Etiket arşivi: vehbi karakaş

Bir suçlu varsa o da benim!

Bir zamanlar Mısır’da çok şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuş. Halk, gayb gözü açık olduğuna inanılan Mısırın evliyasından Zinnun-i Mısrî’nin başına toplanmış. Demişler ki:

-Efendim, içimizde bir günahkâr varmış, onun yüzünden rahmet gelmiyor ve yağmur yağmıyormuş. Lütfen onu bir tesbit etsen, bize versen de, biz onu Mısırdan kovsak, rahmete kavuşsak! Kıtlıktan kurtulsak.

Bunun üzerine Zinnûn:

-Öyle mi canlar, demiş, onları savdıktan sonra başını alıp Mısır’dan çıkıp gitmiş. Hayli zaman sonra yağmur gelmiş, Mısır’ın topraklarında bereket kaynamaya başlamış, halkın yüzü gülmüş, o ara Zinnûn da Mısır’a dönmüş. Bunu duyan halk Zinnûn’un başına toplanmış:

-Nerelere gittiniz efendim, sizi hayli zamandır arıyoruz, bulamıyoruz, demeleri üzerine Zinnûn cevap vermiş:

Evladım, duydum ki içinizde bir günahkâr varmış, onun yüzünden ülkenize yağmur gelmiyormuş. Ben de aradım, taradım, içinizde benden daha büyük günahkârını bulamadım. Başımı aldım, çıktım ki siz rahmete, berekete kavuşasınız.

Kıssadan çıkaracağımız hisse şudur: Keşke herkes birbirini suçlayacağına, suçu herkes üzerine alsa: “Bir suçlu varsa, o da benim” dese, Yusuf Peygamber gibi: “Ben nefsimin pak olduğunu iddia edemem. Onun işi hep kötülükleri emretmektir.” dese, nefsini kardeşlerinin arasındaki sevgiye, dayanışmaya feda etse, işte o zaman rahmet, bereket, huzur, afiyet ve cennet arkamızdan koşarak gelir. Allah bizi, nefsin avukatlığını yapmaktan muhafaza eylesin.

Biri gelmiş Mevlana’ya sormuş:

-Sen demişsin ki ben yetmiş iki buçuk milletle beraberim, doğru mu? Mevlana:

-Evet, demiş. Adam Mevlana’ya saymaya başlamış:

-Vay seni gidi … … …

Bu ifadeler karşısında Mevlana’dan aynı şiddette hakaretlerle karşılık beklenirken, o tersini yapmış, kendisine hakaret eden adamın tarafına geçmiş:

Ey bana bu kötü sıfatları layık gören, nefsime haddini bildiren kardeş, bu düşüncelerinde seninle de beraberim, yerden göğe kadar haklısın, demiş.

Bu beklenmedik güzellik karşısında adam pişman olmuş, özür dilemiş. Had bildirmeye kalkmışken, densizliğini anlamış, haddini bilen bir adam haline gelmiş.

Üstad Bediüzzaman boşuna mı, “Nefis cümleden edna, Vazife cümleden a’lâ” yani, nefis herkesten aşağı, hizmet herkesten yukarı, demiş, eserlerinde. “Nefs-i emareme bir sille-i te’dip!” diyerek tokatlarını ve tokmaklarını önce kendi nefsine indirmiştir. Yine büyüklerimizden biri:

Herkes yahşi ben yaman/ Eller buğday ben saman” demiş.

Bu örneklerden sonra herkes şu insaf çizgisine gelse ve, “Büyükler böyle derse, benim gibi küçüklerin de her halde şöyle demesi gerekir: Ey imana ve Kur’an’a hizmet eden kardeşlerim! Hepiniz yahşisiniz ben yamanım, hepiniz buğdaysınız ben samanım.” dese, “içinizde bir kötü varsa o da benim!” diye itirafta bulunsa, kusuru, kabahati üzerine alsa, gücendirdiklerinden özür dilese, affını istese, gücenenler de affetme faziletini gösterse acaba problem diye bir şey kalır mı?

Hizmetin gelişmesine ve şahlanmasına engel görünen bütün nefs-i emareler, egolar, enaniyetler ve benlikler Kur’an’a, ve imana hizmet yolunda Allah rızası için çırpınanlara feda olsun, kurban olsun. Olsun ki, Allah’ın kelamı yeryüzünde sahipsiz, kuvvetsiz, çaresiz ve cemaatsiz kalmasın. Müslümanların ve hizmet gruplarının birliktelikleri bozulmasın. Kuvvetleri azalmasın, yok olmasın. Düşmanlar ve şeytanlar sevinmesin.

