birliktelikler, gayr-i meşru eğlenceler, israf ve ahlaksızlık öldürücü bir zehir oldu.

Bediüzzaman, “büyük kafaları gaflet içinde görüyorum” derken, bunları ve bu sonucu önümüze koyanları kast ediyordu.

14 asır karanlıklara ışık tutmuş, adil devletler ve ihtişamlı medeniyetler kurdurmuş, şefkatli ve ahlaklı süper güçler oluşturmuş, hiçbir şeyi eskimemiş, zararı görülmemiş bir dini; vicdana ve camiye hapsetmek, devleti ve milleti anarşi ve terörün kucağına atmak gaflet değildir de, dalalet değildir de nedir?

Dinin sadece kurumlardan değil, milletin hayatından ve dünyadan sökülüp atılmak istendiği bir devirde Bediüzzaman, “dinsiz dünyada hayır yoktur.” “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihyayı dinle olur, bu milletin ihyası” demiş, gaflet ve dalalet ehlinin korkulu rüyası, Müslümanların da şevk ve ümit kaynağı olmuştur.

Ne iyi etmiş de Bediüzzaman bunları söylemiş. Ya söylemeseydi, ya vakarlı, sessiz ama yiğitçe bir duruş ve direniş göstermeseydi, din vicdanda ve camide kalsaydı, ülke tamamen anarşist ve teröristlerin eline geçecekti. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacaktı.

Bediüzzaman gibi yiğit âlimleri, din kahramanlarını bu ülkeye nasip eden, onların elleriyle Kur’an’ını sahipsiz ve cemaatsiz bırakmayan Allah’a Zat’ı, sıfatı, esması ve tecellileri sayısınca hamdolsun. Bu üstadların önderi şanlı Rasul’e de sonsuz salat ve selam olsun.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Peygamberimize Yazdığım Bir Mektup

Bir güneş gibi doğdun karanlık dünyamıza.

Bir yağmur gibi indin kuruyan toprağımıza.

Bir pusula oldun, yolunu ve yönünü kaybetmişlere.

Bir ölçü ve denge oldun ölçüsüz ve dengesiz hayat sürenlere.

Bir avukat oldun; çaresizlere, mağdurlara, mazlumlara.

Bir imam oldun, mü’minlere.

Bir hatip oldun, tüm insanlığa.

Bir komutan oldun; düzensiz, başıboş ordulara.

Merhametli bir baba oldun insanlık ailesine.

Sevgili bir dede oldun Hasan-Hüseyin torunlarına.

Vefalı, sadık bir eş oldun Hatice’ne, Ayşe’ne.

Sevgili ve doyulmaz bir baba oldun Fatma’na, Rukıye’ne, Kasım’ına, İbrahim’ine.

Başlarını okşadın, saçlarını kokladın onların. “Kızım senin saçlarının arasından cennetin kokularını alıyorum.” buyurdun. Gülücüklerle karşıladın hep onları, öpücükler kondurdun onların ve torunlarının gül yanaklarına.

Şefkatli ve sabırlı bir öğretmen, bir eğitmen oldun; her yerde ve her zaman herkesi eğittin; yaşına, başına, makamına ve rütbesine, cinsiyetine ve milliyetine bakmadan. Senin öğrencilerin arasında yediden yetmişe herkes vardı.

Hiç kimse ateşlere yanmasın ve cehenneme düşmesin diye makas gibi açtın kollarını, haykırdın: “bu cadde çıkmaz sokak” dedin. Bu uğurda dayanılmaz eza ve cefalara göğüs gerdin. Tükürük savuranlara, taş atanlara, yollarına diken serenlere sen, hep gül attın. Çünkü sen âlemlere rahmettin. Bu yüzden Rahmeti Sonsuz, Seni, kendi isimleriyle andı. Benim Habibim Raûf’dur, Rahîm’dir; dedi, çok şefkatli ve çok merhametlidir, buyurdu.

Bir gün, “Beni, malınızdan, canınızdan ve çocuklarınızdan da çok sevmedikçe mü’min olamazsınız.” buyurdun. Yerden göğe kadar haklıydın. Çünkü Allah, Senin, bize canlarımızdan, daha yakın, daha önemli olduğunu söylemişti. Allah, Senin hürmetine kâinatı yaratmıştı. Bu sebeple biz, varlığımızı sana borçluyduk. Âlem var oluşunu Sana borçluydu, ümmet Seninle dünya ve ahiret saadetine, cennetine kavuştu. Bu sırrı anlayan herkes gibi Akif: “Dünya neye sahipse onun vergisidir hep/ Medyun Ona cemiyeti, medyun Ona ferdi.” dedi ve herkesin, elindeki bütün varlığı ve meziyetleriyle Sana borçlu olduğunu ilan etti.

Hiç kimsenin meşru’ arzusuna yok demedin. Çünkü sen insan oğlunun en cömerdi idin. İnsanlara öğlesine yanılmaz ve yanıltmaz bilgiler sundun, öylesine muhteşem gerçeklerle onları baş başa bıraktın ve öğlesine mükemmel bir eğitim verdin ki, Senin yetiştirdiğin insanlar medeni milletlere reis ve üstad oldu.

Sen bir toplum mühendisi idin. Allah, Seni bir şâhid, adil bir hakem ve hâkim, yumuşak dilli ve hikmetli bir uyarıcı, bir müjdeci, ısıtan ve ışıtan bir kandil olarak göndermişti.

Sen, üstünlerin hukukunu kaldırdın. Onun yerine hukukun üstünlüğü ilkesini getirdin. Hak ve adalet, haya ve edep, doğruluk ve samimiyet, ilim ve marifet, çalışma ve gayret Senin sisteminin can damarı, beyni ve omurgası oldu.

Bir tarafta elbisendeki yırtıkları yamalayacak, hayvanlarını sağacak ve ev işlerine yardım edecek kadar mütevazı, diğer tarafta dünya devlet başkanlarına mektuplar gönderip onları ve halklarını İslamiyet’e davet edecek kadar izzetli, metin ve kararlı idin; yabancı heyetleri kabulünde diploması kurallarına vakıf ve vakur bir diplomattın.

