Etiket arşivi: vehbi karakaş

Bediüzzaman’ın Aşkı – 3

Sordular:

-Neden bu son üç yazınıza“Bediüzzaman’ın Allah Sevgisi”demediniz de “Bediüzzaman’ınAşkı” dediniz?

Cevap:

-Birinci makalemizde,Bediüzzaman’dan aldığımız bir cümle ile “aşk”ın tarifini vermiş, ve: “Aşk, muhabbetin muzaafı, yani sevginin yoğunlaşmış ve zirveleşmiş halidir” demiştik. Bediüzzaman’ın Allah sevgisi işte böyle bir sevgi idi; demek için, makalemize başlık olarak “Bediüzzaman’nın Allah Sevgisi” demek yerine, “Bediüzzaman’ın Aşkı” demeyi tercih ettik.

Bu bir. İkinci sebebi de aşkın haysiyet ve şerefini kurtarma niyetimizdi. Çünkü insanlar, “aşk” kelimesini, çok layık olmayan yerlerde kullanır oldular. Aşkkelimesine çok kıydılar. Halbuki aşk, ehl-i dünyanın anladığı gibi sadece gayr-i meşru sevgilerin, gayr-i meşru birlikteliklerin adı değildi.

Aşk, aslında kulun Rabbine olan sonsuz ve sınırsız sevgisinin adıydı. Buna çağımızda en güzel misallerden biri de Bediüzzaman’ın Allah’a olan aşkı ve sevdasıdır, aşık olan, böyle olmalıdır. “Allah’ı seviyorum” diyen, Allah’ı işte böyle sevecektir. Derdi-davası Allah olacaktır. Her yerden, her eserden onu görecek ve Onu gösterecektir. Her yerde ve her eserde Onun taklit kabul etmez turralarını, sikkelerini, mühür ve imzalarını bulacaktır, okuyacaktır.(1) 

Aşk ve sevdanın ne olduğunu, nereye ve kime harcanması gerektiğini öğrenmek istiyorsanız Bediüzzaman’ın şu sözlerini çok iyi analiz etmemiz gerekmektedir. Diyor ki:

“Ey mü ‘min!

Sendeki hadsiz muhabbet (aşk) kabiliyetini, çirkin, noksan, şerur ve sana muzır olan nefsi emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mabud ittihaz etme.

Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini,

1-Nihayetsiz bir muhabbete layık olan,

2-Hem sana nihayetsiz ihsanda bulunan,

3-Hem istikbalde seni nihayetsiz mes ‘ud edecek olan,

4-Hem alakadar olduğun ve saadetleriyle mes’ud olduğun bütün zatları, ihsanatıyla mes’ud eden,

5-Hem nihayetsiz kemalatı bulunan

6-Nihayetsiz derecede kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan,

7-Bütün esması nihayetsiz derecede güzel olan,

8-Her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan,

9-Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren,

10-Sevimli ve sevilen kainattaki bütün hüsün, cemal, mehasin ve kemalat onun cemaline ve kemaline işaret ve delalet eden, emare olan bir Zatı, mahbub ve mabud ittihaz et”(2)

Bedüzzaman, Mahbub’u olan Allah’ı öyle seviyordu ki, dilinden Onu düşürmüyor. Haliyle, diliyle, kalemiyle her zaman ve her yerde hep onu anlatıyordu.

Mahbub’unu o kadar çok seviyordu ki, ona toz kondurmuyordu. İnsanlar, Onu inkar etmesin, o Hakiki Sevgili’nin yerine başka bir şeyi koyup ta şirk ve cehennem ateşlerine düşmesin diye Tabiat Risalesini, Asay-ı Musa’yı, İman ve Küfür Müvazenelerini ve benzer eserlerini kaleme aldı.

Yaşlılar, Allah’tan küsmesin, şikayet oklarını O’na yöneltmesinler diye İhtiyarlar Risalesini (Ricaları) yazdı. İhtiyarlığın büyük ve şirin bir nimet olduğunu, kabirden sonra ebedi bir gençliğin kendilerini beklediğini söyleyip onları teselli etti.

Hastalar, Allah Teala’dan küsmesin, şikayet oklarını O’na yöneltmesinler diye“Hastalar Risalesi”ni yazdı. Hastalığı ilahi ihtar, Rahman’ın hediyesi, günahların silgisi, derecelerin yükselticisi olarak gösterdi.

Ölenlerin yakınları ve ölecek olanlar, Mahbub-u Baki’den küsmesinler diye ölümün mahluk ve nimet olduğunu izah etti. Ölümün, yeni ve ebedi bir hayata doğuş ve diriliş olduğunu “Haşir Risalesi”, 10. Ve 29. Sözleriyle  isbat etti. Dünyadan ayrılmayı, ahbaba kavuşmak, cennet bağlarına uçmak, bin can ile arzu edilir bir seyahat ve bir saadet olarak ilan etti.

“Sizlere müjde! Ölüm, idam değil, hiçlik değil, ebedi ayrılık değil, tesadüf değil, hikmeti ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından bir terhistir, bir mekan değiştirmedir. Ebedi Saadet ve selamet yurduna, asıl vatan olan cennete bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın toplandığı berzah alemine kavuşmadır ve bir visal kapısıdır.”(3)dedi.

Gençler, Hakiki Sevgili’yi unutmasınlar, unutup ta taşkınlıklarıyla hastahanelere, hapishanelere ve kabristanlara düşmesinler diye Gençlik Rehberi’ni yazdı. Onları yalancı ve öldürücü, sahte ve çakma aşklardan, kötü alışkanlıklardan kurtardı, Hakiki Maşukları olan Rableriyle tanıştırdı, buluşturdu.

Kadınlar, Hakiki Sevgili’ye giden yolu kapatan bir barikat, bir bariyer, bir tuzak olmasınlar, bu dünyada cehennem hurileri haline gelmesinler, hem kendilerini ve hem de başkalarını cehenneme götüren araç olmasınlar, cennet hurilerinden daha güzel birer cennet kadını olsunlar diye, Hanımlar Rehberini yazdı. Onları yalancıaşklardan, menfaatçi yalancı aşıklardan kurtardı. Gerçek Sevgili ile buluşturdu.