Sevgili Peygamberimiz, dine hizmet yolunda taşlandı, haşlandı yine de kimseye sitem etmedi. Ona bu zulmü reva görenler müşrik ve kâfir olmasına rağmen onlara beddua etmedi. Destek beklerken, karşılaştığı kösteklerden sonra hiç kimseyi suçlamadan, sitem etmeden Allah’a döndü, çaresizliğini, yalnızlığını Ona arz etti, kendisine acı çektirenlere dua etti. Bu güzel ahlakı Allah, onun nâçiz ümmeti olan bizlere de nasip eylesin!

Kuraklıktan dolayı yağmur duasına çıkan Hz. Ömer: “Allahım! Ömer’in günahları yüzünden Ümmet-i Muhammed’i (s.a.v) cezalandırma!” dediği gibi imana ve Kur’an’a hizmetin için de bulunan herkes: “Benim yüzümden bu güzel kardeşlerimin hizmetlerini, emeklerini, boşa çıkarma, beni ve onları zayi etme. Meşgul olduğumuz hayır kurumlarına ve tüm hizmetlerimize malıyla, canıyla destek veren kardeşlerime ve bütün dostlarımıza ummadıkları yerden bereket kapılarını aç, rahmetini üzerlerine saç” diye dua etmelidir.

Herkeste böyle bir ahlakın varlığını ve herkesten herkese böyle bir duanın yükseldiğini bir düşünün. Böyle insanların yaşadığı dünya cennet olmaz mı?

Okuduğumuz Kur’an’da ve kıldığımız namazda da bu ahlak ve bu dualar var. Kur’an, öylesine kudsî, öylesine mübarek bir kitap ki, namaz öylesine kudsî ve öylesine mübarek bir ibadet ki hepimizi, hepimize, bütün mü’minleri, bütün mü’minlere dua ettiriyor ve her gün, her vakit şöyle dedirtiyor: “Ey bizim Rabbimiz! Hesap gününde beni, anamı-babamı ve bütün mü’minleri bağışla!” (İbrahim, 14 / 41)

Birbirlerine küsmüş olan mü’minler bile, işte böyle namazda birbirlerine dua etmektedirler. Namazı farz kılan, bizi birbirimize dua ettiren, dualarımızı kabul edip bizi huzuruna alan Allah’a sonsuz şükürler, bu edebi ve bu terbiyeyi bize getiren şanlı Peygamberine de sonsuz salat ve selamlar olsun. Âmîn.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Hep din din din… Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

Uzun mailinden anlaşıldığına göre ırkçılık hastalığına yakalanmışlardan biri öfke ile soruyor:

Yazılarınızı okuyorum. Gördüğüm kadarıyla siz, her şeyi dine veya Bediüzzaman’a bağlıyorsunuz. Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

Cevap:

1- Yazılarımı okuduğunuz için önce size teşekkür ediyorum. Eğer siz okumaya devam ederseniz ve biraz daha dikkatli okursanız inşallah okuduklarınız sizi güzel bir noktaya, eleştirilerinizde daha insaflı bir çizgiye getirecektir.

2- Mailinizden anlaşıldığına göre siz, ırkçılık hastalığına yakalanmışsınız ve öfke ateşiyle yanıyorsunuz. Allah, sizi her şeyden önce bu iki beladan kurtarsın. Çünkü ırkçılık hastalığı ve öfke, insanın basiretini kapatır, hakkı ve hakikati göstermez, insana çok şey kaybettirir. Hatta cennetini bile.

Hele öfkeli insanın öfkesi eğer inkârından kaynaklanıyorsa, artık o hiçbir güzelliği göremez; hidayete eremez. Böyleleri, Peygamber gibi bir güneşin yanında yıllarca oturdular, kin, nefret, haset ve öfkelerinden dolayı o hidayet güneşinden bir ateş böceğinin ışıkçığı kadar da olsa bir ışık alamadılar. Allah, bizi okuyan ve tanıyan kardeşlerimizi bu akıbetten ve bu ateşten korusun.

3- Diyorsunuz ki:

– “Siz her şeyi dine bağlıyorsunuz. Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

– Var. Bizim dünya görüşümüz de dinimizin dünyaya baktırdığı tarzdadır. Biz, dinsiz dünyada hayır olmadığına inananlardanız. Sonra bizim dinimiz olan İslamiyet, ahiret dini olduğu kadar dünya dinidir. O sadece ahireti kurtarmak için gönderilmemiştir. O, ahiretten önce dünyayı, cehennem olmaktan kurtarmak için gönderilmiştir. Şu dünyada onun kapsam alanına girmeyen hiçbir şey yoktur. Bu özelliğinden dolayıdır ki her şeye onun penceresinden bakıyorum. Neyin eğri, neyin doğru, neyin iyi, neyin kötü, neyin helal ve neyin haram olduğunu ondan soruyorum, ondan öğreniyorum. Bu bakış ve bu tutum, beni Yaratanın emri, Peygamber’inin de sünnetidir. Bir Müslüman, Allah’ın farzını, Peygamber’in sünnetini yerine getirmeyecek de başka ne yapacaktır?