Da’vet ve tebliğ operasyonların 23 sene gibi kısa zamanda meyvesini verdi. Şirkin yerini vahdet, küfrün yerini iman, zulmün yerini adalet, kin ve nefretin yerini hürmet ve muhabbet, kavganın yerini barış, anarşi ve terörün yerini huzur, güven ve kardeşlik aldı. Kısaca inkâr ve cehalet çağı kapandı; iman ve ilim çağı açıldı. İnsanlık ahlaksızlık ve bedeviyetten kurtuldu, ahlak ve medeniyete kavuştu.

Seni görenler Sana doymadı, Seni göremeyenler de Senin hasretinle yandı. Kâinatın yıkılışı karşısında tüyleri ürpermeyecek kadar yiğit olan Ömer, Senin vefat haberin karşısında yıkılıverdi. Kılıcını çekti, çıldırmışçasına: “Kim Muhammed öldü derse başını vururum.” diyordu. Diyordu amma elinden de bir şey gelmiyordu. Ömer ağlıyordu, Ebubekir ağlıyordu, ashap ağlıyordu, yer ve gök ağlıyordu. Çünkü Sen onların hepsinin varlık sebebiydin. Çünkü Sen hepsi için rahmettin, berekettin, saadettin, cennettin. Çünkü Sen hepsinin ve alemlerin Rabbinin sevgilisi idin.

Vahyi aldığın ilk günlerde sevgili eşin Hatice validemiz Seni alıp gözleri görmeyen yaşlı amcası Varaka’ya götürmüştü. Başından geçenleri dinleyen Varaka: “Sen ahir zaman peygamberisin, halkı yeni dine davet edeceğin günlerde genç olsaydım, kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman sağ olsaydım da sana yardım etseydim.” demiş, ömrünün buna yetmeyeceğinden dolayı da ah çekip inlemişti.

Bismark’a, Goethe’ye, Bernard Shaw’a, Lamartin’e, Mevlânâ’ya, Yunus’a ve Seni göremeyen bütün bir insanlığa: “Ahhh!..” dedirten Senin sevdan ve Senin hasretindi. Herkes Seni soruyor ve Seni arıyordu.

Yunus’a: “Arayı arayı bulsam izini/ İzinin tozuna sürsem yüzümü/ Hak nasip eylese görsem yüzünü/ Ya Muhammed canım arzular Seni.” dedirten Senin hasretindi.

Mevlânâ’ya: “Seçilmiş Muhammedin yolunun toprağıyım.” dedirten, Senin hasretindi.

Habeşistan kıralı Necaşi’ye: “Bu saltanata bedel keşke Hz. Muhammed’in hizmetkârı olsaydım.” dedirten, Senin hasretindi.

Senin için göz yaşı döken Füzûlî’ye: “Arızın yâdıyla nemnak olsa müjganım nola/ Zayi olmaz gül temennasıyla vermek hâre su.” Yani gül yanağının hasretiyle ağlasam da kirpiklerim ıslansa ne iyi olur. Çünkü gül elde etmek temennisiyle dikenlere su vermek kayıp sayılmaz, dedirten, Senin hasretindi.

Bernard Shaw’a. “Ben inanıyorum ki, Muhammed’in benzeri yani Onun ahlâk ve karekterinde bir adam şimdiki dünyaya reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin sorunlarını çözer, bu karmakarışık dünyada genel barışı ve mutluluğu sağlar.” dedirten, Senin hasretindi…

Goethe’ye: “Kardeş! Ayırma bizi koynundan, yoksa bizi çöllerin kumu yutacak…Hepimizi alıp koynuna, eriştir bizi Yüce Yaradan’ına.” dedirten Senin hasretindi.

Alman Başbakanı Prens Bismark’a: “İnsanlık Senin gibi seçkin bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Ya Muhammed! Senin çağdaşın olamadığımdan dolayı üzgünüm. Manevî huzurunda tam bir hürmetle eğiliyorum!” dedirten Senin hasretindi.

Ve Bediüzzaman’a: “”Böyle bedi’ bir kainatta, böyle bir Zat lazimdir. Yoksa, kâinat ve eflak olmamalidir.” dedirten Senin hasretindir.

Kimse Sende kusur bulamadı. Düşmanların bile Sana inanmadıkları halde Sana hayrandılar. Çünkü Seni Allah terbiye etmişti. Yüce Allah, “Şüphesiz Sen saygın bir ahlâk üzere bulunmaktasın” “ Onun önüne geçmeyiniz,” “ Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayınız,” “ Ona itaat eden Allah’a itaat etmiş olur,” “ Beni seviyorsanız Ona uyun” gibi âyetleriyle Kendi katında Senin hatırının ne kadar üstün olduğunu ortaya koyarak insanların dikkatini çekiyordu.

Sen, ahirete irtihal edeli 14 asır oldu. Ama sevdan gönüllerimizde hâlâ taptaze ve dipdiri duruyor. Günde beş vakit adın, Allah’ın adıyla beraber okunuyor. 14 asırdır dünyanın gündemi Sensin. 14 asırdır ilim adamları, fikir adamları Seni konuşuyor, Seni inceliyor, Sana olan hayranlıklarını ve sevdalarını dile getiriyorlar. Çünkü Sen:

Güzellerin en güzeli, faziletlilerin en faziletlisi, şereflilerin en şereflisi, nurluların en nurlusu, büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdi, sesçe en yükseği, vasıfça en parlağı, zikir ve fikir bakımından en mükemmeli, şükür ve ibadet bakımından en muhteşemi, sîret ve sûret bakımından en güzeli idin. Sen, yerde ve gökte övülen Efendiler Efendisi MUHAMMED’din. Sanki Sen, Allah ahlâkının ve Allah sevgisinin Muhammedleşmiş, yere inmiş şekli idin. Sen âlemin hem çekirdeği ve hem de meyvesi idin. Cismin itibariyle en sonra geldin, peygamberlerin sonuncusuydun ama ruhun ve nurun itibariyle en önceydin. İbtida ile intihayı, başlangıçla sonucu birleştirdin. Senin getirdiğin esasları ve koyduğun kuralları asırlar eskitemedi.

Allah, kendisine layık ibadetin en büyüğünü Sende gördü. İsimlerinin tecellilerini en iyi Sende seyretti. En tatlı niyazı Senden işitti. En derin tefekkürü, en derin haşyeti, en kudsî muhabbeti, en geniş merhameti, en büyük marifeti, Sende buldu. Onun için Seni hem en yakını, hem de Alemlere rahmet seçti.