Bediüzzaman’ın aşkı, sevdası Allah’dı. Dünyayı ve ondaki varlıkları, isim manasıyla değil, harf manasıyla sevdi. Varlıklar  için: “Ne kadar güzeldir.” Demedi. “Ne kadar güzel yapılmış ve yaratılmış.” dedi. Allah için olmayan hiçbir sevginin kalbin içine girmesine izin vermedi. Çünkü o, “kalbin içi Samed’in aynasıdır, Allah’a aittir.”(4) diyordu. Allah’ın tahtına hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi oturtmadı, layık görmedi.

Doç. Dr. Vehbi Karakaş

RisaleAjans



Bkz. Nursi, Said, Sözler, 22. Söz, 2. Makam, 2. Lem’a

Nursi, Said, Sözler, 637

Orijinali için bkz. Nursi, Said, Mektubat, 20. Mektup, 1.makam, 322

Bkz. Aynı 

Bediüzzaman’ın Aşkı – 2

Bediüzzaman’ın aşkı, zindanları ona cennet eylemiştir. Ama bu aşktan mahrum olanların sarayları kendileri için zindan olmuştur. Bu sebepten dolayıdır ki Bediüzzaman:
 
O’nu (Allah’ı cc) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” demiştir.
 
Bediüzzaman’ın aşkı şiddetli bir muhabbettir. Bediüzzaman bu muhabbetini mecazi mahbuplara, sahte ve çakma sevgililere harcamaz. Onun aşkının hedefinde Allah vardır.
 
Allah’ın, insanın kalbineyerleştirdiği sevgiyi Allah’a değil de fani sevgililere harcarsa insan, bir önceki makalemizde de ifade ettiğimiz gibi o aşk ve sevgi, sahibini sürekli bir azap ve acıya mahkum eder. 
 
Bediüzzaman, kalbin ebedi aşk için yaratıldığını, bu aşkın Ezeli ve Ebedi Sevgili’ye harcanması gerektiğini söyler.Çünkü kalbe konulan bu aşkın konuluş gayesi budur. Bu aşk, bundan başka neye harcanırsa harcansın, çok ucuza ve bir hiçe kurban gitmiş olur.
 
Hac için hazırlanan ve tahsis edilen uçağı, siz Sibirya’ya kaçırır ve uçurursanız, uçağı size hazırlayan ve tahsis edenden şiddetli cezaya çarpılırsınız. Mevla’yı sevmek için yaratılan bir kalbi, Mevla’nın rızasını ve iznini almadan Leyla’ya harcayanın hac için hazırlanan uçağı, Sibirya’ya kaçırandan farkı yoktur.
 
Bediüzzaman,”Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevale mahkum, hakiki güzel olamaz. Ebedi aşk için yaratılan ve Samed’in aynası olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.” der.
 
Ebedi aşkın maşuku ve mahbubu, batmakla kaybolan bir sevgili olamaz. Batmayan ve batıp ta kaybolmayan sevgili kimse, her an seni kim görüyor, gözetiyorsa; her yerde kim sizinle beraberse ebedi aşka ve ebediyyen sevilmeye de o layıktır. O da Allah’tır. İşte bundan dolayıdır ki Bediüzzaman, “fıtratı aşkla yoğrulmuş” dediği Mevlana Cami’den şu beyti taşımış Külliyatına:
 
Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. 
Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. 
Biri talep et; başkaları istenmeye layık değiller. 
Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; marifetine, onu tanımaya yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. 
Biri söyle; Ona ait olmayan sözler, malayani sayılır.”
 
Bunları naklettikten sonra Bediüzzaman hem Mevlana Cami’yi onaylıyor, hem de gerçek aşkını ve sevgilisini şu sözleriyle ilan ediyor:
 
Evet Cami, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki ma’bud, yalnız Odur.” 
 
Adı üstünde “kalb, Samed’inAynası”dır. Allah’ın isimleri içinde “Samed”in seçilmesi de manidardır. “Samed”in anlamı, “Allah hiçbir şeye muhtaç değil, her şey Allah’a muhtaçtır.”demektir. Kalbin en büyük ihtiyacı aşk ve muhabbettir. Her şeyin olduğu gibi, kalbi de, kalbin ihtiyacını da Allah yaratmıştır. Organlar içinde Allah’a en güzel ayna olacak organ kalbdir. Onun içindir ki kudsihadisde: “Ben yerlere-göklere sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.”denilmiştir.
 
Dünyadan bir milyon üçyüzbindefa büyük olan güneşi, mini minnacık bir ayna içine alıp gösterdiği gibi; mümin insanın kalbi de sınırsız büyüklükteki bir Allah’ı içine alır, görür, gösterir ve sever.
 
Bu keyfiyette yaratılan bir kalp, Allah’ı sevmez, sevdiklerini de Allah için sevmezse, sevdiği her şey onun başına bela olur. Onun için Allah uyarıyor ve buyuruyor: “Dikkat edin, kalpler ancak ve ancak Allah’ı zikretmekle, (Allah’ı sevmek ve göstermekle) huzur bulur.” 
 
Bediüzzaman, insanın fıtratındaki şiddetli merakın ve hararetli muhabbetin, dehşetli hırsın, inatla bir şeyi istemenin ve benzeri şiddetli duyguların ahireti kazanmak için verildiğini söyler. Bunlar fani dünyaya ve dünyanın fani işlerine harcamak, fani ve kırılacak şişelere, baki elmas fiyatlarını vermek demektir. der.
 
Soru:
-Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İster istemez Allah’tan başka sevdiklerimiz de var. Onları sevmek Allah’ı sevmeye engel midir? Veya onları sevmekle Allah’ı gücendirmiş mi oluruz?
 
Cevap:
-“Aşk ferman dinlemez” diye bir söz var. Bu sözü, Risale-i Nur’da, her halde en iyi karşılayan söz “Muhabbet ihtiyari değil.” Cümlesidir. Yani adam kalkıp diyebilir: “Ne yapayım, elimde değil, seviyorum, lezzetli yemekleri seviyorum, meyveleri seviyorum, anne-babamı seviyorum, çocuklarımı seviyorum, peygamberleri ve velileri seviyorum, eşimi, dost ve ahbabımı seviyorum, hayatımı, gençliğimi seviyorum, dünyayı, baharı ve güzel şeyleri seviyorum. Nasıl bunları sevmeyeceğim? 
Bdiüzzaman’ın bu soruya cevabı şu:
 
Saydığın bu sevdiklerini sevme demeyiz. Bu sevdiklerini sev, ama Allah için sev, deriz. 
Mesela, lezzetli yemekleri, güzel meyveleri, Cenab-ı Hakkın ihsanı ve o Rahman-ı Rahimin in’amı açısından sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini sevmektir; hem manevi bir şükürdür. Şu muhabbetin, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman’ın namına olduğunu gösteren ölçü şu üç maddedir:
 
1-Meşru dairedekanaatkarane kazanmak,
2-Mütefekkirane ve
3-Müteşekkirane yemektir. 
 
Peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren Allah’ın hikmeti ve rahmeti hesabına onlara hürmet ve muhabbet etmek, Cenab-ı Hakkın muhabbetine aittir. 
 
O muhabbet, hürmet ve şefkat, Allah için olduğunun alameti şudur: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet, merhamet ve şefkat ediyorsun. Niçin? Allah için. 
 
 
Hayat arkadaşını, (eşini), rahmet-i İlahiyeninmunis, latif bir hediyesi olduğu için sev. Fakat çabuk bozulan suretindeki güzelliğine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki iç güzelliği ve ahlak güzelliğidir. En kıymetli ve en şirin cemali ve güzelliği ise, ulvi, ciddi, samimi ve nurlu şefkatidir. Şu şefkatin cemali ve iç güzelliği, ömür boyu devam eder, hatta gittikçe artar. Ozaif, latif ve narin mahlukun hürmet hakları ancak bu şekildeki bir muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa,fiziki güzelliğin zamanla yok olup gitmesiy en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder. 
 
Bir gün Rasul-i Ekrem (sav), Hazret-i Ali’ye sorar:
 “–Ya Ali! Allah Teala’yı,O’nun Rasulü’nü, kızım Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i seviyor musun?”
 “–EvetyaRasulallah!”
 
 Bunun üzerine Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
 “–Ya Ali! Gönül bir, sevgi dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor?” buyurur.
 Hazret-i Ali -radıyallahuanh- bu suale bir türlü cevap veremez. Düşünceli bir halde evine döner. Hazret-i Fatıma (ra), Hazret-i Ali’yi durgun ve düşünceli görünce sorar:
 
 “–Sizi durgun görüyorum; üzücü bir şey mi oldu?Eğer üzüldüğünüz şey, bu dünya ile ilgili ise kederlenmeye değmez. Ahiret ile ilgili bir husus ise, nedir sizi üzen?” 
 
 Hazret-i Ali (ra) durumu anlatır. Hz Fatıma (ra) gülümser ve:
 “–Haydi babamın yanına var ve bu suali şöyle cevaplandır:
 “–YaRasulallah! İnsanın sağı, solu, önü, arkası diye yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allah’ı aklım ve imanımla, Siz’iruhum ve imanımla, Fatıma’yı insani nefsimle, Hasan ve Hüseyin’i de babalığın tabii icabı ile seviyorum.” 
 
Hz. Ali (ra) gelip aynı şeyleri söyleyince, Sevgili Peygamberimiz tebessüm buyurur ve şöyle der:
 “–Ya Ali! Bu sözler ancak nübüvvet ağacının dalından alınmış meyvelerdir.”
 
Burdan çıkarılan ders şudur: Allah rızasına yönelik bulunan bütün muhabbetler makbuldür. Allah’ınrazı olmadığı muhabbetler ise, kalbin manevi kanseridir. 
Doç. Dr. Vehbi Karakaş
RisaleAjans

Bediüzzaman’ın Aşkı – 1

Bediüzzaman, aşkı iki kelime ile tarif eder ve:“Aşk, muzaaf muhabbettir.” der. Muzaaf muhabbet, sevginin yoğunlaşmış, zirveleşmiş halidir. Bu tarifi yapanBediüzzaman’ın kendisinde işte böyle bir aşk, böyle bitip tükenmeyen bir sevda vardı.

-Kime karşı?

-Mahbub-u Ezeli ve, Ma’şuk-u Layezali olan Allah’a karşı.

Bediüzzaman, Ezeli Sevgilisine olan bu aşkını ve sevdasını 80 küsür senelik hayatında ve Risale-i Nur külliyatında ortaya koydu. Onun hayatını ve kaleme aldığıRisale-i Nur eserlerini inceleseniz iman, marifet, muhabbet, ruhani lezzet kısaca ilahi aşktan başka bir şey göremezsiniz. Bediüzzaman aşkı yaşadı, sonra yazdı.

Peygamberimizde gördüğümüz hürmeti, muhabbeti, aşkı, sevdayı, fasılasız Allah beraberliğini, onun bir varisi olan Bediüzzaman’da da ayan-beyan görmekteyiz.

Bediüzzaman, dünya zevki adına her şeyini, Maşuk-u Ezeli’sine feda etti. Bu uğurda, yardan, serden, servetten, şehvetten, şöhretten, makamdan, mevkiden geçti.

“ Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum”> demesi, onun ilahi aşka ve sevdaya tutulmuş olmasındandı. Çünkü böyle yüksek dimağları, büyük davası olanları, bu fani dünyada ilahi aşktan başka hiçbir şey tatmin edemezdi.

Bu aşkı tadmayan ve yaşamayanlar, mecazi aşklara aşk diye sarılıyorlar. Şiddetli tokat yiyorlar ve ağlayarak ayrılıyorlar. Allah namına olmayan aşklar gayr-i meşrudur. “Gayr-i meşru muhabbetin neticesi merhametsiz azap çekmektir.” Gayr-i meşru aşklar, Necip Fazıl’in şiirinde “bomboş kuruntu”dur.

Var olan yoklukların ömrünü sürüyorum
Aşklar bomboş kuruntu, hürriyetler esaret
Yalnız, ‘Rakip’ ismiyle Allah’ı görüyorum
Bir yokluk ki, bu dünya, var olandan işaret…

Bediüzzaman’ın “Dünyanın akibeti ne olursa olsun, lezzetleri terk etmek evladır.” demesi, ve gayr-i meşru lezzetleri terk etmesi de bu Ezeli Mahbub’una olan aşkındandı.