Ben size soruyorum:

– İçinde yaşamış olduğunuz şu dünyanın halini ve gidişatını beğeniyor musunuz? Her yerden helaket ve felaket çığlıkları yükseliyor. Her yerden savaş sesleri geliyor. Çocukların, kadınların ırzları, namusları kirletiliyor, taciz ve tecavüz, hırsızlık ve gasb olayları kol geziyor. Kadınlar kocalarını, kocalar karılarını öldürüyor. Yuvalar dağılıyor, çocuklar anasız, babasız, sevgisiz, şefkatsiz büyümeye mecbur kalıyor. Hiddete ve şiddete maruz kalan çocuklar, kalkıp hiddet ve şiddet gösteriyor, terör estiriyor. Eğitimde, siyasette, ticarette ahlakî kurallar alt-üst olmuş. Kadınlar, kendilerini beğendirmek için müstehcenlik ve şıklık yarışında. İmanı, hayayı ve ahlakı kökünden söküyorlar. Dinden, imandan ve maneviyattan beslenemeyen erkeğin, şehvetini tatmin etmek için yapmadığı ahlaksızlık yok. Hiç kimse çocuğunu güven içinde sokağa salamıyor, bakkala gönderemiyor. Acaba Kayseri’de çocukların başına gelen benim çocuğumun da başına gelir mi diye.

BÖYLE BİR DÜNYAYI SİZ, NE İLE ISLAH EDECEKSİNİZ?

Böyle bir dünyayı siz, ne ile ıslah edeceksiniz? Hangi hukuk sistemiyle, hangi siyaset düsturuyla ve hangi anayasa maddesiyle? Hapishaneler tıklım tıklım dolu. Keza hastahaneler öyle, kabristanlar öyle. Neden? Çünkü insanın ruhuna ve kalbine merhem olacak hakikatleri söyleyenler yok denecek kadar az. Herkes dünyevileşmiş, herkes dedikodu ile zaman öldürüyor. Herkes fitneyi körükleme, suları bulandırma ve bulanık sularda balık avlama sevdasında. Ve su testisi su yolunda kırılıyor. Onun için hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar hayatı ve gençliği su-i istimal edenlerle dolup dolup taşıyor.

Bunun içindir ki şair bir zamanlar:

Vatanımda sular akar başıboş, / Herkes birbirini kakar başıboş,

Allahım sen acı şu saf millete, / Akşam yatar, sabah kalkar başıboş! demiş.

Ben artık böyle değil de şöyle diyeceğim:

Vatanımda sular akmaz başıboş, / Herkes birbirini kakmaz başıboş

Allahım Sen rahmet ver şu saf millete, / Akşam yatmaz, sabah kalkmaz başıboş!

Herkes ne yaparsa yapsın, ben herkesin inadına vatanımda artık suların başıboş akmaması, herkesin birbirini kakmaması ve milletimin başıboş yaşamaması, Allah’ın dinine bağlı, Allah’ın sadık bir kulu olarak yaşaması için mücadele vereceğim. Verdim ve veriyorum. Elhamdulillah. Bu mücadeleyi veren herkese de yardım edeceğim.

Müsaade edin de hiç olmazsa birileri, bu işi yapsın, hep dinden, imandan bahsetsin. Her yazısını dine, Kur’an’a, Peygamber’e ayırsın. Bu işi yapanlara yardım etmiyorsanız hiç olmazsa bu işi yapanların morallerini bozmayın. Peygamberin tebliğ görevi omzunda olanların, bu memleketin maddî ve manevî imarına çalışanların kolunu kanadını kırmayın. Merek yanarsa, fareler de beraber yanar.

BEN HAKİKAT AŞIĞIYIM

Ben hakikat aşığıyım. Bu hakikati değil Bediüzzaman’da, Aynştayn’da, Auqust Comt’da da görsem alırım. Çünkü benim Peygamberim, “Hikmet müminin kaybolmuş malıdır. Nerde görürse alsın. Çünkü mümin ona çok layıktır!” buyurmuş. Bu hakikati ben Şah-ı Geylanî’de, Şah-ı Nakşibend’de, Mevlana’da, Yunus’da, Bediüzzaman’da, Hocaefendi’de, Süleyman Efendi’de, Mahmud, Zahid, Raşid ve Esad… Efendilerde görmüşsem niye almayayım?

Müsamahası, affı, şefkati, merhameti, hilmi, sabrı ve tevazuu geniş bir Peygamberin ümmeti olan ben neden benim gurubumda ve cemaatimde değil diye affetmeyeyim, hoş görmeyeyim, bağrıma basmayayım? Affetmez, hoş görmez ve bağrıma basmazsam; üstelik benim hemşerim olmayan ve benim kategorimde bulunmayan Müslüman kardeşlerime savaş açarsam kimi memnun etmiş olurum? Şeytanı ve yardımcılarını mı, yoksa Allah’ı ve Rasulünü mü? Belliki şeytanı ve yardımcılarını memnun etmiş olurum. Buna hakkım var mı? Yok. Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Kendi ayıplarımızı görmeyip, kardeşlerimizin ayıplarıyla uğraşmaktan artık vazgeçelim.