Demek Seni böylesine ihtişamlı ve şanlı kılan; Senin ihtişamlı zikrin, Kâinat çapında şükrün, derin mârifetin, coşkun aşkın ve Ezelî Sevgili’ye olan kara sevdan, fevkalade takvan ve ibadetin idi. Bu vadide Seni geçen olmadı. Onun için büyüklükte de Seni kimse geçemedi. Ne insan, ne peygamber, ne de mukarreb bir melek…

Ey şanlı ve Kur’an’lı bülbülümüz! Sana layık olamadık, bıraktığın mirasa sahip çıkamadık, emanetlerine sadık kalamadık, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek alamadık. Seni ve getirdiğin Kur’an’ı hakkıyla okuyamadık. Geriledik, sefil olduk. Kala kala elimizde bir bükük boyun, bir kara yüz, bir de pişmanlık dolu işte bu itiraflar kaldı. Kıtmirin olarak kapında bekliyoruz. Seni sevenlerden birinin. “Mücrimim gerçi Muhammed Mustafa hayranıyım.” Dediği gibi ben de diyorum: Suçluyuz ama Seni seviyoruz ya Resûlallah! O alemi kuşatan rahmetinle bir kere daha bize elini uzat Ya Resûlallah! Mübarek elinle Mekke’yi müşriklerden, Kâbe’yi de putlardan temizleyen Allah’a bir kere daha ellerini kaldır ey Allah’ın Rasûlü! kaldır da Yüce Allah, İslâm âlemini sana layık hale getirsin, emanetlerine emin kılsın, ahlâkını ve yaşama biçimini örnek almaya muvaffak eylesin. Despotların, zalimlerin, Firavunların, Nemrutların, Ebucehillerin şerrinden kurtarsın.

İçimizden dokuz yaşında dokuz lisan bilen, 21 yaşında çağ açıp çağ kapayan Fatihler, Yavuzlar, Akşemseddinler ve Ebussuudlar çıksın. Ülkemizi ve milletimizi tekrar kaybettiğimiz zirvelere kavuştursun. Ey Hicazlı Sevgili! Sana kâinatın zerreleri sayısınca salat ve selam olsun.

Ey Hakiki Mahbûb’un Sevgilisi! Hiç ender hiç halimle Sana bir mektup yazma cüretini gösterdim. Kurtuluşuma ve şefaatine vesile olacağını umduğum bu mektubumu, Senin hasretinle yanan sevdalılarından bir Garib’in mısralarıyla bitirmek istiyorum. Ve Onun makbul yakarışının arkasına sığınarak sesleniyorum:

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül,

Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül,

Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül,

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül.

Vehbi Karakaş

Bediüzzaman’ın Geceleri

Üstad Bediüzzaman’ın geceleri, Efendiler Efendisi’nin (s.a.v) gecelerine benziyordu. Bediüzzaman sanki Efendimizin bir aynası idi. Efendimizin özellik ve güzelliklerinin mesela takvasının, haşyetinin, tazarru ve niyazlarının, Allah’a olan sevdasının, saygısının, duasının, edebinin, ibadetinin, iffeti, sabrı, affı, şükrü, şecaati ve zühdünün yansımaları, çok rahat Bediüzzaman da seyredilebiliyordu. Sanki o, Peygamberimizin asrımıza düşmüş, bir nuru, bir gölgesi ve bir izdüşümü idi. Bunu anlayabilmemiz için Peygamberimizin ibadet hayatını ve gecelerini kısaca bir hatırlamamız lazım.

Peygamberimizin zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz, duasız, istiğfarsız, ibadetsiz ve hikmetsiz geçen bir anı yoktu. Yemeğe başlamadan önce, yemekte ve yemekten sonra, yatağa girmeden önce ve uyandıktan sonra, tuvalete girmeden önce ve tuvaletten çıktıktan sonra, evinden çıkarken ve girerken, elbisesini giyerken, yolda yürürken, görürken, duyarken, tadarken, koklarken, dokunurken hasılı gece-gündüz her yerde ve her zaman dua, zikir, fikir, şükür, istiğfar ve ibadet onun işi idi.

Hz. Âişe validemizin bildirdiğine göre “O, hayatının hiçbir anında Allah’ı zikretmekten, yüceltmekten geri durmazdı. Gece kıldığı namazlarda, bazen bir gecede Bakara, Âl-i İmran, Nisâ ve Mâide sûrelerini okurdu. Bazen de bir âyeti sabaha kadar tekrar ettiği olurdu. “Ey insanlar! Allah’a tevbe ve istiğfar ediniz. Ben günde yüz defa tevbe ediyorum.” derdi. İbadet ü taat yolunda kendisini o kadar yorardı ki gece namazda ayakları şişinceye kadar ayakta dururdu. Aişe validemiz acıdığından: “Senin bütün günahların affedildiği halde niçin böyle sıkıntıya giriyorsun?” dediğinde: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verirdi.

Namaz kılarken, kimi zaman haşyetinden, göğsünde tencerenin kaynamasını andıran fokurtular duyarlardı. Tefekkürü, hüznü ve sevinci devamlı idi. Allah’la olduğu için sevinci, Allah’a layık şükrü takdim edemediği için de hüznü bitmezdi. Mesrurdu, bir o kadar da mahzundu. Az güler, çok ağlardı. “Vallahi eğer benim bildiğimi bilseydiniz, siz de az güler, çok ağlardınız! Yataklarda eşlerinizle zevk edemezdiniz! Yollara düşüp avazınız çıktığı kadar yüksek sesle Allah’a yalvarırdınız.” derdi. Bu konu o kadar derin ve uzun ki ne kadar anlatsak bitmez. Onun için Mevlana bu husustaki çaresizliğini şöyle dile getirmiştir:

Nebiler Sultanı’nın güzel vasıflarını, hiç durmadan devamlı olarak şerh etsem, yüzlerce kıyamet geçer de yine bitmez.