Böyle yapmakla doğru mu yaptılar? Evet doğru yaptılar. Nebiyy-i Muhterem’in aşkını ve sevdasını, sünnetini ve ahlakını tercih etmekle doğru yaptılar. Dünyayı kesben değil, kalben terk etmekle, lezzetleri şirk için değil, şükür için istemekle doğru yaptılar. Dünyaya değil, dünyanın ve ahiretin dizginleri elinde olanın peşine düşmekle doğru yaptılar. Böyle yaptıkları için iki dünyayı da peşlerinden koşturdular. Aşk-ı hakikiye meftun olmayanlar, iki dünyayı da birden kaybettiler. Hafizanallah.

Üstad Bediüzzaman’ın aşk ve sevdası, Efendiler Efendisi’nin (sav) aşk ve sevdasına benziyordu. Bediüzzaman adeta Efendimizin bir aynası idi.

Alimler zaten böyle olmalıydılar. Onlara bakanlar, onları değil, onların şahsında Efendimizi görmeli ve Efendimizi (sav) seyretmeliydiler.

Bediüzzaman işte böyle bir alimdi. Efendimizin özellik ve güzelliklerinin meselatakvasının, haşyetinin, tazarru ve niyazlarının, Allah’a olan sevdasının, saygısının, duasının, edebinin, ibadetinin, iffeti, sabrı, affı, şükrü, şecaati ve zühdünün yansımaları, çok rahat Bediüzzaman da seyredilebiliyordu. Buna ait Misalleri “Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar” adlı kitabımıza veBediüzzaman’ın Geceleri” adlı makalemize havale ediyor sadede dönüyoruz.

Üstad Bediüzzaman’ın 80 küsür senelik hayatındaki aşk ve sevdasını isterseniz gelin onun hizmetinde bulunan öğrencilerinden öğrenelim.

Bayram Yüksel ağabey diyor ki: “Üstad, erken yatar, sabah namazına dört saat kala kalkardı. Teheccüd namazını kılar, münacat ve evradlarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Okuduklarını, bir saat, başucundaki, bir metre genişliğinde dört metre boyundaki şecerede isimleri yazılı al-i beyt neslinden olan mühim zatlara bağışlardı. Talebeleri anahtar deliğinden bakarlardı, duasını bitirmeden kimse odasına giremezdi. Zira: “Benim bir dua vaktim vardır, o saatte melaike dahi olsa kabul etmem.”  derdi. Mübarek gecelerde ve ramazanın son on beş gününde uyumaz, kimseyi de uyutmazdı. Talebelerini kontrol eder, uyuyanı su döker, uyandırırdı.

Hulusi Yahyagil ağabey diyor ki: “Barla’da bir gece yanında kalmıştım. Sabaha kadar uyumadan ibadet ediyor, zikrediyor, tazarru ve niyazda bulunuyordu, pek az uyur, uyur gibi görünürdü.” İnliyor gibi zikrine Barla’nın, Isparta’nın, Eskişehir’in, Denizli’nin, Emirdağ’ın, Afyon’un geceleri, dağları, evleri, otelleri, zindanları şahitti.

İniltisini saklamıyor, belki de saklıyordu ama, o kadarının sızmasına mani olamıyordu. Zira mesuliyet duygusu taşıyan bir insan için Rabbinin azameti karşısında öyle ağlayıp inlemek çok değildi. Çok görmüyordu. Ahiretteki inilti yanında bunun çok az kaldığını iyi biliyordu.  Ve yine biliyordu ki burada inleyenler, orada inlemeyeceklerdi.

Refet Barutçu ağabey diyor ki: “Namazını vaktinde kılardı. Heybet ve huşu içinde namaza bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil. “İlahi Ya Rab, İlahi Ya Rab, İlahi Ya Rab!.. Allahu ekber!” diyerek sarsılır, haşyet içinde namaza girerdi. Biz arkasında korkar ve ürperirdik.” Bayram Yüksel ağabey de diyor ki: “Allahuekber!” dediği zaman, mübalağa olmasın ahşap bina sarsılırdı.”

Emin Tekinalp ağabeyi Afyon’da hapse atmışlardı. Suçu belliydi. İman hakikatlerini okumayacaktı. Hapishaneye ulaştıklarında gecenin ikisiydi. O saatte ağlar gibi bir inilti duymuş ve bekçiye sormuştu. Adam: “Burada yetmiş beşlik Bediüzzaman diye bir hoca var.  O her gece sabaha kadar böyle devam eder. Ne yapar bilmiyoruz, diyordu.

Üstad’ı evinde üç ay misafir etme ve arkasında namaz kılma şerefine nail olan Mehmet Fırıncı ağabey, Hazret’in namazda tesbihatı ve okuduklarını gayet ağır okuduğunu, duyarak, düşünerek okuduğunu söylemiştir.

Üstad, her gece teheccüd namazına kalkıyor, bazı günler uyuyamayan Molla Hamid onu görüyor, Üstad Hazretleri: “Keçeli! Madem uyuyamıyorsun, kalk sen de gel, beraber dua edelim.” diyordu. Molla Hamid, okuyacak bir şey bilmediğini ifade ediyor, o: “Ben dua ederim, sen amin, dersin.” buyuruyordu. Molla Hamid’in dua esnasında uykusu gelirse: “Ben de eskiden senin gibi idim; sonra alışırsın.”derdi, çok mütevazı idi.  Arkasında kıldığım namazlardan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbihat hakkında şu dersi vermişti bize:

“Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.”Hazin bir sada ile bizden çok ağır tesbihat yapardı. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin ve huşu içinde kılana rastlamadım. “Lailahe illallah” diye tesbihata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu.

Üstad daima ibadet ve münacatla meşgul olurken, saatlerce diz üstü otururdu. Böyle oturmaktan, ayağının parmağı yara olmuştu. Molla Resul‘e parmağını göstererek bir merhem sürmek istediğini söyledi. Bu esnada Molla Resul ateş yakmakla meşguldü. Üstad’ın o halini ve parmağının yarasını gören Molla Rasul, içinin acısını şöyle dile getirdi:

“Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama Üstadım, senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursaydın ayağın yara olmayacaktı!”

Üstad Molla Rasul’ün bu sözüne karşılık:

“Molla Resul! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedi hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya” dedi. 