BİZİM PEYGAMBERİMİZ SADECE AHİRET PEYGAMBERİ DEĞİL

4- Bizim Peygamberimiz, sadece ahiret ve ahlak peygamberi değildir. Aynı zamanda o dünya ve hukuk peygamberidir. Dünyayı da cennetleştirmek için gönderilmiştir. Bunu başarmıştır da. Buna en güzel örnek asr-ı saadet denilen kendi asrıdır. O, 23 sene gibi kısa zamanda öylesine dini, imanı, ahlâkı ve hukuku hâkim kıldı ki, onun asrında kolay kolay kimse günah işleyemiyor, kimse kimsenin canını yakamıyordu. Birisi bir suç ve günah işledi mi, gidip kendisini şikâyet ediyor, en ağır cezaya çarpılmayı göze alıyor, kendisini temizlemeye çalışıyor, dünyam yansa da hiç olmazsa ahiretim yanmasın diye düşünüyordu. Onun asrında günah işleyen yoktu. Milletin canını yakan, ırzına hor bakan yoktu.

Onun için biz, onun ve onun asrının hasretini çekiyoruz. Adam olmak ve adam gibi yaşamak isteyen herkesin özlemi budur. Çünkü Allah, adam olmak ve adam gibi yaşamak isteyenlerin önüne onu örnek koydu. Beni seviyorsanız ona uyun, o, ne getirdiyse alın, neden yasakladıysa ondan da uzak durun, buyurdu.

AKIL YARATAN ALLAH’A KARŞI BU UKALALIĞI NASIL YAPARIM?

Gerek Kur’an’da ve gerekse Peygamberimizin hayatında, dünyamızı tanzim edecek ve her konuda bize rehber olacak en ince detaylara bile yer verilmiş ve bunlara uymak benden istenilmişken; ben nasıl olur da, bunları bir tarafa koyarım, kendimden bir yaşama biçimi ortaya çıkarırım? Bu da benim dünya görüşüm, derim? Beni yaratan Allah’tan utanmam mı? Akıl yaratan ve herkese akıl dağıtan Allah’a karşı bu ukalalığı nasıl yaparım? Ruz-i mahşerde bunun hesabını ben Allah’a nasıl veririm?

Bunu yapanlar oldu ne kazandılar? Dünyayı kazanalım diye dini rüşvet verdiler, dünyayı da kaybettiler. Hem dünyalarını ve hem de ahiretlerini yıktılar, berbat ettiler. İşte seküler dünyanın hali ortada. Göz yaşı ve kandan, anarşi ve terörden, acı ve sancıdan, savaş ve kargaşadan, hile ve aldatmadan, yağma ve yalandan başka bir şey var mı?

BENİM DİNİMİN DÜNYA GÖRÜŞÜ YOK DEĞİL Kİ!

5- Benim dinimin dünya görüşü yok değil ki, ben onu bırakayım da ayrıca bir dünya görüşü ortaya koyayım. Evlenmeyi yasaklamamış, yemeyi, içmeyi, güneşlenmeyi, denizi, kumu, eğlenmeği, siyaseti, ticareti, eğitimi, okumayı, hukuku, adaleti, hürriyeti yasaklamamış. Bunların hepsini yap, ama meşru bir şekilde yap, dine ve peygamberin örnek ahlakına uygun yap, demiş. Helal olanı, helal yerde, helal bir şekilde yap, demiş. Namuslu ol, adam gibi yaşa, demiş. Kendi ırzını, namusunu, kanını ve canını dokunulmaz bildiğin gibi, başkalarınınkini de öyle mukaddes ve dokunulmaz bil, demiş.

Mesela güneşlen, denizden, kumdan istifade et. Ama terbiyeli ol, ya kimselerin olmadığı yerde bunu yap, ya da dinde ölçüleri tarif edilen avret yerlerini örterek yap, demiş. Spor yap, ama avret yerlerini açarak yapma. Ye, iç. Ama haram yeme, haram olanları ve zarar veren şeyleri içme, demiş. Eğlen, evlen, ama bunu helalin ve nikâhlınla yap, demiş. Bu misalleri çoğaltabilirsiniz.

6- Benim dinim dünyayı terk et, demiyor. Dünyayı ahiretin tarlası gör, burada çalış, ibadet et, hayır ve hasenat yap ki ahirette rahat edesin, diyor. Dünya bir zikirhanedir. Her varlık Allah’ı zikrediyor, sen de onlara katıl, diyor. Her şeyin Allah’ı zikrettiği bir âlemde senin gaflet ve dalalet içinde olman ayıptır ve büyük kayıptır, diyor.