Sevgili Peygamberimizin bu hali, Üstad Bediüzzaman’a şöyle yansımıştı: Öğrencilerinden Bayram ağabeyin gözlemleri şöyle: “Üstad, erken yatar, sabah namazına dört saat kala kalkardı. Teheccüd namazını kılar, münacat ve evradlarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Okuduklarını, bir saat, başucundaki, bir metre genişliğinde dört metre boyundaki şecerede isimleri yazılı al-i beyt neslinden olan mühim zatlara bağışlardı. Talebeleri anahtar deliğinden bakarlardı, duasını bitirmeden kimse odasına giremezdi. Zira: “Benim bir dua vaktim vardır, o saatte melaike dahi olsa kabul etmem.” derdi. Mübarek gecelerde ve ramazanın son on beş gününde uyumaz, kimseyi de uyutmazdı. Talebelerini kontrol eder, uyuyanı su döker, uyandırırdı.

Hulusi Yahyagil ağabey diyor ki: “Barla’da bir gece yanında kalmıştım. Sabaha kadar uyumadan ibadet ediyor, zikrediyor, tazarru ve niyazda bulunuyordu, pek az uyur, uyur gibi görünürdü.” İnliyor gibi zikrine Barla’nın, Isparta’nın, Eskişehir’in, Denizli’nin, Emirdağ’ın, Afyon’un geceleri, dağları, evleri, otelleri, zindanları şahitti.

İniltisini saklamıyor, belki de saklıyordu ama, o kadarının sızmasına mani olamıyordu. Zira mesuliyet duygusu taşıyan bir insan için Rabbinin azameti karşısında öyle ağlayıp inlemek çok değildi. Çok görmüyordu. Ahiretteki inilti yanında bunun çok az kaldığını iyi biliyordu. Ve yine biliyordu ki burada inleyenler, orada inlemeyeceklerdi.

Refet Barutçu ağabey diyor ki: “Namazını vaktinde kılardı. Heybet ve huşu içinde namaza bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil. “İlahî Ya Rab, İlahî Ya Rab, İlahî Ya Rab!.. Allahu ekber!” diyerek sarsılır, haşyet içinde namaza girerdi. Biz arkasında korkar ve ürperirdik.” Bayram Yüksel ağabey de diyor ki: “Allahuekber!” dediği zaman, mübalağa olmasın ahşap bina sarsılırdı.

Emin Tekinalp ağabeyi Afyon’da hapse atmışlardı. Suçu belliydi. İman hakikatlerini okumayacaktı. Hapishaneye ulaştıklarında gecenin ikisiydi. O saatte ağlar gibi bir inilti duymuş ve bekçiye sormuştu. Adam: “Burada yetmiş beşlik Bediüzzaman diye bir hoca var. O her gece sabaha kadar böyle devam eder. Ne yapar bilmiyoruz, diyordu.

Üstad’ı evinde üç ay misafir etme ve arkasında namaz kılma şerefine nail olan Mehmet Fırıncı ağabey, Hazret’in namazda tesbihatı ve okuduklarını gayet ağır okuduğunu, duyarak, düşünerek okuduğunu söylemiştir.

Üstad, her gece teheccüd namazına kalkıyor, bazı günler uyuyamayan Molla Hamid onu görüyor, Üstad Hazretleri: “Keçeli! Madem uyuyamıyorsun, kalk sen de gel, beraber dua edelim.” diyordu. Molla Hamid, okuyacak bir şey bilmediğini ifade ediyor, o: “Ben dua ederim, sen amin, dersin.” buyuruyordu. Molla Hamid’in dua esnasında uykusu gelirse: “Ben de eskiden senin gibi idim; sonra alışırsın.” derdi, çok mütevazı idi. Arkasında kıldığım namazlardan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbihat hakkında şu dersi vermişti bize:

Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.” Hazin bir sada ile bizden çok ağır tesbihat yapardı. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin ve huşu içinde kılana rastlamadım. Lailahe illallah` diye tesbihata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu.

Üstad daima ibadet ve münacatla meşgul olurken, saatlerce diz üstü otururdu. Böyle oturmaktan, ayağının parmağı yara olmuştu. Molla Resûl`e parmağını göstererek bir merhem sürmek istediğini söyledi. Bu esnada Molla Resûl ateş yakmakla meşguldü. Üstad’ın o halini ve parmağının yarasını gören Molla Rasul, içinin acısını şöyle dile getirdi:

Biz de Allah`tan korkuyoruz, ama Üstadım, senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursaydın ayağın yara olmayacaktı!”

Üstad Molla Rasûl’ün bu sözüne karşılık:

Molla Resûl! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya” dedi.

8,5 sene kadar kaldığı Barla’daki komşuları diyorlar ki: “Üstadı, geceleri, Dershane-i Nuriye’nin önündeki bir mübarek çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar zikr ü tesbihle meşgul olurdu. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalların, şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşların arasında Üstadın böyle sabahlara kadar çalışmasını gördükçe, ne zaman uyur, ne zaman kalkar bilemezdik.

Bediüzzaman okuduğu evradı, tefekkürle içine sindire sindire okurdu. Hatta birçok hakikatin, evrad okurken kalbine doğduğunu biliyoruz.

Kur’an’ın hakiki ve tam bir nevi münacaatı ve Kur’an’dan çıkan bir çeşit hülasası olan Cevşen-i Kebir.” dediği bu muhteşem duayı Türkiye’de meşhur eden Bediüzzaman olmuştur. Bin özelliği bulunan bu duayı Üstad, her gün okurmuş; dünyevî çok faydalarını da görmüştür. Mesela Emirdağı’nda kendisini zehirlemişlerdi, ama öldürememişlerdi. O bunu okuduğu duaya bağlıyor ve şöyle diyordu:

Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat, hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.” Ve yine diyordu ki:

Düşmanlarımın maddi-manevi zehirlerine karşı, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.

13. Şua’da gördüğümüze göre, İmam-ı Gazali Hazretleri’nin tertip ettiği “Hizb-i Masûnu” da okuyordu. Bu dua Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tertip ettiği Dua Mecmuası’nda mevcuttur.

Üstadın düzenlediği Hizb’ül Hakaik-i Nuriye adlı evrad (dua) kitabında yer alan Abdulkadır Geylanî hazretlerinin münacaatı ve Şah-ı Nakş-ibendin evradı, evliyanın büyüklerinin salavatlarını içine alan “Delail’in-Nur, İmam Gazalî’den aldığı “Sekine”, Tabiî’nin büyüklerinden Üveys-el Karanînin duası, Lem’alar kitabının başına koyduğu ve akşam namazından sonra 33 kere okunmasının çok faziletli olduğunu söylediği altı ayet-i celile, Üstad’ın okuduğu muhteşem dualar arasındadır.