8,5 sene kadar kaldığı Barla’daki komşuları diyorlar ki: “Üstadı, geceleri, Dershane-i Nuriye’nin önündeki bir mübarek çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar zikr ü tesbihle meşgul olurdu. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalların, şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşların arasında Üstadın böyle sabahlara kadar çalışmasını gördükçe, ne zaman uyur, ne zaman kalkar bilemezdik.

Bediüzzaman okuduğu evradı, tefekkürle içine sindire sindire okurdu. Hatta birçok hakikatin, evrad okurken kalbine doğduğunu biliyoruz.

“ Kur’an’ın hakiki ve tam bir nevi münacaatı ve Kur’an’dan çıkan bir çeşit hülasası olan Cevşen-i Kebir.” dediği bu muhteşem duayı Türkiye’de meşhur edenBediüzzaman olmuştur. Bin özelliği bulunan bu duayı Üstad, her gün okurmuş; dünyevi çok faydalarını da görmüştür. Mesela Emirdağı’nda kendisini zehirlemişlerdi, ama öldürememişlerdi. O bunu okuduğu duaya bağlıyor ve şöyle diyordu:

“ Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat, hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.”   Ve yine diyordu ki:

“ Düşmanlarımın maddi-manevi zehirlerine karşı, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.” 

13. Şua’da gördüğümüze göre, İmam-ı Gazali Hazretleri’nin tertip ettiği “Hizb-i Masunu” da okuyordu. Üstadın düzenlediği Hizb’ül Hakaik-i Nuriye adlı evrad (dua) kitabında yer alan Abdulkadır Geylani hazretlerinin münacaatı ve Şah-ı Nakş-ibendin evradı, evliyanın büyüklerinin salavatlarını içine alan “Delail’in-Nur,  İmam Gazali’den aldığı “Sekine”, Tabii’nin büyüklerinden Üveys-el Karaninin duası, Lem’alar kitabının başına koyduğu ve akşam namazından sonra 33 kere okunmasının çok faziletli olduğunu söylediği altı ayet-i celile, Üstad’ın okuduğu muhteşem dualar arasındadır. 

-Bu kadar evrad ve ezkarı okumaya kimin gücü yetebilir ki?

-El-cevap: Ancak Bediüzzaman gibi Allah aşk ve sevdasına tutulmuş kimselerin gücü yeter.

Bediüzzaman’ı, Bediüzzaman yapan özelliklerden biri de her halde bu olsa gerek.
Onun bu dua ve münacatları, onu dünya çapında tanınan, sevilen bir insan haline getirmiş ve Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesinin doğmasına vesile olmuştur.

Allah, bu aşk ve sevdayı, bu duaları okumayı ve vird edinmeyi, Bediüzzaman gibi üstadlarla beraber Nebiyy-i Muhterem’in(sav)sancağı altında Mahbub-u Ezelimize kavuşmayı hepimize nasip eylesin.

 Vehbi Karakaş

RisaleAjans

KAYNAKLAR

1-Said Nursi, Tarihçe-i Hayat

2-Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I

2-Vehbi Karakaş, Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar, Hayat Yayınları

3-Mehmet Akarca, Secdede Bir Ömür
4-Necmeddin Şahiner, Son Şahitler.

Büruc Suresinden İsrail Ve Filistin’e Bakış..

İsterdim ki ibret alınsın, isterdim ki tarih tekerrür etmesin ve isterdim ki ben bu yazıyı ikinci kez yayınlamak mecburiyetinde kalmasaydım.

Bu gün sabah namazının farzını kılarken ilk rekatında zamm-ı sure olarak Bürüc suresini okudum. Okurken manasını düşündüm,dikkatle baktım-aman Allahım-Büruc suresi günümüzü anlatıyor, Ortadoğu ve İslam coğrafyasının başına gelenleri anlatıyor, dedim, aklıma ve tefekkür alemime düşenleri okurlarımla paylaşmak için bilgisayarımın başına geçtim. Yazmaya başladım.

Büruc suresinin günümüzü anlatması da gayet doğaldır. Çünkü Kur’an,Üstad-ı Muhterem’in tesbitiyle geçmiş ve geleceği, ezel ve ebedi şimdiki zaman gibi gören ve bilen Allah’ın kitabıdır(1) Zamanın ve asırların geçmesi Kur’an’ı yaşlandıramaz. O daima genç ve tazedi(2) Her asırda yeni nazil oluyor gibi tazeliğini ve gençliğini koruyor. İnsanların eserleri ve kanunları, beşer gibi yaşlanıyor; değişiyor.(3) Allah ise, eskimez ve yaşlanmaz.Eskimez ve yaşlanmaz ki kelamı da eskisin ve yaşlansın.

Kur’an’ın yeni nazil oluyormuş gibi tazeliğini ve gençliğini gösteren delillerden biri de Kur’an’ın seksen beşinci suresi olan Büruc suresi ve onun ayetleridir. Kur’an’ın kısa surelerinden biri olmasına rağmen, nerdeyse temas etmediği konu yoktur. Sanki Kur’an, Büruc suresinde toplanmış ve özetlenmiştir ve sanki Kur’an, günümüzdeki olaylar üzerine nazil olmakta, onlara ışık tutmakta, kimi hangi kategoriye sokacağımızı bize göstermektedir.

Buruc suresi, inanan ve zulme maruz kalanlara teselli ve müjdeyi, inanmayan zalimlere de tehdit ve azap haberlerini içermektedir.

Buruc Suresinde Ashab-ı Uhdud’dan bahsedilir.Ashab-ı Uhdud, hendek veya çukur halkı anlamına gelmektedir.

Kimdir bu hendek ashabı? Ne yapmışlardır? Kur’an bunlardan niçin bahsetmektedir?

Şimdi bu soruların cevabını bulmaya çalışalım.

Ashab-ı uhdud hakkında tefsirlerde farklı rivayetler vardır. Bunlar arasında en meşhuru, Yemen/Necran hükümranlığını ele geçiren ZuNuvas ile alakalı olandır.ZüNüvas, dönemin zalimve diktatörlerinden biridir, bu zalim ve despot adam aynı zamanda bir Yahudi’dir.

Ebrehe, Kabe’ye yönelik başarısız saldırısında Hıristiyanlık taassubu ve dürtüsüyle hareket ederken, ZüNuvas da daha öncesinde Necran’daHz. İsa’ya (a.s) inanmış olan müminlere yönelik vahşi bir katliam gerçekleştirmiştir.