7- Sözün özü: Din olmadan dünyaya bakarsam ne dünyam kalır, ne de ahiretim. Dünyaya din çerçevesinden bakarsam hem dünyayı ve hem de ahireti kazanmış olurum. Her iki dünyam da cennet olur. Öyleyse neden dünyaya dinsiz bakayım? Neden şu fani dünyada dinsiz kalayım? Bazılarını kızdırma pahasına da olsa Bediüzzaman’ın hakikatten ibaret bir sözüyle yazımı noktalayayım:

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası; ihyay-ı dinle olur, bu milletin ihyası!

Yani, hayatın hayatı dindir, hayatın ışığı ve temeli dindir. Bu milleti kalkındırmak ve huzura kavuşturmak, ancak dini yaşamak ve yaşatmakla mümkün olacaktır. Vesselam.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Bediüzzaman’ı Bu Millet Neden Bu Kadar Çok Sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, eserleriyle imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine kavuşturuyor. Böylece anlayarak ve kabul ederek okuyan okuyucularını küfür ve inkâr cehenneminden, cehalet karanlığından, taklit hastalığından, ateizm, satanizm, narsizm ve sair din aleyhtarı bütün izmlerin belasından, anarşi ve terör lanetinden,  kötü alışkanlıklar tuzağından, bölücülük ve ayrımcılık fitnesinden ve bunlara alet olmaktan kurtarıyor; okuyucusunu Allah’a kulluktaki sultanlığa erdiriyor.

Çünkü Bediüzzaman, Türkiye’den, Müslümanların bağrından çıkmıştır. Hadislerde her yüz senede geleceği ifade edilen böyle bir İslam alimi ve allamesinin, böyle bir İslam mücahidi ve müctehidinin, böyle bir iman müceddidinin bu topraklardan çıkması, bin yıl İslamiyet’e şan ve şerefle hizmet eden ecdadımızın hizmetine karşılık, bu asil millete Allah’ın bir lütfu ve ikramı olmuştur. Bu millet de bu lütfu ve ikramı öpüp başına koydu. İkram sahibine de sonsuz şükranlarını, taat ve ibadetlerini sundu ve kıyamete kadar sunmaya devam edecektir.

Çünkü Bediüzzaman, Allah’a imanı işleyerek insanı başıboşluktan, ibadet aşkını işleyerek de gençlerimizi ahlaksızlığın her çeşidinden koruyor ve kurtarıyor.

Çünkü Bediüzzaman, Kur’an’ın ruhuna, Hz.Muhammmed (a.s.v) Efendimizin Usûl ve üslûbuna (1) uygun bir mücadele tarzı seçti, “müsbet hareket” denilen bu olumlu ve ılımlı mücadele yöntemiyle hiç durmadan 80 küsur sene her türlü zorluğa göğüs gerdi “Bana ızdırap veren yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir.” dedi, toplumun imanını kurtarma yolunda dünyasını da ahiretini de feda etti. (2)

“Gözümde ne cennet sevdası ve ne de cehennem korkusu var. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.” diyen, darağaçlarına ve zindanlara aldırmadan bu milletin imanını ve Kur’an’ını savunan bir iman ve İslam kahramanını bu millet sevmeyecek de kimi sevecek?

Çünkü Bediüzzaman, bu milletin evlatlarına ağladı, kendisini, onların dünya ve ahiret ateşinden kurtulmasına adadı. (3) Fahrettin Razi diyor ki Anne babalar çocuklarının  sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar; ama Hz .Muhammed’in (s.a.v) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri,  hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.”

İşte Bediüzzaman onlardan biridir. O bu milletin evlatlarının sadece dünya istikbalini değil, ebedî istikballerini korumayı hedefledi. Onun bu fedakârlığına karşılık bu millet de onu kalbinin tahtına oturttu.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, yalnız bir kaleyi değil, koca bir Türkiye kalesini, koca bir İslâm âlemini, hatta koca bir dünyayı manen imar, tamir ve restore etme görevi ile görevlendirilmiştir.

Onun bu kudsî hizmetine karşılık, onu tanıma imkânına ve şerefine sahip olan Müslümanlar da, yediden yetmişe bu meçhul kahramana sahip çıktı. Onu o büyük görevinde yalnız bırakmadı. Onu yalnız bırakmayan, seven, arkasından giden, davasının bayraktarlığını yapan etkili, yetkili, etkisiz-yetkisiz, rütbeli-rütbesiz herkese teşekkür ediyorum.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Razi’nin tefsirinde gördüğüm güzel bir söz var: “Dünya öldürücü bir zehirdir. Onun ilacı Bismillahirrahmanirrahim’dir. (4) Buradan yola çıkarak Bediüzzaman’ın eserlerini anarşi ve terörle tadı kaçmış, küfür ve ahlaksızlıkla, haksızlık ve yolsuzlukla huzuru kalmamış dünyamız için bir ilaç görüyorum. Zaten Onun ilk büyük eserinin ilk sözü de Bismillahirrahmanirrahim’in tefsiridir. Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametini hatırlatan Besmele’nin tefsiriyle işe başlaması da Bediüzzaman’ın tercih ettiği hizmet modelinin ip uçlarını vermiş, daha sonra bu model “müsbet haraket” şeklinde tecelli etmiş, o da rahmet ve şefkatle yoğrulmuş olumlu ve ılımlı bir hizmet modeli olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, Allah’ın izniyle bataklıkları kuruttu. Bataklıkları münbit bir arazi haline getirdi. Rengine ve kokusuna doyulmayan güller ve çiçekler yetiştirdi:

Büyük görünmeyen ama büyük olan, din ilimleriyle, fen ilimlerini, ibadet şuuruyla tahsil eden, çalışan, düşünen, okuyan, yılandan, akrepten kaçar gibi şöhretten, riyadan ve günahlardan kaçan, helal iş, helal aş, helal eş peşinde koşan, kendilerine haksızlık yapan zalimlerin bile ıslahına dua eden, vatanını ve milletini seven, küçüklerine şefkatli ve büyüklerine hürmetli olan, vakur, mübarek ve muhterem bir gençlik yetiştirdi.

Bediüzzaman, ilim mücahidi, laboratuar dervişi, plan ve proje adamı, strateji uzmanı, iletişim ruhuna sahip aynı zamanda atılımcı, cesur, edep timsali, haya abidesi, muhabbet fedaisi, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kahramanı bir gençlik yetiştirdi.

Bediüzzaman, ihya ettiği dini düsturlarla ve izah ettiği iman hakikatleriyle, siyaset, ticaret, eğitim, hukuk ve düşünce…erbabına denge ve itidal-i dem kazandırdı. İfrat ve tefritten kurtarıp herkesi orta noktada ve ortak paydada buluşturdu. Ülkemizden böylesine, çaplı, ufuklu, Peygamber ahlaklı, peygamber meşrepli, peygamber şefkatli bir âlimin çıkması ülkemiz ve dengesi bozulan dünyamız için bir şanstır. Bir ilâhî ikramdır. Basiret erbabının bunu göreceğine ve değerlendireceğine inanıyorum.

Keşke Arap âleminde de bir Bediüzzaman olsaydı veya keşke Ârap âlemi Bediüzzaman’ı anlasaydı, dengesiz, despot yönetimler yüzünden bu gün Ârap âlemi yanmayacak, vicdansız, zalim, fırsat düşkünü haçlı ordularının bombardımanına hedef olmayacaktı.

Her ülke bir Bediüzzaman istiyor. Veya Bediüzzaman her ülkeye taşınması gerekiyor.

Bediüzzaman bizim ülkemizde olmasaydı, bizim ülkemizin de despotizmden kurtulması mümkün olmayacaktı. Demokrasi diye diye demokrasiyi katledenler, laikliği, dinsizlik olarak anlayan ve uygulayanlar, kanun diye kanun diye kanunu tepeleyenler, Bediüzzaman’ın ve cemaatinin mazlum ama metin direnciyle karşılaştılar. Dün onu kelepçeleyen zihniyet, bu gün kelepçelenmiş durumda, dün onun kitaplarını toplayan zihniyet, bu gün hesap vermekte. Tabii ki biz bundan memnun olmuyoruz. Biz istiyoruz ki ülkemizde ve dünyamızda zulüm olmasın, dikta olmasın, haksızlık, arsızlık, hırsızlık, yolsuzluk olmasın. Demokrasi ve özgürlük bütün kurum ve kuramlarıyla işlesin.

Benim bu söylediklerimi abartılı bulanlara diyorum:

Bediüzzaman ve etkisini, denge adına sağladığı katkısını ülkenin dışına çıkarın. Göreceksiniz, ülkenin tamamı kendisini anarşi ve terörün kucağında bulacaktır.

Başta ülkemizin devlet ve hükümet erkânına sonra bütün dünyaya sesleniyorum: Bediüzzaman’a sadece Bediüzzaman’ı sevenlerin değil, Bediüzzaman’ı tanımadığı için sevmeyenlerin de ihtiyacı var. Lütfen Bediüzzaman’ı okuyun, anlayın, bütün mahfillerde okutun ve anlatın. İşte o zaman askeriniz, polisiniz, kadınınız, erkeğiniz, çocuklarınız, yöneticileriniz ve topyekün milletiniz, hepiniz kendinizi adetâ cennette bulacaksınız.