Bu kadar evrad ve ezkârı okumaya kimin gücü yetebilir ki? El-cevap: Ancak Bediüzzaman’ın gücü yeter. Bediüzzaman’ı, Bediüzzaman yapan özelliklerden biri de her halde bu olsa gerek.

Onun bu dua ve münacatları, onu dünya çapında tanınan, sevilen bir insan haline getirmiş ve Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesinin doğmasına vesile olmuştur. Allah, bu duaları okumayı ve vird edinmeyi, Üstad-ı Muhterem’in kafilesi içinde Nebiyy-i Muhterem’e (s.a.v) kavuşmayı, onun şefaatiyle de Cemal-i Pâk’iyle şereflenmeyi hepimize nasip eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

1- Bu yansımaların daha detaylı ele alındığı bir dosya: Karakaş, Vehbi, Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar, (henüz yayınlanmadı, doğumu bekleniyor.)
2- Karakaş, Vehbi, Hicazlı Sevgili, s.72
3- Şiblî, II, s. 45
4- Tirmizî, Şemail, s. 224, 229-230
5- Müslim, Zikir, 41-42
6- Buharî, Teheccüd, 6; Müslim, Münafikûn, 18
7- İbn Mace, Mukaddime, 3
8- Buharî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf,1; İbn Mace, Hüzn,1
9- Bkz. Namazzamanı.net Peygamber Efendimizin Namazı
10- Üstad’ın bu sözü, zayıf bir rivayet olsa da Efendimizin şu sözüne ne kadar benzemektedir: “Benim Allah’la öyle vakitlerim olur ki, o vakitlerde ne bir mukarreb melek ve ne de mürsel bir nebi (hiç kimse) o araya giremez.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, II, 173-174)
11- Akar, Mehmet, Secdede Bir Ömür,19-21
12- Akar, aynı eser, 25-26
13- Akar, aynı eser, 22-23
14- Şahiner, Necmeddin, Son Şahitler.
15- Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, 461
16- Nursî, Emirdağ, I, 145
17- Bkz. Yenidendoğus.net

Eğlencelerimiz, Pikniklerimiz, Değerlerimiz!

Her eğlence bizi kaldı‎rmıyor. Biz de her eğlenceyi kaldı‎ram‎ıyoruz. Çünkü bu gün eğlencelerin bir çoğu bid’at olmu‏ş, masumiyetini kaybetmiştir.

Bu gün dünya, maalesef ya gayr-i meşru eğlence peşinde, ya da hile, kavga, savaş ve katliam peşinde. Biz böyle bir dünyanın peşinde ve içinde olmak istemiyoruz.

Umarım gayr-i meşru eğlence ve katliam peşinde olan bu çılgın dünya, kendi elleriyle kendi kıyametinin kopmasına sebep olmaz. Umarım bu çılgın dünyanın, çılgın ve müstehcen eğlencelerine benim gibi boykot edenler çoğalır. Umarım benim gibi boykotçulara sahip çıkan vefalı insanlar, kurumlar ve dernekler artar.

Bu yolda ben ve benim gibi düşünenler az olsak da, tek kalsak da haklıyız. Çünkü şu kâinatın ve Kur’an’ın sahibi olan Allah, açık açık buyuruyor ki:

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun oynamak için (veya oyuncular olarak) yaratmadık!” (1)

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri, (göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ı) hak ile (ansın ve anlatsın diye) yarattık!” (2)

Siz zannediyor musunuz ki biz sizi boş yere yarattık, başıboş bırakacağız? Ve siz zannediyor musunuz ki siz bize döndürülmeyecek (ve hesap vermeyecek)siniz?” (3) “Hayır hayır, ben insanları ve cinleri beni tanısın ve bana kulluk etsinler, ibadet etsinler diye yarattım.” (4)

Ağzımızdan çıkan her söz, yaptığımız her iş, sergilediğimiz her hareket düzenlediğimiz her eğlence, harcadığımız her kuruş kayıtlar altına alınmaktadır. (5) Bunlar kabrin öbür tarafında ya kurtuluşumuza vesile olacak, bizi cennete kavuşturacak, ya da ceza almamıza vesile olacak, -bir şefaat yetişmezse- alıp bizi cehenneme götürecektir.

KUR’AN, BİZE ŞİMDİDEN HABER VERİYOR

Cehennemdekilere sorulacak:

-Sizi cehenneme sürükleyen ne oldu? Cevap çok enteresan. Dediler ki:

-“Biz namaz kılanlardan olmadık, açları yedirip doyurmadık, (zekât ve sadaka vermedik), hesaba çekileceğimiz bir günü hesaba katmadık, ahireti inkâr ettik ve batıl eğlencelere dalanlarla beraber daldık gittik. Şimdi de cehennemle baş başa kaldık.” (6)

Bu ayetler ve uyarılar bizim ödümüzü koparmalı, düğünlere, pikniklere, partilere giderken çılgınlaşmamalı ve çıldırmamalıyız. Gecelerimizde gecelerin sahibine isyan etmemeliyiz. Bahar ve yaz aylarında o baharı ve yazı bize lutfeden Latif’i gücendirmemeliyiz. Pikniklerimiz, o sevinçli günleri bize lutfeden Allah’a isyana dönüşmemeli, tam tersi zikrimizi, şükrümüzü, artırmalı. Allah’ı anlatan, Peygamberi sevdiren, birlik-beraberliğe davet eden, anarşi ve terörü sindiren-söndüren sohbet ve nasihatlarla süslenmeli.

Biz bid’at eًğlencelere, gayr-i meşru eğlencelere pirim veremeyiz, vermemeliyiz. Biz de bunlara pirim verirsek kıyamet kopar. Yanlış yaşayanlar kadar doğru yaşayanlar da olmalı. Soyunanlar kadar, örtünenler de olmalı. İmansızlığı ve ahlaksızlığı hayat biçimi haline getirenler kadar, ahlaklı ve imanlı yaşamayı hayat biçimi haline getirenler de olmalı. Din ve maneviyat düşmanları kadar, dindarlar ve dini yaşayanlar da olmalı. Olmalı ki dünya ayakta durabilsin. Dünyanın sahibi dünyanın yaşamasına izin versin. Aksi halde dünyanın yaşamasının bir anlamı kalmaz. İşte o zaman kıyamet kopar.