Dördüncü asırda Yemen’e hakim olunca, uzanluğu 20, genişliği 12 metre olan hendekler kazdırmış, onların içinde ateş yaktırmış sonra da Necran ahalisine seslenmiş: “Ya Yahudiliği kabul edersiniz, ya da bu ateşte yanmayı. Başka seçeneğiniz yoktur!” demiştir.

Necran ahalisi, bu zorbalığa “hayır” deyip direnç gösterinceZüNüvas, erkekleri ve kucaklarında çocuklarıyla beraber kadınları ateşle dolu o hendeklere attırmış, diri diri yaktırmıştır.

“Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allah Teala müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.”

Bu şekilde öldürülenlerin sayısı bir rivayete göre 20.000, bir rivayete göre de 70.000 kadar olduğu söylenir.

Halk ateş dolu hendeklerde yanarak can verirken, onlara o hendekleri kazanzalimler ve o zalimlerin destekçileri de hendeklerin çevresinde oturmuş büyük bir keyifle onları seyretmişlerdir.

Şimdi değişen bir şey var mı? Filistin, Irak, Suriye ve benzer adlardaki hendeklerde mazlumların yanışını bu bölgelerin dışında kalan zalim güç odakları seyretmektedir. Esip-gürlemekten, yalancı pehlivanlıktan başka yapılan bir şey var mı?

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah, geçmiş devirlerin hendek kazıcılarına ve o hendeklerde diri diri insanları yakanlara nasıl muamele ettiğini bütün insanlığa duyurmak ve göstermek için bir sure indirmiştir.Onun adına Büruc suresi demiş, bu surede günümüzün olduğu gibi, dünün ve yarının darbeci, katliamcı ve hendekçilerininakıbetlerini bildirmiş, bu bildiri ile hendekçi ve katliamcıların ödünü koparmış, zulme maruz kalan masum ve mağdurları da cennetle tebşir eylemiştir.Bize düşen de işte böyle Büruc suresinin mesajını günümüze taşımak olmuştur.

Şimdi gelin, Büruc Suresindeki ilgili ayetleri hep beraber okuyalım, o pencereden geçmişi, geleceği ve günümüzüseyredelim. Allah Teala buyuruyor:

“Burçlarla, yıldızlarla süslü göğe, geleceği va’d olunan kıyamet gününe, Şahid ile meşhuda, olayları görene ve görülen olaylara yemin ederim ki:

Göklerin ve yerin tek hakimi,mutlak galip ve bütün övgülere layık olan Allah’aiman edenlere hendek kazanlar, hendekleri ateşle doldurup inananlarıdiri diri bu hendeklere atıp öldürenler, sonra da o hendeğin çevresinde oturup yanan insanları seyredenler, bu zulmü kınamayıp sessiz kalanlar gebermişler ve lanetlenmişlerdir.

Bu lanetliklerin, müminlerden intikam almalarının sebebi, başka bir şey değil, sadece Allah’a inanıyor olmaları ve o iman ile gitmek istemeleriydi. O Allah ki Azizdir, kimse onun yücelik ve kuvvetine karşı gelemez, Hamid’dir, bütün övgülere layık olan O’dur.

İnanmış erkeklerle, inanmış kadınları öldürüp de yaptıklarına tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve pek yakıcı bir azap vardır. Allah her şeye şahittir.

İman edip güzel işler ve güzel ibadetler yapanlara gelince, onlar için altından nehirler akan cennetler vardır. İşte bu çok büyük bir kurtuluştur. Bununla beraber Rabbinin zalimleri tutması ve yakalaması çok şiddetlidir.(4)

BU GÜN İSLAM COĞRAFYASINDA OLANLAR

Bu ayetlerde anlatılan insan figürlerinin hepsi, bu gün İslam coğrafyasında görülmektedir. Bu gün maalesef bu coğrafyada inancını ve düşüncesini dayatan ZüNüvaslar var. Dayatmalara itaat etmeyen toplumların hendeğini kazanlar var. Camilerde ve evlerde bulunan insanları türlü türlü ateşli silahlarla, kimyasal gazlarla diri diri yakanlar var. Kimyasal silahlarla insanları ve çocukları bağırta bağırta katleden zalimler, fasıklar, kafirler, müfsitler, münafıklar var. Bütün bu olup bitenleri seyreden, katliama katliam demeyen, zalimlerin zulmüne engel olmayan zalimler, münkirler, müşrikler, müfsitler var.Bu ateşi söndürmek, masumları ve mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak isteyen halis, muhlis müminler var, inançlarından dolayı şehid olmayı göze alan azimet erbabı var. Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih eden kahramanlar var. Bu dünyaya geliş gayemizin Allah’a ibadet ve Allah’ın dinine hizmet olduğuna kesinkes inananlar ve inançları doğrultusunda yaşamak isteyenler ve bu uğurda koşanlar, koşuşturanlar var.

Ayetlerin sonu ne güzel bitiyor: “Allah her şeye şahittir.” Allah her şeyi görmektedir. Zalimleri de, zalimlerin destekçilerini de. “Rabbinin zalimleri yakalaması ise çok şiddetlidir.”

Allah buyuruyor: “Ben mühlet veriyorum, ama ihmal etmeyeceğim. Sabrediyorum, ama asla unutmayacağım. Benim tuzağım metindir, kuvvetlidir.Tuzağıma düşürdüğümü bir daha bırakmayacağım.” (5) “Zalimlerin hesabını, cezasını, belasını gözlerin apışıp kalacağı, şaşırıp kamaşacağı dehşetli bir güne mahşer gününe bırakıyorum.”(6)

Dr. Vehbi Karakaş

RisaleAjans

1-Bkz. Nursi, Said, Sözler, 397

2-Bkz. Nursi, Mektubat, 181

3-Bkz. Nursi, Sözler, 407

4-Bkz. Büruc, 85/1-12

5-Bkz. Kalem, 68/45 tefsiriterceme ile.

6-Bkz. İbrahim, 14/42; ayrıca bkz. Yıldırım, Suat, Açıklamalı Kur’an Meali; Özcan, Mustafa, http://www.risaleajans.com/mustafa-ozcan/arakanli-ashabi-uhdud

İlahiyatın yeni müfredatında felsefî dersler

felsefeRomanda felsefeyi anlatan Rus yazar İvan Gonçarov’un felsefe ile ilgili güzel bir sözü var. Demiş ki: “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”

Bir söz de ben söylemek isterim. Hep adı yabancı olanlar mı böyle garip sözler söyleyecekler. Söylesem ne olur? Belki beni de kimse anlamayacaktır. Himmet bey boşuna gamlanmasın bizi anlamıyorlar, anlamayacaklar diye. Çünkü biz yerliyiz aslanım yerli.