Hayatlarını korumak için atom bombasına sarılan ve güvenen dünya milletlerine ondan daha üstün ve daha etkili bir silah olarak Bediüzzaman’ın eserleri olan Risale-i Nur’u gösterenlere (5) hak veriyorum ve bunun bir mübalağa olmadığına inanıyorum. Çünkü atom bombası düşdüğü yeri yakar, yıkar, silinmez kin ve nefret tohumları bırakır. Ama Kur’an’ın bir nuru ve dersi olan Risale-i Nur, düştüğü yeri ihya eder, canlandırır, sevgi ve barışı hâkim kılarak o yerleri cennete dönüştürür. (6)

Vehbi Karakaş

risalehaber.com

DİPNOTLAR:

1-Bunun delillerle isbatı için bkz. Karakaş, Vehbi, Nebevî Metottan Bediüzzaman’a Yansımalar (7. Uluslar Arası Bediüzzaman Sempozyumuna Sunulan Tebliğ)

2-Bkz. Nursî, a.e, s.553

3-Nursî, Asay-ı Musa, s.16

4-Fahrurrazi, et- Tefsirü’l- Kebir, I, s.167

5-bkz. Nursî, Tarihçe, 136

6-bkz. Nursi, Tarihçe, 136

Hem post, hem de dost kavgasından kurtulmak ister misin?

Geçtiğimiz Pazar sabahı bir derse katıldım. Okunmak için tercih edilen kitap İhlas Risalesiydi. İhlassızlıktan ve nefsimin yaramazlıklarından kurtulmak için bu bir fırsattı. Bu fırsatı bana veren Rabbime sonsuz şükürlerimi arz ettim. Okumaya başladık. Herkesi bilmem ama okunanlara ve anlatılanlara muhatab olarak kendimi seçtim. Çünkü herkesten çok o prensiplere benim ihtiyacım vardı. Şimdi o dersten çıkardığım prensiplerden bazılarını arz edeceğim. Nefsini terbiye etmek isteyen bu prensipleri yudumlamakta bana arkadaş olabilir.

Okunan yerden çıkardığım prensipler şunlar:

1-Amelinde ve hizmetlerinde Allah’ın rızası olmalı. Allah’ın dinine hizmetin içinde bulunuyorsan orada ihlasla yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle duracaksın. Dünya menfaati için, iş yapmak, ticaretini geliştirmek, malını pazarlamak için değil. Yaptığın işler Allah’ın razı olduğu işler olmalıdır. Onu memnun edersen, bütün dünya küsse bir şey olmaz. Onu memnun edemezsen, bütün dünya seni alkışlasa da sen zarardan, ziyandan, tokattan, helaket ve felaketten, ahirette de müflis olmaktan kurtulamazsın.

2-Hizmetteki kardeşlerini ve arkadaşlarını, hizmette önde gidenleri eleştirme, onlara üstünlük taslama, onların ayıbını görmek, gıybetini yapmak yerine onlara yardımcı ol, eksiklerini tamamlamaya çalış. Bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabet etmez, birbirinin önüne geçmez. Herkes kendi alanına düşen hizmeti yapar. Kim kardeşinin kusurunu görse, eleştirse, çalışma şevkini kırar, onu çalışmaz hale getirir. Bunu yapan da zalim olur. Böyle bir zalimin yüzünden fabrikanın sahibi de fabrikayı kırar, dağıtır. Allah, dine hizmet nimetini adamın elinden alır, layık olanlara verir. Allah bizi bu nimetten ayrı ve mahrum bırakmasın.

3-Üç elif ayrı ayrı durursa üç kıymeti olur. Yanyana, omuz omuza verirlerse 111 kıymet ve kuvvetini kazanırlar. Dört kere dört ayrı ayrı dururlarsa 16 eder. Yanyana durur ve omuz omuza verirlerse 4444 kıymet ve kuvvetini kazanırlar.16 fedakâr kardeşlerimizin kıymet ve kuvveti samimi bir ihlasla ve kardeşlik duygusuyla yan yana ve omuz omuza durdukları müddetçe 4444’ü geçtiklerini bir çok olay isbat etmiştir.
Bunun anlamı şudur: Gerçek bir dayanışma içinde olan her ferd, diğer kardeşlerin gözüyle bakacak, kulağıyla işitecek. Birlikte hareket eden on arkadaşdan her biri, yirmi gözle bakacak, on akılla düşünecek, yirmi kulakla işitecek, yirmi elle çalışacaktır. Bu şekilde çalışanlara cami yaptırmak, okul, dershane, yurt, üniversite açmak ağır gelir mi?

4-Bütün kuvvetini ihlasta ve hakta bil. Çünkü ihlaslı ve haklı olan güçlü olur. Bilerek ihlası kıran tokada müstehak olur.

5-Kendileri zaruret içinde bulunsalar da kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”(1) ayet-i celilesi gereğince kardeşlerini, hizmet arkadaşlarını şerefte, makamda, teveccühte, hattâ maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde kendine tercih et.

Bu özellik, hadis-i şerifte tavsiye edilenin de bir adım ötesinde. Hadis de şöyle buyuruluyor: “Sizden biriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”(2) Yani bende olan kardeşimde de olsun. O da buna layıktır, dememiz isteniyor. Allah bunun da ötesini yani kendi ihtiyacı olduğu halde mümin kardeşini tercih etmesini istiyor.