Allah, neden kendisini tanımayanlardan razı olsun ve onlara böyle muhteşem bir konak hazırlasın ki? Hangi fabrikatör, kendisini tanımayan, takmayan işçilere fabrika açar? Veya açtığı fabrikayı ayakta tutar? Veya hangi fabrikatör, kendisine isyan edenlere maaş verir ve cezasız bırakır?

Bu mübarek Anadolu toprakları, veliler otağı‎, ş‏ehitler yata‎ğıdı‎r. Hâla bu vatan için ‏şehit vermeye devam ediyoruz.

Şüheda gövdesi bir baksana dağlar, taşlar,

O rükû olmazsa dünyada eğilmez başlar” diyor Âkif bu topraklar için.

Kurtuluş gecelerimiz, yılbaşı gecelerimiz, eğlencelerimiz, düğünlerimiz, pikniklerimiz bizi, değerlerimizi, evliya ve ş‏ehitlerimizi incitmemeli, Allah’ı‎, peygamberi, melekleri, velileri ve ehl-i nâmusu gücendirmemelidir.

Burası‎ imtihan dünyası‎dı‎r. İmtihanda kimseye dokunulmaz. Allah sabreder, mühlet verir ama unutmaz. Hiç kimsenin yaptığını, hiç bir zalimin zulmünü, hiçbir fasığın fıskını, hiçbir münafığın nifakını, hiçbir kâfirin küfrünü yanına koymaz. Şimdi bu çılgınların, asilerin, anarşist ve teröristlerin yaptıkları yanlarına kalacak mı sanıyorsunuz? Asla.

Biz, onların hesabını gözlerin kamaşacağı bir güne bırakıyoruz” (7) diyen Allah,“Ben onlara -adam olsunlar, akıllarını başlarına alsınlar diye- mühlet veriyorum. Benim tuzağım çok kuvvetlidir” (8) sözüyle de ihtarını çekmektedir.

Kanuni Sultan Süleyman, meyve aًğaçları‎nı saran‎ karı‎ncaların durumunu Zenbilli Ali Efendi’ye sorar:

– Aًğaçlar‎ı sarsa eًğer karı‎nca,

Zarar var m‎ı karı‎ncayı‎ kı‎rı‎nca.

Zenbilli Ali Efendi’nin cevabı‎ âlime yakışı‎‏‎r tarzda olur:

– Yar‎ın Hakk’ı‎n divan‎ına var‎ınca

Süleyman’dan alı‎r hakkı‎n kar‎ınca

Eko sistemde her varlığın bir faydası ve hikmeti vardır. Zararlı‎ olmadıkları takdirde hiçbir şeye zarar vermemeli ve incitilmemelidir.

Üstad-ı Muhterem ne güzel uyarıyor:

Ey insan! Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun? Sen kabiliyet açısından bütün canlıların üstünde olduğunu ve dünya hayatının levâzımatını tedârikte, bir serçe kuşu kadar bile güçlü olmadığını biliyorsun. Öyleyse neden anlamıyorsun ki, asıl vazifen hakikî bir insan gibi, hakikî ve ebedî bir hayat için (ahiret için) çalışmaktır. En lüzumlu vazifeleri bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz şeylerle vakit geçiriyorsun.

Geceleriniz, gündüzleriniz, baharınız, yazınız, piknikleriniz, düğünleriniz, eğlenceleriniz hayırlı ve bereketli olsun; olsun ama içinde isyanı, haramı ve günahı barındırmasın. Sizi Allah’tan, Peygamberden, güzel ahlaktan ve namazdan uzaklaştırmasın.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Enbiya, 21 / 16

2-Hicr, 15 / 85

3-Mü’minûn, 23 / 15

4-Zariyat, 51 / 56

5-Bkz.Kaf, 50 18

6-Müddessir, 74 / 42-47

7-İbrahim, 14 /42

8-A’raf, 7 / 183

Evlilik Üzerine Ölçüler

Birkaç gün önce bir dostumun kızının düğününe davet edildim. Yer Sheraton oteldi. Programın akışı içerisinde bir ara beni sahneye davet ettiler. Düğün sahibi dostum kulağıma eğildi:

-Hocam, 8-10 dakikalık bir konuşma rica ediyoruz, buyurun.

Ben Besmele, hamdele, salvele’den sonra evlilikle ilgili ölçüleri sırlamaya başladım. Söylediklerim oldu, söyleyemediklerim oldu. Bu gün o ölçülerden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü Müslümanların bu dini ölçülere ve hassasiyetlere şiddetle ihtiyacı olduğunu görüyorum.

Evlenmenin Arapça karşılığı Nikâhdır. Nikâh bir yönüyle ibadettir. Çünkü evlenenler Allah’ın emrini ve Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getirmiş olmaktadırlar.

Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir:

1-Haya, (yani Hak’tan ve halktan utanmak, edepli yaşamak)

2-Temiz ve güzel kokulu olmak,

3-Misvak kullanmak, (diş ve ağız temizliğini bozacak şeylerden uzak durmak)

4-Nikâh, yani helal ve temiz yoldan dindar biriyle evlenmek.

Üç kimseye Allah’ın yardımı haktır:

1-Ödemek niyetiyle borç alana,

2-Irz ve namusunu korumak niyetiyle evlenmek isteyene,

3-Allah yolundaki mücahide.” Kendisini iman ve Kur’an hizmetine adamış hizmet kahramanlarına.

ENGÜZEL SIĞINAK VE CENNETİMİZ

Şu fani dünyada, insanoğlunun en güzel sığınağı ve cenneti aile hayatıdır. Aile hayatının hayatı ve mutluluğu da iki şeye bağlıdır. Bunlardan birincisi samimi hürmet, ikincisi de içten merhamettir. Eşlerin birbirine karşı sevgi ve saygısı, çocuklarına karşı şefkat ve muhabbetleri Allah’ın emri, sevgili Peygamberimizin sünneti ve ahlakıdır.