Hey gidi Himmet bey hey! Biz kim oluyoruz ki anlaşılmamaktan ah vah edelim? Adamlar, şarkı-garbı velveleye veren, bir asır önce bu günü gören, sanki bu gün kaleme alınmış gibi eserler, tesbitler, çözümler, çareler, reçeteler ortaya koyan, bu milletin saadeti için seksen küsur senelik hayatında dünya zevkı adına bir şey tatmayan, tanımayan bir Bediüzzaman’ı bile anlamadılar.

Anlasaydılar Bediüzzaman:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.[1] der miydi? Bu sözleri ve bu sözlerin sahibini anlaması gerekenler anlasa ve gereğini yapabilselerdi, yıllarca biz anarşi ve terörle boğuşmayacaktık. Türkiye’de ihtilaller, darbeler yaşanmayacak, Filistin, Irak, Suriye, Mısır, Afganistan kan ağlamayacaktı. İslam âlemi derbeder ve sefil olmayacaktı.

Bütün anlaşılmamazlıklara rağmen, Türkiye bu gün Mısır olmaktan kurtuldu ise, Irak ve Suriye benzeri ülkelerden biri olmadıysa bunda Bediüzzaman’ın payı yüzde doksan-doksan beş civarlarındadır.

Yukarda bir sözde ben söyleyeyim, demiştim. Araya işte böyle başka sözler girdi. Şimdi sıra benim filozofça söyleyeceğim söze geldi. Arz ediyorum:

Felsefe, hikmetin nefs-i emmaresidir. Onsuz olunmaz ama, sadece onunla da olunmaz. Her insanda nefs-i emmare vardır. Nefs-i emmare bize kâmil insan olmamız için verilmiştir. Nefs-i emmare idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la ve Nebevî öğütlerle ıslah edilirse insan, kâmil insan olur, meleklerden daha üstün bir varlık haline gelir. Islah edilmezse hayvandan ve şeytandan aşağı düşer.

İlahiyatlarda ise felsefe idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la barışık hale getirilmelidir. Tabiî felsefeyi okutanlar da.

FELSEFE VE HİKMET

Arapçada felsefeye en yakın kelime hikmettir. Bize göre felsefe, insan düşüncesi, hikmet de Allah düşüncesidir. İnsan, yanılabilir. Allah yanılmaz. Öyleyse felsefe, hikmete tabi olmalıdır. Olursa, dizginlerini hikmetin eline verirse huzur olur, huzur verir. Vermezse, zarar olur, zarar verir.

Felsefeye “hikmet ilmi”, filozofa da hakîm denmiştir. Hamdi Yazır, “Hikmet, ilim ve onunla ameldir. Hakîm ise her ikisini toplayan adamdır. Bilgisi olup ameli olmayana hakîm denmez.”demiştir.

EVVELKİLERİN VE SONRAKİLERİN İLMİ KUR’AN’DA

İlahiyat fakültesinde birçok dersin hocası oldum. Halkla İlişkiler dersine girdim. Din ve iletişimdersine girdim, Dini Danışmalık ve Rehberlik dersine girdim, Çevre ve Din dersine girdim, Meslekî Uygulama ve Hitabet dersine girdim… Bu derslerin hepsi Fakültemizde Felsefe ve Din Bilimleri bölümünün dersleridir.

Baktım ki bu adını saydığım derslerin hepsi en muhteşem ve mükemmel şekliyle Kur’an’da var. Bu sefer halkla ilişkiler dersi olarak Kur’an’ı, Çevre dersi olarak Kur’an’ı, bir iletişim dersi olarak Kur’an’ı talebenin dikkatine vermeye başladım. Felsefe dersine girseydim, felsefenin yanında Kur’an’ın hikmetini takdim edecektim. Çünkü -Felsefeyi düşünce bazında ele alırsak- en güzel felsefe Kur’an’da. Kur’an düşüncelerin en güzelidir. Sözlerin en güzeli[2] olduğu gibi. Çünkü Kur’an, Allah’cadır. Çünkü o Allah düşüncesidir.

KUR’AN FİKİRLERİ DONDURMAMIŞ

Kur’an fikirleri dondurmamıştır. Tam tersi düşünmeye, araştırmaya teşvik etmiştir. Aykırı fikirlere de hayat hakkı tanımıştır. “Dileyen inkâr etsin, dileyen küfretsin.”[3] der Kur’an. Bunu der ama,insanın da başıboş olmadığını,[4] herkese, gerek imanının ve gerekse küfrünün karşılığını bulacağı bir âleme, ahirete doğru gittiğini,[5] sözlerinden[6] ve amellerinden[7] sorguya çekileceğini söyler.

Yeni yeni ilim dallarının çıkması eskiden o ilimlerin olmadığı anlamına gelmez. İletişim dersi yeni çıktı. Halkla ilişkiler dersi yeni çıktı. Bu dersler yokken iletişim dersi yok muydu? Halkla ilişkiler yok muydu?Felsefe dersi yokken, felsefe yok muydu? Vardı. Hem de Kur’anî felsefe vardı. İnsanların felsefesi Kur’an’dı. Onunla oturur, onunla kalkarlardı. Huzur tamdı, adalet kaimdi, emniyet ve barış hâkimdi. Sevgi-saygı, şefkat-fazilet, güzel ahlak doruk noktadaydı. İlimler dallandıkça dertler, problemler de arttı.

NE DEMEK İSTİYORUM?

Öyleyse ne demek istiyorsun? Demek istiyorum ki Kur’an, her türlü iyiliği ve güzelliği müminlerine veriyor. Öyleyse herkes otursun, zaman kaybetmeden Kur’an’ı anlamaya koyulsun.