İmkânsız ve yaşanmız gibi görünen bu karakteri, Medineli Müslüman, dinleri için her şeylerini bırakıp gelen Mekke’li Müslüman’a yardım ederek yaşadı. İhlası ve Allah’ın rızasını da kazandı.
Herkese bu ahlak hâkim olsa, dünyada boğuşma kalmaz, anarşi ve terör diye bir şey olmaz, yurdumuz ve dünyamız cennet olur.

6-Kardeşlerinin ve hizmet arkadaşlarının meziyetlerini ve faziletlerini, kendi meziyetin ve faziletin gibi say onların şerefleriyle iftihar et. “Tefanî” yani birbirinde fani olma, yok olma sırrıyla kendi duygularını unutup kardeşlerinin meziyetleriyle övün. Kardeşlerine en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve kardeş ol.

7-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yolu, ölümü daima hatırlamaktan geçer. Öyleyse ölümü hiçbir zaman hatırından çıkarma. Çünkü ölümü bu kadar yanında ve yakının da hisseden adam, başkasını maddeten ve manen öldürmeye kalkmaz. Eliyle, diliyle ve haliyle kimseyi incitmez. İncitmişse özür diler, helallik ister. Hizmette tenbellik etmez. Derse gitmekten, hizmetin sıkıntılarını omuzlamaktan geri durmaz. Hizmet kahramanlarını yalnız bırakmaz.

8-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yollarından biri de Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünüp Ondan başkasının teveccühünü aramamaktır. Nerde olursan ol, O seninle beraberdir. Çünkü Onun huzurunda, Ondan başkasının teveccühünü aramak edebe aykırıdır.

9-İhlası kıran ve insanı gösterişe sürükleyen sebepleri bilmelisin. Onları üç maddede toplamak mümkün:

a-Maddî menfaatten gelen rekabet yavaş yavaş ihlası kırar, hizmeti zedeler, o maddî menfaati de kaçırır. Maddî menfaat istenilmez, belki verilir. Lisan- hal ile de istenilmez. Belki ummadığı bir yerden gelir. Yoksa ihlası zedelenir.

b-Makam sevdasından gelen şöhretperestlik, şan ve şeref perdesi altında insanların teveccühünü kazanmak, dikkatleri kendine çekmekle enaniyeti okşamak ve kötülükleri emreden nefse bir makam vermektir. Ki bu psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalık, gizli şirk denilen riyakârlığa, kendini beğenmişliğe kapı açar ve ihlası zedeler.

c-İhlası kıran ve insanı riyaya sürükleyen sebepleri iyi tanımak ve ihlassızlıktan kurtulmak için en az on beş günde bir İhlas Risalesini okumalısın.

NEDEN ON BEŞ GÜNDE BİR?

-Neden?

-Çünkü dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde temel, ihlastır. Temeli olmayan binanın ayakta durması mümkün olmadığı gibi, ihlası olmayan bir amelin, bir hizmetin ayakta kalması, devam etmesi de mümkün değildir.

En büyük bir kuvvet ihlastır, ihlaslı olan güçlü olur. Ümitsizliğe düşmez. Çünkü ihlaslı adam, her yerde Allah’ın yardımının kendisiyle beraber olduğunu bilir.

En makbul bir şefaatçi ihlastır. Sıkıntıya düştüğünüz zaman o sizi kurtarır.

En kuvvetli bir dayanak noktası ihlastır. Ona sırtını veren yıkılmaz.

En kısa bir hakikat yolu ihlastır. Gerçeği ve hedefi yakalamanın en kısa yolu odur.

En makbul bir manevî dua ihlastır. İhlaslı olanın duası ve bedduası reddolmaz. Böylelerinin duası alınmalı, bedduasından da korkulmalıdır.

Maksadlara kavuşturan en değerli bir araç ihlastır. Onu elde eden yolda kalmaz.

En yüksek bir haslet ihlastır. İhlas vazgeçilmez karakterin olmalıdır.

En saf ve katıksız bir kulluk ihlastır. Maddî hayatımız için hava ne ise, manevî hayatımız ve hizmetimiz için ihlas da odur. Havasız hayat olmaz. İhlassız da iman, ibadet ve hizmet olmaz.

Ey nefsim! Kur’an kevserinden süzülen tatlı ve büyük bir havuzu kazanmak istersen, bir buz parçası türünde olan şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine at, erit.(3)

Böylece hem post kavgasından, hem de dost kavgasından kurtulur, Allah’ı bulursun. Allah’ı bulan postu da bulur, dostu da bulur. Bulamayan da ne bulursa bulsun, başına bela bulur.

Vehbi Karakaş – Risale Haber

DİPNOTLAR:
1-Haşir, 59 / 9
2-Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, Îmân 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
3-Bu makale, 21. Lem’a’dan istifade ile yazıldı