Eşine, çocuklarına ve başkalarına karşı hiddet ve şiddet Peygamberimizin ahlakı ve sünneti değildir. Peygamberimizin elinden ve dilinden hiç kimse incinmemiştir. Her Müslüman, “Müslüman, eliyle, diliyle başkalarını incitmeyen insandır.” diyen peygamberini örnek almalı, incinse de incitmemelidir.

Peygamberimiz: “Sizin en iyileriniz, hanımlarına iyi davrananlarınızdır.” “İman bakımından en mükemmel olanlarınız da, ahlakı en güzel olanlarınızdır.” buyurmuşlardır.

MİLLET AİLESİNİN HUZURU

Üstad Bediüzzaman, vatan ve millet ailesinin huzurunu, anarşi ve tehlikelerden kurtulmasını beş esasa bağlamıştır. Ben bu beş esası karı-kocanın oluşturduğu aile yuvası için de lüzumlu ve zaruri görüyorum. O esaslar şunlardır:

1-Merhamet,

2-Hürmet,

3-Emniyet, (güven)

4-Helal ve haramı bilip haramdan kaçınmak,

5-Serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Hangi insan, eşine karşı merhametli olur, saygılı davranır, güven verir, helal ve haramı bilip haramdan kaçınır, başıboş yaşamayı bırakır, ibadetli ve itaatkâr bir mü’min olursa böyle bir insanın evi cennet olur.

NİKÂHLI BİRLİKTELİK

Nikâhlı birliktelik medeniyettir. İnsanca ve Müslümanca bir davranıştır. Nikâhsız birliktelik ise ilkelliktir, insanca ve Müslümanca bir davranış değildir. Onun için haramdır. Nikâhsız birlikteliklerden Allah ve Peygamber razı değildir. Çünkü böyle bir birliktelik zinadır. Zina, yuvaları yıkan en korkunç bombadır. Bunun içindir ki Allah, sadece zinayı değil, zinaya yaklaştıracak şeyleri de yasaklamıştır. Öyleyse insan, sadece zinadan değil, zinaya götürecek sebeplerden ve pozisyonlardan da uzak durmalıdır.

Dolayısıyla insanlar Allah’ın örtünme emrine riayet etmeli, gözlerine sahip olmalı, evlenmeleri haram olmayan bir kadınla- bir erkek tenhada baş başa kalmamalı, el ele tutuşmamalı, göz göze gelmemeli, yüz yüze değmemelidir.

Hz. Peygamber, insanları evlenmeye teşvik etmiş, ümmetinden evlenmeleri kolaylaştırmalarını istemiş, “Evlenen kimse dininin yarısını koruma altına almıştır; diğer yarısı için de yüce Allah’tan korksun.” buyurmuştur.

DURMADAN EŞ DEĞİŞTİRMEK

Nikâh yoluyla da olsa, durmadan kadın değiştirmek veya erkek değiştirmek, Müslüman’ın işi değildir. Böyleleri, kınanmaktan, suçlanmaktan ve lanetten kurtulamazlar. İki dünyanın cennetinden de mahrum kalabilirler. Ahirette de bu işin hesabını kolay veremezler.

EVLENMEK, ŞİRKET KURMAKTIR, ALDATMAK HARAMDIR

Evlenmek, hayat boyu acıyı ve tatlıyı, kârı ve zararı paylaşmak için kurulmuş bir ortaklıktır. Bir kudsî hadis var; Allah Tealâ buyurmuşlar ki: “İki ortak birbirlerine sadık kaldıkları müddetçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Onlardan biri, diğerine hainlik düşünür, aldatmaya kalkarsa ben onlardan, o şirketten ayrılırım.

Aldatmak hem Allah’ın ahlakına, hem de Peygamberimizin ahlak ve sünnetine aykırıdır. Onun için Peygamberimiz (s.av): “Aldatan bizden değildir.” buyurmuşlardır.

BOŞAMAK VE BOŞANMAK

Yine buyurmuşlardır ki: “Evleniniz, fakat boşamayınız. Çünkü Allah zevkine düşkün erkeklerle zevkine düşkün kadınları sevmez.” “Allah’ın en sevmediği helal, boşamaktır.

Eşler, birbirlerini Allah’ın emaneti olarak görmelidir. Emanete hıyanet etmemeli tam tersi birbirlerini aşk derecesinde sevmelidirler. Fakat bu aşk, sadece fizikî güzelliğe ve şehvete dayanmamalıdır. Eşler, kendilerini ömür boyu aşka, hatta ebedî aşka hazırlamalıdırlar.

EŞİNDEN DÜRÜSTLÜK BEKLEYEN

Eşinden sadakat ve iffet bekleyen bir beyefendi, kendisi de eşine karşı dürüst ve iffetli olmalıdır. Dürüst ve sadık olmayan bir kimsenin, eşinden dürüstlük bekleme hakkı yoktur. Böyle bir insan, çocuklarına da kötü örnek olur. Ya onların hürmet ve muhabbetine layık olamaz, ya da onların da kendisi gibi ahlaksız ve iffetsiz olmalarına sebep olur.

Allah Teala, “Temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkeklerde temiz kadınlara yakışır. Pis kadınlar, pis erkeklere, pis erkekler de pis kadınlara yaraşır.

Bülbüle güllük, kargaya küllük yaraşır,
Bal arısı bal yapar, hunsefa cife taşır.

VEFALI EŞ ve MUTLU EŞ

Vefalı eş, eşini sadece gençliğinden ve güzelliğinden dolayı sevmez. “Eşim şimdilik yaşlandı ve çirkin oldu ise de, zararı yok. Çünkü, cennette ebedî bir güzelliği var, diye düşünür. Böyle ebedî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedakârlığı ve merhameti göze alır. O yaşlı karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

Bir Müslüman’ın bu dünyadaki eşi ahirette (cennette) de eşi ve hayat arkadaşı olacaktır.

NE MUTLU O KARI VE KOCAYA Kİ…

Ne mutlu o kocaya ki; karısının dindarlığına bakar, onu taklid eder, arkadaşını ebedî hayatta kaybetmemek için dindar olur.

Bahtiyardır o kadın ki; kocasının dindarlığına bakar “ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takva dairesine girer.

Yazıklar olsun o erkeğe ki; sâliha kadınını ebedîyyen kaybettirecek olan ahlaksızlığa tenezzül eder.