Pekiyi. Kur’an varken bu derslerin hiç biri olmasın mı? Olsun. Ama Kur’an’ın yerine geçmesin. Kur’an’a dayalı iletişim dersi, Kur’an’a dayalı halkla ilişkiler dersi, Kur’an’a dayalı rehberlik dersi, Kur’an’a dayalı felsefe dersi, Kur’an’a dayalı psikoloji, sosyoloji dersi olsun. Dikkat edilirse zaten bunların hepsi Kur’an’da var. Her dersin uzmanına düşen bunları sistematize etmek olacaktır.

İnsanın dünyaya geliş gayesi biri birini inkâr eden tutarsız fikirlerle dolu kitapları okumak, okutmak değildir. İnsanın dünyaya geliş gayesi, Âlemlerin Rabbinin mesajı olan Kur’an’ı okumak, anlamak ve gereğince amel etmektir.

Bu gün yeni yeni adla ortaya çıkan ilim dalları buna hizmet etmelidir. Her ilim dalı, Kur’an’ın bir başka yönünün tefsiri olmalı, Kur’an’a alternatif dersler olmamalı, Kur’an’dan bağımsız işlenmemelidirler.

Diyorlar ki, ilahiyat öğrencisi bilimselliğe alışması ve cesur olabilmesi için felsefî dersler alması lazım. Buna katılıyorum. Ben de buna bir şey eklemek istiyorum: İlahiyat öğrencisi ve hocası aynı zamanda Kur’an’ın orijinaline yabancı olmamalı, Kur’anî ilimleri çok iyi hazmetmiş biri olmalı, Kur’an’ın ayetlerini okumaktan aciz olmamalı, korkmamalı ve utanmamalıdır.

İlahiyatlarda Felsefe derslerinin kaldırılmasına Himmet bey, karşı çıkmış. Aslında Himmet bey, Kur’an’la barışık olan felsefe derslerinin kaldırılmasına karşı çıkmıştır.  Çünkü o felsefe derslerinin böyle verildiğini bilmektedir. Çünkü kendisi de bu dersleri böyle veriyordur kanaatindeyim. Ne de olsa kendisi de Kur’an’la barışık bir edip ve filozoftur. Eğer böyle olmasaydı, Himmet’e de yazık olur, devlete de yazık olur, millete de yazık olurdu.

Himmet beyin böyle bir edip ve filozof olmasının başlıca sebebi Bediüzzaman’ın Risalelerini  tanımış biri olmasıdır. Himmet bey, felsefe deryasında batmadan ve öğrencilerini batırmadan yüzebiliyorsa bunu Allah’ın lütfu inayetiyle okuduğu Risale-i Nur’a borçludur.  Âferin Himmet’in himmet-i merdanesine ki, kabına sığmazlığını, ifrat ve tefritlerini Risale-i Nur’la zabt u rabt altına almıştır. Darısı diğer diğer ilim erbabının başına!

Bu gün bir kısım medyatik simaların milletin aklını ve midesini bulandıran yamuk duruşlarına ve yamuk fetvalarına, dengesiz konuşmalarına ve ölçüsüz davranışlarına rastlıyorsak bunun sebebi bu medyatiklerin elinde ve önünde Bediüzzaman gibi bir kıstasın, bir pişdarın olmamasındandır.

İster kabul etsinler, ister etmesinler, şurası bir gerçek ki Türkiye bu gün ılımlı ve olumlu bir noktada ise, huzuru ve istikrarı yakalamışsa bunda Bediüzzaman’ın açtığı çığırın, ılımlı ve olumlu iman ve ıslah hareketinin önemi büyüktür. Aklı başında olan insanlar bunun farkındadır.

Öyleyse Risale-i Nur, İlahiyatlarda ve bütün okullarda, diyanet teşkilatında okunmalı ve okutulmalıdır. Ta ki Kur’an’la barışık, devletiyle barışık, milletiyle barışık ahlaklı nesiller, filozoflar, bilim adamları, amirler, memurlar yetişsin. Bediüzzaman’ın bu millet ve bu devlet üzerinde en büyük hakkı budur.

İLAHİYAT ÖĞRENCİSİ NEYİ BİLMELİ?

Yeri gelmişken bir düşüncemi de arz etmek isterim. Bir ilahiyat öğrencisinin felsefe ve din bilimlerini iyi bilmenin yanında Arapça ve Kur’an’ı ve ulumü’l-Kur’an’ı da çok iyi öğrenmiş bir şekilde mezun olmasından yanayım. Şu an derslerin çokluğundan mıdır, imam-hatip liseleri ve Kur’an kurslarından kaliteli öğrenci gelmeyişinden midir bilmem, bu mükemmel sonucu ilahiyatlar henüz yakalamış değil.Arkasında namaz kılamayacağımız kadar Kur’an’ı yanlış okuyan, ilmi donanımı yeterli olmayan görevlilerimiz var. Bunları da unutmamamız ve buna da bir çare bulmamız lazım. Felsefe derslerini azaltmak isteyenlerin de hedefi her halde bu olsa gerek. Tam bilemiyorum. Bu meseleyi otoriteler tartışa dursun.  Biz isteriz ki her caminin imam ve hatibi, hem kurra, hem alim, hem filozof, ve hem de mütteki ve muhlis bir zat olsun.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü: İlahiyat öğrencilerini mükemmelleştirmenin yolu, imam-hatip liselerini mükemmelleştirmekten, ondan önce de Kur’an kurslarını mükemmelleştirmekten geçiyor. İlahiyatın temeli Kur’an kurslarıdır. İkinci basamağı İmam-Hatip Liseleridir. Son basamağı da ilahiyatlardır.

Kur’an kurslarının albenisi artırılmalıdır. Tatil yörelerindeki faydalı aktiviteler, Kur’an’ın edebi çerçevesinde Kur’an kurslarına taşınmalıdır. Gerekirse Kur’an kurslarının isimleri değiştirilmeli, bu kurumlar yeniden ele alınmalı, daha makul, daha modern bir şekilde yeniden dizayn edilmelidir. İlahiyatlar, bu eğitim silsilesinin kemali, cemali, kubbesi ve tacı olmalıdır.

Vehbi Karakaş


[1] Nursî, Saîd, Tarihçe-i Hayat, 543

[2] Bkz. Zümer, 39/23

[3] Kehf, 18/29

[4] Bkz. Tevbe, 9/16; Kıyame, 75/36

[5] Bkz. Zilzal, 99/6-8

[6] Bkz. Kâf, 50/18

[7] Bkz. Cuma, 62/8