Ne bedbahttır o kadın ki; müttaki kocasını taklid etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binlerce yazıklar olsun o iki bedbaht koca ve karıya ki; birbirinin fıskını, günahını ve ahlaksızlığını taklid ederler ve ateşe atılmalarında birbirlerine yardımcı olurlar!..

Bu dünyadaki eş, insanın cennette de ebedî aşkı olacaktır.

Ama bu dünyada gördüğü gibi değil. Cennette aşk bitmeyecek. Orada bıkkınlık ve usanmışlık olmayacak. Çünkü cennette gençlik ve güzellik hep devam edecektir. Yaşlanma, eskime olmayacak. Sevgi ve aşkda da eksilme olmayacak. Cennetteki bu bitmeyen aşk, bu dünyada eşine sabredenlere, eşiyle yetinip harama tenezzül etmeyenlere nasip olacaktır.

AİLE BAHÇESİNİN GÜLLERİ

Çocuklar, aile bahçesinin çiçekleri ve gülleridir. Bu çiçekleri ve gülleri bir buket yapıp takdim eden Allah’tır. Ana-baba, öğretmen ve devlet de onlara bakmakla görevlendirilmiş birer bahçivandır. İslamiyet suyu, iman güneşi, Kur’an gıdasıyla beslenmelidir o çiçekler. Aksihalde onlar, solar ve kururlar. Onların kurumasına sebep olanların, yani onları İslamiyetsiz, imansız ve Kur’ansız bırakanların hesabı çok çetin olur. Bahçeye bakmayıp çiçekleri ve çimenleri kurutan bahçivanın başına neler geleceğini bir düşünün.

GÜNÜMÜZDE AŞKLAR

Günümüz aşkları güven vermiyor. Çünkü günümüz aşkları dinden bağını koparmıştır. İpsizdir, sapsızdır ve mantıksızdır. Sabah başlarsa akşama, akşam başlasa sabaha çıkamıyor.

Evlenecek olan eşler, birbirlerinde dış güzellikten fazla iç güzellik aramalıdırlar. İç güzelliğinin kaynağı dindir. Dinin emirlerine uyan ve yasaklarından uzak duran insanın kalbi temiz olur. Kalbi temiz olanın ahlakı da güzel olur. Onun için Peygamberimiz (s.a.v) dindar olan birisini eş olarak seçmemizi tavsiye etmiştir.

MÜSLÜMAN’IN DÜĞÜNÜ

Müslüman’ın düğünü de Müslüman’ca olmalıdır. Müslüman’ın düğününde kadın-erkek karışık eğlenilmemeli, içki içilmemeli, gelin yabancılara teşhir edilmemeli, mütesettire olmalı, yabancılarla el sıkışmaya mecbur bırakılmamalıdır.

Ehl-i dünya bizim antika ve cevherlerimize tenezzül etmediklerine göre biz onların teneke ve bakırlarına hiç tenezzül etmemeliyiz. Helaller ve meşru’ eğlenceler antika ve cevherdir. Haramlar, günahlar ve gayr-i meşru eğlenceler ise, bakırdan ve tenekeden de aşağıdırlar.

PEYGAMBERİMİZDEN ÖNCE KADIN PEYGAMBERİMİZDEN SONRA KADIN

Peygamberimizden önce kız çocukları diri diri gömülüyor, öldürülüyordu. Kadın ortalık malı olarak alınıp satılıyordu. Kadının elbisesi elinden alınmış, çocuğu elinden alınmış, kocasından uzaklaştırılmış, sokağa, sahneye çıkarılmış, fuhuş malzemesi ve rakı mezesi olarak kullanılır hale getirilmiş, sırtından para kazanılıyordu.

Allah’tan gelen emirlerle Peygamberimiz bunların hepsine son verdi. Düşmüş kadını tutup kaldırdı. Elbisesini sırtına verdi, çocuğunu kucağına koydu, sen sadece saygıdeğer bir beyefendinin saygıdeğer bir hanımefendisi olabilirsin. Sen annesin veya anne adayısın. “Cennet, annelerin ayaklarının altındadır.” Dedi, kocasına ve konağına gönderdi. Zayıf, güçsüz ve çaresiz olan kadını anne-babanın sevgili yavrusu, evlatların saygın annesi, erkeğin saygıdeğer eşi haline getirdi.

Peygamberimizin kadın için ortaya koyduğu bu özellik ve güzelliklerden aldığı ilhamla Viktor Hugo:“Kadın zayıftır ama, anneler kuvvetlidir.” demiştir.

Ana başa tac imiş / Her derde ilaç imiş
Bir oğul pir olsa da /Anaya muhtaç imiş

KADIN VE ERKEK YÖRÜNGESİNDEN ÇIKMAMALI

Özel ve Sosyal hayatımızı huzursuz eden ve ağlatan acılardan kurtulabilmemiz için kadınlar ve erkekler olarak yörüngemize girmemiz gerekmektedir. Yörüngemiz de yüce dinimiz İslâmiyet’tir. Ondan hiç kötülük gelmemiş, hep iyilik, rahmet, bereket, huzur ve afiyet gelmiştir. Keşke ona uysak, onunla barışsak da gerçek huzuru bulsak, cennete kavuşsak.

DUA

Nikâh yoluyla hayatını birleştiren eşler, hem kendilerini ve hem de doğacak çocuklarını şeytanın çarpmasından ve şerrinden korumak istiyorlarsa zifaftan önce bismillah demeli ve şu duayı asla ihmal etmemelidirler: “Bismillâhi Allahümme cennibnâ-ş-şeytâne ve cennibi-ş-şeytâne mâ razaktenâ= Allahım! Bizi ve bize nasıp edeceğin çocuklarımızı şeytanın çarpmasından koru.” Bu duayı yapanlar hem kendilerini ve hem de çocuklarını şeytanın zararından korumuş olurlar.

Kur’an’ın öğrettiği şu dualara ise hepimizin her an ihtiyacı var. Yüce Allah bize, kendisinden neyi nasıl isteyeceğimizi öğretiyor:

Ey bizim Rabbimiz! Bize eşlerimizden, ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar nasip eyle. Bizi, müttekilere imam eyle!

Ey benim Rabbim! Beni ve çocuklarımı dosdoğru namazını kılanlardan eyle. Ey bizim Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve bütün mü’minleri hesap gününde bağışla.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber