Etiket arşivi: Veli Sırım

Bediüzzaman Aynasında Tefekkür Yansımaları

Birgün otomobille büyükbir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ dedi.’ Bu hâtırayı anlatan Zübeyir Gündüzalp ağabey. Üstad Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden. Aslında buğday tarlasını görüp, belki milyonlarca başağın insanlar için yaratılışı ve oradan elde edilecek mahsüllerin nice insanın rızkı olarak sofraları süslemesi de bir nevi tefekkürdür. Bu noktadan hareketle, aktardığımız hatıradaki ‘tefekkür’ kavramının izafî; yerine ve kişeye göre belki de seradan süreyyaya kadar basamakları olduğuna hükmedebiliriz.

Üstad Bediüzzaman’ın ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ ifadesindeki vurgudan belki böyle bir netice çıkarmak mümkündür. Bu durumda, tefekkür konusunu, sözlük veya terim mânâsıyla, belli başlı âlimlerin tarif ve izahlarına göre açıklamak hakikî tefekkürün koordinatlarını belirlemede yeterli olmayabilir. Teoriden ziyade pratik ve uygulamalı örnekler hayatımıza aktarma ve bunu bir bilinç ve şuur haline getirmede daha kesin ve daha kestirme bir yöntem olabilir. İşte böyle bir yöntemi takip etmede önümüzde gayet canlı ve dikkat çekici bir örnek vardır. O da, başta Zübeyir Gündüzalp’in bir müşahedesini aktardığımız, mücessem ve müşahhas bir tefekkür örneği olan Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır.
bediuzzamanBÜYÜK KİTAP

Bediüzzaman’ın bir diğer yakın talebesi Bayram Yüksel, kırlara ve dağlara yaptıkları tefekkür gezileri esnasında şahid olduğu tablolar, aynı zamanda ‘tefekkür’ kavramının derinlikleri hakkında bize önemli ipuçları verir. ‘Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken ‘Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun’ derdi. Bayram Yüksel’in bu cümlesinde geçen ‘Kitab-ı Kebir,’ diğer ifadeyle ‘Büyük Kitap’ bütün Kâinattır. Yâni Kâinat, bir kitaptır. O kitapta Rabbimizi, O’nun sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olan isim ve sıfatları anlatan sayısız âyetler bulunur. Bediüzzaman’ın bu büyük kitabı, bu görülen, müşahede edilen ve birebir yaşanan Kâinat kitabını okurken sergilediği tavır da başkaca derslerle dolu. Bir rahlenin önünde diz çöküp ayet ayet, sayfa sayfa Kur’an-ı Kerîm’i büyük bir huşu ve huzur ile okuyan hâfık kurrâlar misali Bediüzzaman, yakın talebesi Bayram Yüksel’in ağzından kâinat kitabını şöyle okuyordu:

‘Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, ‘Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem’ derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi.

Aktardığımız bu iki hâtıraya bir başka açıdan da yaklaşmak mümkün. Kırlara ve dağlara yapılan geziler sırasında görülen alan, bütün dünya düşünülecek olursa yok denecek kadar küçük bir alandır. Hele bir de bu kıyası dünyamız ve güneşimizinde içinde bulunduğu galaksimiz ve o galaksinin de yok denecek kadar küçük kaldığı bütün kâinat düşünülecek olursa. Ancak burada önemli olan bakış ve idrak ediştir. Bilinçtir, şuurdur. Bir meleke halinde tüm benliğiyle, tük hücreleriyle, tüm ruhuyla, ruhundaki tüm hisleriyle, kısaca her şeyiyle en küçükten en büyügüne kadar Kâinat kitabını harf harf, kelime kelime okuyabilmedir. Bu öyle bir okuyuştur ki, hakikatin derinliklerine nüfuz edebilen bir kişi, Üstad Bediüzzaman’ın bir küçük çiçekteki veya böcekteki âyetleri okurken, o engin tefekkür hâletiyle aynı anda güneşleri, yıldızları ve galaksileri de okuduğunu rahatlıkla müşahede edebilecektir. Çünkü bir zerre ile güneş âyet oluş özelliğiyle aynı kefede bulunur. Belki bir zerre yerine göre güneşten daha ağır ve hakikatli konumda olabilir. Tıpkı bir tek damla ile koca bir okyanus arasındaki ilişki gibi. Bediüzzaman’ın tefekkürü işte böyle bir tefekkürdür.

Bizim ölçülerimize göre tefekküre bile konu olmayan, sıradan, hattâ yüzümüzü ekşiterek, dudağımızı burkarak bakışlarımızı uzaklaştırdığımız varlıklara, görüntülere Bediüzzaman belki dünyalar kadar değer verir. İnanmıyorsanız, kendi kendimizi bir hesaba çekelim.

Rahatlamak için, sıkıntılardan arınabilmek için, biraz gezip dinlenmek için kırlara, bizim tabirimizle pikniğe gittik. Yanımızda aile fertleri veya yakın arkadaş çevremiz bulunuyor. Birkaç saatlik böyle bir gezi programımızda ‘tefekkür’ sayabileceğimiz süre ve hadiseleri bir düşünelim. Bu noktada geçmişteki benzer faaliyetlerimizi de dikkate alabiliriz. Acaba, hakikaten tefekkür nitelikli faaliyetlerimiz içinde köpeklerin havlaması hiç yer aldı mı? Bir kaplumbağa, kurbağa ve kertenkele böyle bir tefekkürde ne kadar ve nasıl yer aldı? Bu teste benzer başka sorularla devam edebiliriz.

Bakın Bayram Yüksel ağabey, Üstad Bediüzzaman’la alâkalı hatıralarının bir yerinde ne diyor: ‘Bütün mahluklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; ‘Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır’ derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddî alakadar olur, ‘Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san’atı sizlerden geri görmüyorum’ derdi.’

Hakikî tefekkürün mahiyeti ve temel özellikleri bu ifadelerde kendini belirgin bir şekilde kendisini göstermekte. Daha da ilerisi, hakikî tefekkürün bir şuur ve meleke haline gelişine de çok dikkat çekici bir örnek olarak da niteleyebiliriz. Yine Bayram Yüksel‘in, Son Şahidler isimli eserin 3. Cildinde aktarılan hatıralarından kısa bir anekdot daha aktaralım: ‘Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’ derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetmişti.’

Karıncaların yuvasını bozdurmayacak, bozulursa hemen telafisini düşünecek, bozanlara nasihatlerde bulunacak bir tefekkür örneği. Belki hemen herkesin normal gördüğü avcılık konusunda, avlananlara tavşanları, keklikleri vurmamayı öğütletecek, sadece onları değil, avlanmanın dışında başka mahluklara da rahatsızlık vermemelerini nasihat ettirecek bir tefekkür boyutu. Tarife ve söze sığmayacak kadar geniş ve derin bir hayat anlayışı. Öyle bir tefekkür ki, bütün kâinat karınca, bütün âlemler tavşan veya keklik, güneşler birer kelebek, yıldızlar birer sinek olsa bile, çapı ve derinliği hiç değişmeyecek bir tefekkür.
AĞAÇLAR ZİKREDİYOR

Aslında Çam Dağı, Isparta’daki Barla Dağının bir tepesidir Çam Dağı. Bu tepenin güney yamacında, Üstad’ın tefekkür meânlarından birisi de Çam ağacı. Yakın talebelerinden Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmet bu ağaca üstü açık tahtadan bir kulübe inşa etmişler. Bediüzzaman da bu kulübeciğe çıkar, namaz kılar ve tefekkür ederdi. Hattâ bazı eserlerini de burada telif etmişti. Bayram Yüksel, bu ulvî tefekkür mekânıyla ilgili, yine tefekkür eksenli bir başka hatırasını şöyle aktarır: ‘Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, ‘Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor’ derdi.’

YÜKSEKLERDE TEFEKKÜR

Bediüzzaman’ın tefekkürüyle alakalı pek çok örnek aktarılmıştır. Bu örneklerin en dikkat çekici yönlerinden birisi, Üstad’ın tefekkür ekseriyetle yüksek yerleri seçmesidir. Bulunduğu muhitin en yüksek yerini tercih eder. Hattâ eğer o yerde bir ağaç, yüksekçe bir kaya parçası, çok sarp da olsa bir tepe veya bir ev varsa onun çatısı tefekkür için en ideal yerdir. Bu özellik Üstad’ın hemen hemen tüm hayatı için söz konusudur. Van’daki ilk talebelerinden İsmail Perihanoğlu‘nun şu hatırası ilginç bir örnektir: ‘Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.’

TEFEKKÜR ÜZÜMLERİ

Bir yere misafirliğe gittiniz. Ev sahibi size salkım halinde üzüm ikram etti. Ancak üzüm salkımı buruşmuş, kurumaya yüz tutmuş, belki tadı biraz bozulmuş. Belki her şeye rağmen yersiniz, belki mümkün olduğunca yememeyi tercih edersiniz. Tabiî, bu ikram Üstad Bediüzzaman’dan olursa ve o üzüm salkımının en önemli hususiyetinin tefekkür ibadetiyle bir bağlantısı bulunursa, belki o zaman baldan daha tatlı ve lezzetli olacaktır. İşte böyle bir lezzeti tadan Said Özdemir, bu hatırasını şöyle aktarır: ‘Üstad hayatta iken İzmir’de bir mahkememiz vardı. Dönüşte Isparta’ya uğradık. Ramazan’dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. ‘Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.’

TAVUS KUŞLARI

Üstad Bediüzzaman’ın tefekkür boyutuyla ilgili hatıralar sadece kır gezintileriyle sınırlı değildir. Tefekkür şuuru adetâ zerrelerine kadar sindiği için, hemen her ortamda en güzel ve ibret dolu enstantaneler kendini gösterir. Muhsin Alev, günlük güneşlik güzel bir bahar günü yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatır: ‘Namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik. Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu. Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek; ‘Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim’ diye onlardaki İlâhî sanatı nazara vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi. Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti.’

CENNETTEN ALTI DAMLA

Mehmed Babacan tarafından aktarılan bir hatıra, Isparta sınırları dahilindeki Gölcük’le ilgili. Diğer bazı Nur talebeleriyle birlikte Gölcük’e gitmek için otobüs tutarak Isparta-Gölcük’e giderler. Çünkü Üstad, bu göle gitmeyi ve orada tefekkür etmeyi çok sevmektedir. Ancak otobüs yolda otobüs bozulunca bir süre durmak zorunda kalırlar. Bu gelişmeye rağmen Üstad, Aşçı Ali isimli bir talebesinin motosikletine binerek yola devam eder. Mehmed Babacan, Üstad’ın Gölcük’ü çok sevmesinin sebebi ve bu göl hakkında söylediklerini kısa ve öz olarak şöyle aktarır: ‘Üstad oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: ‘Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta’yı ihya ediyor’ demişti.’

SONUÇ

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (a.s.m.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, asrın insanına sunmuştur. Kendisi adeta ete-kemiğe bürünmüş, canlı bir tefekkür örneğidir. Risale-i Nur Külliyatı, hayatına birebir aktardığı mükemmel tefekkür sisteminin yazılı hale gelmiş şeklidir. Yaşadığı süre boyunca yetiştirdiği tüm talebelerini birer yürüyen tefekkür levhası haline getirmiştir. Ona talebe olanların, onu bilfiil görüp ona hizmet edenlerin, onun telif ettiği Nurları okuyup tefekkür dersi alanların en belirgin özellikleri, yaşadıkları her hadiseye, gördükleri her varlığa tefekkür penceresinden bakmalarıdır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe imanın temel esasları ve prensipleri vardır. Bediüzzaman’ın tefekkürü, İslâmın bütün emirleriyle bağlantılıdır. Başta namaz olmak üzere farz ibadetlerden ayrı, bağımsız değildir. Çünkü Bediüzzaman, Namaz gibi bir ibadeti, kulluğun en zarurî görevini, adetâ güneşlerle, yıldızlarla, dünyanın üzerindeki tüm varlıklarla birlikte eda eder. Çünkü ona göre karıncadan tâ dünyaya, zerreden tâ güneşe kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, ruhlu-ruhsuz bütün varlıklar her an ibadet halindedirler. Allah kendilerine hangi görevi ve kulluk vazifesini vermişse onu aksatmadan yerine getirmektedirler.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, yine canlı-cansız, şuurlu-şuursuz tüm varlıklar Allah’ı zikreder. Bu zikir halkasına kendisi de dahil olur. Allah’ı sonsuz isim ve sıfatlarıyla sürekli olarak anan, zikreden her bir varlıkla adetâ bir kardeş, bir arkadaş olur.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, en küçüğünden en büyüğüne kadar her varlık birer âyettir. Tüm kâinat ise sayısız âyetleri ihtiva eden büyük bir kitaptır. Görerek, müşahede ederek okunan büyük bir Kur’an’dır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe bütün varlıklar birer aynadır. Allah’ın sonsuz güzellikteki isimlerinin, sonsuz mükemmellikteki sıfatlarının yansıdığı birer aynadır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, bütün varlıklarla birlikte en yüksek ve en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a ulaşma vardır. Bu da zâten, bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.

Veli Sırım / Zafer Dergisi

Kur’an’dan Bir kelime ”Duhân”

Duhân, Arapça bir kelimedir ve ‘duman’ mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime sadece iki ayette geçer. Çok ilginçtir ki, birisi kâinatın, yerin ve göğün yaratılması anlatılırken, diğeri ise kıyamet tasvir edilirken kullanılmıştır. Fussilet Suresi, 10-12. âyetlerde kâinatın yaratılışı şöyle aktarılır: ‘O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar yarattı. Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek ve istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik. Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.’
İsmini, içinde geçen 10. ayetteki bir kelimeden alan Duhân Suresi’nde kıyamet sahneleri şöyle canlandırılır: ‘Öyleyse gözle. Göğün açıkça bir duman çıkaracağı gün, bu duman bütün insanları bürüyecektir. Şüphesiz ki bu, elem verici bir azaptır.’ Âyette geçen ‘Duhân’ kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir.1
Duhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde ‘haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân’2 şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır: ‘…Semânın sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi’ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar…’3
Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır. Kur’an’ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur’an’ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?
Kâinatın yaratılışı ve Duhân günümüz bilimi, bütün kâinatın büyük bir patlamayla meydana geldiğini kabul etmektedir. Big Bang Teorisi olarak anılan bu görüşe göre, bundan 12-16 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlamanın ardından çok yoğun miktarda toz bulutları açığa çıkmıştır. Milyarlarca seneyle ifade edilebilecek zaman dilimleri içinde bu gaz ve toz bulutları belli yerlerde yoğunlaşmaya, büzüşmeye ve yoğunlaşmanın çok güçlü olduğu yerlerde kendi etraflarında dönmeye başlamışlardır. Bu yoğunlaşmalar ve dönüşler sonucu uzayın derinliklerinde milyarlarca galaksi ve yıldız sistemleri meydana gelmiştir. Bu büyük hadise ve ilk yaratılış Enbiyâ Suresin’in 30. ayetinde şöyle özetlenir: ‘O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’ Yani her şey, hattâ henüz yaratılmamış olan ‘gökler ve yer’ bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Gerek Big Bang teorisi, gerekse yukarıdaki açıklamalar, ilk başta verdiğimiz ve duhân kelimesini ilk yaratılış esnasında göklerin bir ‘duman’ halinde olduğunu ifade eden ayetlerle büyük bir paralellik arzetmektedir.
Duhân’dan nebulaya gerek kâinatın ilk yaratılışı esnasındaki oluşumları göstermek için, gerekse kıyametin gelişini haber veren bir alâmet veya kıyâmetten sonraki aşamada meydana gelecek bir olay şeklinde sunulan ‘Duhân’, bizlere günümüz biliminin tespit ettiği bir kavramı çağrıştırmaktadır: Nebula.
Şimdi nebula hakkında biraz bilgi verelim:
Nebula, en kısa tanımıyla, uzayın derinliklerinde bulunan gaz ve atomik toz bulutlarıdır. Bu toz bulutları bir yandan çok büyük boyutlardaki yıldızların ömürlerini tamamladıktan sonra patlamalarıyla oluşurlar, diğer yandan zaman içerisinde yeni doğacak yıldızlar için adeta beşiklik yaparlar. Dev boyutlarda bir yıldız büyük bir patlamayla yaşamının sonuna gelir ve Nebulalar ortaya çıkar; ancak ölen yıldız başka milyonlarca yıldızın doğumu için gereken maddeyi uzay boşluğuna yayar. Zamanla atomik reaksiyon içinde sıkışır, ısınır ve nükleer patlamalar ile yıldız topluluklarını oluştururlar. Galaksiler içindeki dev yıldızlar ve küçük yıldızlar yakıtları tükenerek içlerine çöker ve parçalanırlar ve süper novaları oluştururlar. Daha sonra süper novalar da fizyon olayı ile patlar ve süper nova olayı meydana gelir. Süper nova patlaması uzayda bir bayram şenliği gibidir. Çok muhteşem bir ışık seli halinde uzayı aydınlatır.
Kıyamet ve Nebula dünya üzerindeki sayısız kıyamet örnekleri, bizim için büyük kıyamete misâl teşkil eder. Aslında aynı durum, boyutlarını ifade etmekte güçlük çektiğimiz galaksimizde ve belki milyarlarca galakside ve yine milyarlarca yıl zarfında meydana gelen hadiseler, inşâ ve tahripler için de geçerlidir. Çünkü. Biz bilsek de bilmesek de, tespit edebilsek de edemesek de, kâinatın her köşesindeki büyük çaplı doğum ve ölümler sürekli olarak tekrarlanır durur. Belki her an bir galakside bir kıyamet kopar. Şu ayetlerdeki sahneler uçsuz bucaksız kâinatın bir yerlerinde uygulanır: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’4 ‘Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.’5
Bu muazzam kıyâmetler de, tıpı bedenimizde, tıpkı yeryüzünde olduğu gibi, büyük kıyametin; ardından gelecek yeni bir âlemin ve yeni bir dirilişin habercisidir. Ve ilim yeni kıyâmetleri keşfettikçe, bizim önümüze, ‘Haşre mani hiçbir şey yoktur’ hakikatine dair inanılmaz tablolar ortaya koyacaktır.
1- İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C. 13, s. 7180-7187
2- Şuâlar, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, C. 1, s. 934.
3- Sözler, C.1, s. 177.
4- Tekvir Suresi, 81:1-3. 5- İnfitar Suresi, 82:1-3
Veli Sırım / Zafer Dergisi

 

Sakalından Bir Tel, Dünyalara Bedel

Sakal-ı Şerif, Lihye-i Şerif, Lihye-i Saadet… Bütün bu ifadelerde iki ana aktör bulunuyor. Birincisi, sakal teli. Ancak, kesinlikle sıradan ve değersiz bir tel değil. İşte bu özellik ve ikinci ana aktör, hepimiz için son derece sıradan bir sakal telini, nice meliklerin ve sultanların bile paha biçemediği derecelere çıkarıyor. İşte o yüzden birer saygı ifadesi olan “Şerif” ve “Saadet” gibi nitelemelerle birlikte anılıyor. Asırlardır bir tek tel bile olsa, özenle muhafaza ediliyor. Balmumuyla kapalı şişelere konuluyor; kırk kat bohçaya sarılarak saklanıyor. Ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu, ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billur bir zarf içine konuyor. En iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden farklı boyutlarda otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere sarılıyor. Özellikle Kadir gecelerinde ziyarete açılıyor. Evlerde, köşk veya konaklarda “Lihye-i Saadet Dairesi” açılıyor. Bu odalar duvarından kapısına çok büyük özenle boyanıyor ve donatılıyor. İşte bütün bunlar, Resulullah (a.s.m.) sevgisinin, Resulüllah’a (a.s.m.) bağlılığın en dikkat çekici örnekleri arasında yer alıyor. Bir sakal telinde sembolleşen bu muhabbet ve sadâkat, nesiller boyunca bir manevî miras olarak elden ele, gönülden gönüle aktarılıyor.

PEYGAMBER SEVGİSİNİN KAYNAĞI

İnsanlar, yaratılışlarından kaynaklanan bir özellikle, güzel, mükemmel ve erişilmez olan her şeye karşı müthiş bir sevgi ve muhabbet besler. En dar dairede de en geniş dairede de bu özelliği her an kendisini gösterir. Hattâ, karşılaştığı güzelliğin ve mükemmelliğin derecesi arttıkça, o şeye karşı duyulan sevginin derecesi ve şiddeti de artar. Küçük bir çiçekteki güzelliğe duyduğu hayranlıkla, bütün kainatta gizli sayısız güzelliklere duyduğu sevgi elbette bir değildir. Sevgi ve muhabbetin harekete geçtiği yer insanın kalbidir. İnsandaki bu küçücük merkez, küçüklüğüne ters orantılı olarak, bütün kâinatı sevecek, bütün kainattaki güzelliklere aşk derecesinde muhabbet duyacak kadar geniştir. Kâinat genişliğinde bir aşkı kuşatabilecek bir kalbe sahip olan insan, bu potansiyeliyle bir adım daha ileri giderek, kâinatın Sahibi ve Yaratıcısına karşı eşsiz ve sınırsız bir muhabbeti de kalbinde barındırabilir. Zira Cenab-ı Hak, aslında kalbe o yeteneği de vermiştir. Çünkü insanın asıl görevi Allah’a kulluk olduğuna göre, bu kulluğun özü ve ruhu olan Muhabbetullahı, yani Allah sevgisi ve aşkını elde etmeye elverişli yaratılmış olması gereklidir. Zaten öyledir.

Diğer yönden Cenab-ı Hak, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkları eşsiz bir sevgiyle sevdiğini yarattığı her şeyle göstermiştir. Yarattığı her bir güzellik, akıl almaz mükemmellikteki sanat eserleri ve harikulâde mucize işlerle bu İlahî sevgi bütün alemi kuşatmıştır. Böylesi eşsiz ve benzersiz bir muhabbete elbette muhabbetle mukabele etmek gerekir. Bunu yapan, bunu gerçekleştirebilen kullarını Allah, her şeyden daha fazla sevecektir. Cenab-ı Hak, kullarının kendisini nasıl seveceğini, bu sevgilerini en önemli ve en güvenli bir yöntemle nasıl sergileyebileceklerini şu âyet-i kerimede bize bildirir “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”1 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde bu ayeti yorumlarken şöyle der; “Şu ayet diyor ki: Allah’a (celle celâlühu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”2

Bu âyet-i kerimeyi mantıkta kullanılan, çok kuvvetli ve kesin olarak kabul edilen bir metodla, “Kıyas-ı İstisnâî” yöntemiyle ele almak mümkündür. Bir örnek eşliğinde açıklayalım: “Güneş çıkarsa gündüz olur” cümlesi bir hükmü ihtiva eder. Bu hükümden hareketle, eğer “güneş çıktı” denilmişse anlaşılır ki, “şimdi gündüzdür.” Tam tersi olarak “güneş yok” denilmişse, peşinden hemen “gündüz değil” hükmü verilecektir. Bu kıyas yöntemi ve verdiğimiz örnekten hareketle mezkur âyet-i kerimeyi tekrar ele alalım: Bir insan için en mühim ve en yüce maksat, aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetine mazhar olabilmektir. Bunun için Allah’ı sevmek, O’na muhabbet etmek şarttır. Eğer Allah’a muhabbet varsa, O’nun habibi, yani en sevgili kulu olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olunması gerekir. Eğer tabi olunmuyorsa Allah’ı sevme söz konusu değildir. O halde bir kul ne ölçüde Habibullah’a uyarsa, o ölçüde Allah’ı seviyor demektir.3

Sevgi yerine iman cihetinden de aynı bağlantı kurulabilir. Çünkü Allah’a iman eden kimse, elbette O’na itaat edecektir. O’na itaat yolları içinde en makbulü, en istikametlisi, en kısası ve en güvenlisi hiç şüphesiz Habibullah’ın gösterdiği ve bizzat takip ettiği yoldur.

HEDEF DEĞİL VESİLE

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslâm tarihi boyunca Müslümanlar Allah ve Resulüne olan muhabbetini, sevgi ve hürmetini her alanda olduğu gibi, Resulüllah’tan kalan bir sakal teline dahi en üst seviyede sergilemişlerdir. Ancak bu noktada, Peygamber sevgisi ve bu sevginin bir yansıması olan Sakal-ı Şerifler hakkında bazılarınca dillendirilen veya akıllara takılan bir kısım soruları göz ardı etmemekte fayda vardır. Örneğin bir sakal veya saç teline bu kadar hürmet gösterilmesi bazılarınca abartılı veya hatalı görülmektedir. Belki bazı insanlarımız, bu saygının mahiyetini ve derinliğini idrak edemeyip, sadece zahirî bir bağlılıktan öteye geçmeyebilir. Belki bazılarının zihninde, günümüze kadar çok sayıda Sakal-ı Şerifin gelmesiyle ilgili bazı soru işaretleri belirebilir. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde, bu konuda gayet önemli açıklamalarda bulunur. “Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduddur (sınırlıdır). Otuz-kırk tane veya elli-altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü” dedikten sonra, “Lihye” kavramıyla ifade edilen mânânın sadece “sakal”dan ibaret olmadığını, bu tellerin içinde saçların da bulunduğunu ifade eder.

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) saçını ve sakalını traş ettirdiği zaman, Sahabe-i Kiram tarafından saklanarak muhafaza edildiğini ve bu tellerin nesilden nesile, büyük bir özenle aktarıldığını söyler. Said Nursî, bu açıklamanın ardından, bu kez kendi zihnine gelen bir soruyu aktarır. Binlerce camide ve ziyaretgâh özelliğini taşıyan yerlerde bulunun saç veya sakal tellerinin gerçekten Hz. Peygamber Efendimize ait olup olamayacağı üzerinde düşünür. Bu yöndeki sorgulamalarının ardından, genelde dikkatlerden kaçan bir noktaya temas eder. Ona göre, saç ve sakal telleri çok önemli bir mânâya ulaştıran bir “vesile” olma özelliğine sahiptir. Resulüllah’ı (a.s.m.) hatırlamaya, ona salâvat getirmeye, bir hürmet ve muhabbete medârdır. “Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar” genel hükmünden hareketle, bir saç veya sakal teli gerçekten Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olmasa bile, zâhir hâle göre halk tarafından böyle telâkki edildiği; vesilelik vazifesini ifa ettiği; hürmete, teveccühe ve bağlılığa vesile olduğu için taşıdığı değerden hiçbir şey kaybetmeyeceğini dile getirir. Ancak bu konunun ve yaklaşımının bir istisnasına dikkat çeker. O da, Lihye-i Şerif telakkî edilen bir telin, gerçekte Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olmayabileceğidir.

SÜNNETE BAĞLILIĞIN ÖNEMİ

Bediüzzaman’ın bu yaklaşım tarzı, aslında sadece bu konuya mahsus değildir. Özellikle “vesilelik” kriteriyle birlikte, içinde bulunduğumuz şartları dikkate alarak, Sünnet-i Seniyyeye tabi olma konusunda da çeşitli yorumlarda bulunur. “Ümmetin fesadı zamanında kim benim sünnetime sımsıkı sarılırsa, yüz şehidin sevabını kazanır”4 hadis-i şerifine getirdiği yorum, bu konudaki en açık ve dikkat çekici örneklerdendir. Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere basit de olsa Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak, onun herhangi bir kuralına uymak hakikaten çok değerlidir. Özellikle İslâmiyetin özüne aykırı bir takım uygulamaların, yani bid’atların ortalığı adeta istilâ ettiği bir ortamda sergilenen bir bağlılık çok önemlidir. Hattâ Sünnetin en küçük bir adabını ve kuralını yerine getirmek dahi ileri seviyede bir takvâyı ve güçlü bir imanı gerektireceğinden, çok büyük önem taşıyacaktır. Zira bu en küçük uygulama, böylesi bir ortamda zihinlere Resul-ü Ekrem’i (a.s.m.) getirecektir. Böyle bir hatırlama ise, insan zihnini doğrudan doğruya İlahî emirlerle muhatap kılacaktır. Dolayısıyla basit ve sıradan, ama Sünnet dairesinde olan bir davranış sevap-günah kavramlarını gündeme getirecektir. Sünnetin küçük bir adabına riayet eden, bu hassasiyeti gösteren bir kimse ise Allah’ın emirlerine ve yasaklarına daha fazla dikkat edecektir.

SONUÇ

Cenab-ı Hakk’ın rahmeti nasıl bütün âlemi kuşatmışsa, muhabbeti ve sevgisi de bütün kâinatı ihata etmiştir. İlahî muhabbete mazhar olan sayısız varlıklar içindeki en yüksek makam ise Hz. Muhammed’e (a.s.m.) mahsustur ki, bu yüzden ona “Habîbullah” unvanı verilmiştir.5 Muhabbetullaha, yani Allah sevgisine vâsıl olabilmek, O’nun en sevdiği kulu ve Resulünü sevmeyi gerektirir. Resulüllah sevgisinin göstergesi Sünnet-i Seniyyesine tabi olmaktır. Habîbullah’ı sevmek, ondan gelen, ona ait olan her şeyi sevmektir. Ondan miras kalan bir saç veya sakal teline gösterilen sevginin kaynağı işte budur. Bu öylesine ulvî bir sevgi ve muhabbettir ki, o muhabbetle Müslümanlar gerektiğinde o mukaddes emanet için gözlerini kırpmadan hayatlarını fedâ etmişlerdir. İşte bu yüzden, bir tek sakal saç telini “Şerif” demişler ve “Saadet” kaynağı olarak görmüşlerdir. O bir tek telin ardındaki Muhabbetullâha erme emelini ve gayesini gütmüşlerdir. İşte o niyettendir ki, belki bir tek Lihye-i Şerif üzerine büyük devletler, muazzam medeniyetler kurmuşlardır.

1. Âl-i İmrân Suresi, 3:31 2. Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar 3. a.g.e. 4. İbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ 5. Mektubat

Veli Sırım / Zafer Dergisi

İsraf ettiğimiz sadece ekmek mi?

“İktisad”ı gerek kelime gerekse terim manasıyla tanımadan önce onun zıddı olan “israf” üzerinde durmakta yarar var. Malumdur ki varlıklar, olaylar ve sıfatlar zıtlarıyla bilinmektedir.

“Se-ra-fe” kökünden türetilmiş olan “israf” kelimesi, “herhangi bir fiilde veya şeyde haddi aşma, orta yollu davranmayı terk etme, mübah olan sınırı ifrat veya tefrite düşmek suretiyle aşıp mübah olmayana geçme” gibi anlamlara gelmektedir. Bunların dışında, Arapça’da “gafil, habersiz olma, ihmal etme, bir işe gereken önemi vermeme, farkında olmama, göz önüne almama, bir işte hata etme, isabetsiz iş yapma, bir işi yerli yerinde yapmama” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. İsraf eden kişiye de “müsrif, israf eden, aşırı davranan” denilir.

İktisat kelimesi ise “ka-sa-de” fiilinden türetilmiş bir mastardır. Sözlükte “Bir şeyde dengeli, mutedil şekilde hareket etmek; orta/vasat davranışa riayet etmek; ifrattan kaçınmak; haddi aşmamak” şeklinde tarif edilmekte ve “ifrat”ın zıddı olarak gösterilmektedir.

Dikkat edilirse iktisat kavramının türetildiği “kasd” kelimesi “adl” kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Aynı şekilde “denge, denge noktası, ortalama, iki ucu olan şeyin orta noktası” anlamlarını taşıyan “vasat” ve “evsat” kelimeleriyle “kasd” kelimesi eşanlamlıdır.

Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb isimli eserinde iktisadın sözlük manasıyla ilgili şu açıklamaları yapmıştır:

“Bir işte aşırıya kaçmadan ve eksik de bırakmadan itidalli davranmaktır. Aslı ’kasd’dır. Şöyle ki, ne istediğini bilen kimse kararsızlık ve cayma göstermeden onu kasdeder, ona yönelir. Maksudunun, istediği şeyin yerini bilmeyen ise şaşkın olur. Bir sağa bir sola yalpalar. İşte bundan dolayı maksada ulaştıran amel ‘iktisat’ ile ifade edilmiştir.”

İktisat eden fakir olmaz

Bu tanım eşliğinde Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “İktisatlı davranan fakir düşmez” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447) hadis-i şerifini anlamak daha kolay olacaktır. Zira bu hadis-i şerifte geçimde dara düşmemenin yegâne yolu olarak iktisat, her zaman ve mekânda, herkes için geçerli, değişmez temel ilke olarak gösterilmektedir.

Burada iktisadı sadece geçimle ve harcamayla ilişkilendirmek hem bu kavramı hem de yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifi kısır bir sınıra hapsetmek demek olacaktır. Zira hadiste belirtilen “fakir düşmeme” bir sonuçtur. Ardında son derece sistemli, kontrollü ve ölçülü bir hayat felsefesi vardır.

Mesela iktisatlı bir insan dengeli ve sağlıklı bir ruh yapısına ve kişiliğe sahip demektir. İktisatlı kişi, sahip olduğu her şeyi belli bir plan ve programa göre, düşünerek akıllıca kullanır. Nasıl denk gelirse öyle hareket etmez.

Hakiki kul olmanın şartlarını riayetle düşünerek hareket eden, her türlü aşırılıktan uzak durur. Yaptığı her hareketi, kendini dünyada ve ahirette mahcubiyete ve pişmanlığa düşürmeyecek şekilde planlar.

Diğer yandan iktisatlı kişi azami kanaatkârdır. Kanaat ise bitmek tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Bu hazineye sahip olan kimse ise hiçbir kimseye muhtaç olmaz, ihtiyaç hissetmez. Dolayısıyla fakirlik nedir bilmez. Elinde bulunanlarla iktifa ettiği ölçüde ihtiyaç dairesi daralırken, diğer yandan “başkalarına muhtaç olmama” zenginliğine ulaşır.

Aslında yukarıdaki hadis-i şerifte sadece iktisat değil fakirlik de gerçek tarifini bulmaktadır. Zira insan başkalarına muhtaç olduğu, ihtiyaç duyduğu ölçüde fakirdir. Dolayısıyla fakirliğin ölçüsü az para, mal ve mülk sahibi olmak değildir.

O halde, çelik kasasında ve banka hesabında milyonlarca lirası, onlarca dairesi, yatı-katı olduğu halde eğer bir kişi “ihtiyaç” denilen olguyla yüz yüze gelmekteyse o kişi “fakirdir.” İhtiyacın derecesi ve şiddeti arttığı oranda da fukaralığın dibine doğru yuvarlanmaktadır. Böyle bir insanı fakirlik çukurundan kurtaracak vasıta ise kesinlikle yine para-pul değil, iktisattır. Sahip olduklarının değerini bilmek, onları olması gereken yerde ve oranda sarf etmektir.

Kişi neden “fakir” olur?

Peki iktisat etmeyen kişi neden “fakir” olur?

Çünkü ilahî ve fıtrî bir kanunu ihlal etmiş olur ve bu büyük suçun karşılığında hem dünyada hem ahirette fakirlik cezasıyla cezalandırılmayı hak eder.

Kur’an-ı Kerim’de israftan kesin olarak kaçınmaya dair emir vardır: “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” (Âraf Suresi, 31)

Bu ayet-i kerimede elbette açık ve net olarak israftan nehiy vardır. Ancak, bu yasak da aslında bir sonuç gibidir. Zira aynı ayetin hemen başında “Ey Âdemoğulları! Her bir mescitte bulunurken ziynetlerinizi takınınız!” emri de yer almaktadır. Çoğu mealde bu emir, “Mescit ve camilere giderken temiz elbiselerinizi giyinin” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki burada tüm hayatı kuşatan bir temizlik ve ziynetlenme söz konusudur. Çünkü Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla tüm yeryüzü bir “mescit”tir. Hayatın her anında kul secdeyle, yani Allah’a itaatle emredilmiştir. Huzur-u daimînin mahiyetini kavrayan, hisseden ve bunu yaşamaya çalışan kişi ise elbette her haliyle itidalde ve dolayısıyla iktisatta olacaktır. Allah’ın kendisine emaneten verdiği her nimeti, zamanı, sağlığı, kabiliyetleri, istidatları olması gereken yolda, yönde ve istikamette kullanma çabasında olacaktır. Diğer ifadeyle, her an secde ve kulluk şuuruyla hareket eden bir kul olacak, her hareketi, sözü, hatta his ve düşüncesiyle en güzel ziynetlerini takınacak, asla israfa teşebbüs etmeyecektir.

İsraf ettiğimiz sadece gıda mı?

O halde kulun süsü olan meziyetlerinden uzaklaşmasının tek kelimeyle karşılığı “israf” olacaktır.

Kulun en büyük ziyneti nedir?

Elbette “kulluk”tur, hakkıyla “kul” olabilmektir. Kul olma yolunda ruhunu, his ve duygularını, istidat ve kabiliyetlerini kemale erdirme yolunda cehd ve gayret içinde olmaktır.

Eğer kul, kendisine Yüce Rabbinden emanet olarak tevdi edilen bu meziyetleri maksadına yönelik kullanmaz, ihmalkâr ve hatta isyankâr olursa işte o zaman “İsraf etmeyin” emrini çiğnemiştir.

İsyankârlık çok büyük bir kabahattir. Sadece israftan kaçınma emrini değil, daha pek çok İlahî emirleri çiğnemek demektir.

Peki ya ihmalkârlıklarımız?

Haddi aşmalarımız?

Kullukta dahi israfa düşmelerimiz?

Mesela kulluğun en nurlu mevsimi olan Ramazan ayındaki kulluk namına içine yuvarlandığımız israf uçurumları?

Elbette tuttuğumuz oruçta bir riya, gösteriş olmaz, olamaz. Ama iftar ve sahurlardaki yeme-içmede, hatta konuşmada, eğlenmede, ziyaretlerde, gezmelerde israf yasağını sonuna kadar çiğnediğimizin farkında mıyız?

Harcamalarımızdan, belki lüzumsuz yere harcadığımız zamana kadar, yerine göre gıybetten, öfkeden, kem sözle muhataplarımızın kalplerinde onulmaz yaralar açmaya kadar, bu kulluk ayında acaba isyanlarımızın boyutundan ne kadar haberdarız?

Bir de yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız var?

Bir yandan Ramazan ikliminin feyzinden istifade ederken, mesela küskünlüklerimizi, dargınlıklarımızı, kırgınlıklarımızı ne kadar unutuyor, ne kadar unutturma adına bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz? Bunların da israf grubuna girmediğini söyleyebilir misiniz? Bunların da kulluğumuza halel vermediğini, kirletmediğini, kısaca kulluğa yakışmayacak kirler ve çirkinlikler olmadığını iddia edebilir misiniz?

Sonuç olarak, kulluğumuzu iktisatla, zıddı ve düşmanı olan israftan alabildiğine uzak durarak süslememiz gerek.

İktisadı ve israftan kaçınmayı hayatınızın her ânı ve bölümünde zerrelerimize kadar bir meleke haline getirdiğimiz an, Ramazanlarımız da, namazlarımız da, oruçlarımız da, verdiğimiz zekatlar da, hac ve umrelerimiz de gerçek mahiyetine kavuşmuş olacaktır.

Veli Sırım

Moral Dünyası Dergisi

“Fast Food” değil “Slow Food” beslenin…

Hızlı yaşamın tipik bir yansıması olan “fast food,” hazırlanıp servis edilmesinden tüketilmesine kadarki hızlı süreçte toplumları tüm değerlerinden ve farklılıklarından uzaklaştırıyor. Bu tehlikeli gidişin farkında olan kesimler, çözümü hız karşıtı yavaşlığı öngören yaklaşımda buldu: Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi.

1986 yılında İtalya’nın Roma şehrinin simgesel meydanlarından birisi olan İspanyol Merdivenleri’nde yapılan McDonald’s açılışı esnasında Carlo Petrini önderliğindeki İtalyan aşçıları önemli bir protestoya imza attılar.

Protestoculara göre yeni açılan bu mekân hem meydanın estetiğini bozuyor, hem de İtalyan yemek kültürüne ve beslenme alışkanlığına büyük bir darbe vuruyordu. Dolayısıyla bu hareket sıradan bir tepki ve protesto hareketi değildi. McDonald’s’ın yapmadığı, yapamadığı her şeyi yapma ve gerçekleştirme iddiasını ortaya koyuyordu. Taze, yerel, mevsimlik ürünleri vaat ediyordu. Geçmişten günümüze nakledilen yemek tarifleriyle pişirilmiş lezzetleri aile bireyleriyle, yakın dost ve çevreyle birlikte tadına vararak yemeyi savunuyordu.

Kısa bir süre sonra İtalya’nın Barolo kentinde Yavaş Beslenme Birliği oluşturuldu. 9 Kasım 1989’da kurucu üye Falco Portinari’nin kaleme aldığı bildirinin Paris’te 15 üye ülke tarafından onaylanmasıyla resmen hayata geçen bu hareket de yine küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sakinlerini ve yaşam tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engelleme amacını taşıyan, Yavaş Beslenme Manifestosu doğrultusunda hareket eden bir gönüllü tepki hareketi olma özelliğine sahip. Adından da anlaşılacağı gibi, hızlı yaşamın sembolü olarak görülen “Fast food kültürüne, yerel gıda geleneklerinin kayboluşuna ve insanların giderek ne yedikleri, yedikleri gıdaların nereden geldiği, tadının nasıl olduğu ve yemek seçimlerimizin dünyayı nasıl etkilediği konusundaki vurdumduymazlıklarına karşı kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir eko-gastronomi organizasyonu.”

Slow Food

Hızlı yaşamın tipik bir yansıması olan “fast food,” hazırlanıp servis edilmesinden tüketilmesine kadarki hızlı süreci ifade için kullanılmakta. Ayaküstü atıştırma, hızlıca tıkınma ve hemen işine dönme gibi bir anlamı içinde barındırıyor. Hızlı hayat temposu içinde diğer tüm değerlerinden ve farklılıklarından uzaklaşan toplumlar yeme ve yemek kültüründen de uzaklaşmış durumdalar. İşte bu tehlikeli gidişin farkında olan kesimler bir yandan tepkilerini ortaya koyarken diğer yandan çözüm arayışına girmişler. Bulunan en etkili ve geniş yankı uyandıran tepki ise hız karşıtı yavaşlığı öngören yaklaşım olmuş. Yavaşlığı beslenmeden başlatan hareket ise Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi.

Yavaş Beslenme, yerel lezzetlere sahip çıkmayı, doğaya saygı göstermeyi, rahat ve sağlıklı beslenmeyi, ne yediğini bilmeyi, hattâ kendi yiyeceğini yetiştirebilmeyi, yemekten tad almayı, yemekle sosyalleşmeyi ilke edinmiş bir akım olarak ortaya çıktı. “İyi, Temiz ve Adil Gıda” felsefesini formülleştirdi. Buradan da “Sürdürülebilir Kaliteli Gıda” kavramına ulaşmayı hedefledi.

“Gıdanın iyi olması” yerken bize haz vermesi ve lezzetli olması, “Gıdanın temiz olması” üretimde kullanılan tekniklerin çevreye, hayvan ve insan sağlığına zarar vermemesi, “Gıdanın adil olması ise” gıda üreticilerinin emeklerinin sömürülmemesi ve emeklerinin karşılığını alabilmeleri anlamına geliyor. Gıdaların taze olması, dalında ve mevsiminde olgunlaşması, paketleme-ambalajlama ve taşıma zorunluluğunun ortadan kalkması, böylece çevre için kirletici unsurlara meydan verilmemesi adına yerel üretim öne çıkarılıyor. Bu durum aynı zamanda, tüketilen ürünlerin hangi şartlarda ve nasıl üretildiğinin bilinmesini de sağlamakta, tarladan tezgâha üretici ile tüketici arasına başka pazarlama etkenleri girmemiş olmakta. Ayrıca geleneksel üretim yöntemleri, yerli tohumlar, tür ve çeşitlilik de korunmuş oluyor, ekolojik çeşitliliğin korunması ve zenginleştirilmesine imkan sağlanıyor.

İtalya’da Gastronomik Bilimler Üniversitesi (University of Gastronomic Sciences) ve “Slow Food Editor” adlı bir yayınevi bulunan bu hareket, Fast Food’un gıdalarımızı ve yemekleri standartlaştırdığını, lezzeti tek yönlü hale getirdiğini, yemek kültürünün kaybedildiğini, insanın tek tip yemek yemeye yönlendirdiğini savunuyor; buna tepki olarak yöresel lezzet farklılıklarının korunmasına yönelik çalışmalar yapıyor. Bu harekete göre her ülkenin ve o ülkedeki farklı yörelerin gastronomi kültürü yok edilmemeli. Bu kültürün yok edilmemesi ise bilinçli bir çaba ve eğitim almayı gerektiriyor. “Yavaş Beslenme”nin öncüleri bu yüzden Gastronomik Bilimler Üniversitesi’nde yerel lezzetlerin eğitimi veriyor, bu çatı altında İtalyan mutfağının tarihî mirasını elde etmiş, özümsemiş gastronomlar yetiştiriliyor.

Sefertası Hareketi

Günümüzde 100.000′den fazla üyesi ve 1.300 şubesiyle dünyanın en aktif sivil toplum hareketleri arasında bulunan Yavaş Beslenme (Slow Food) Hareketi, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından da tanınmış durumda. Aynı zamanda hareket, kendine sembol olarak belirlediği salyangoz figüründe de ana mesajını verme çabasında. Yavaş, temkinli ancak kararlı bir şekilde ilerleyen salyangoz, cüssesinden beklenmeyecek mesafeler aşmakta; bunu yaparken de geçtiği yerlerde ince bir iz bırakmakta.

Burada hemen Mart 1999’da, ülkemizde “Sefertası Hareketi” adıyla ortaya çıkan bir hareketten bahsetmekte yarar var. Bu hareketin amacı da, Yavaş Yemek Hareketi’ne paralel bir çizgide, evde yemek pişirilmesini ve aile sofralarını, “hızlı beslenme” olgusunun olumsuz etkilerine karşı toplumun bağışıklık mekanizması olarak görüyordu. İsim ve sembol olarak seçilen sefertası da gelenekselliği simgelemekteydi.

Sonuç olarak yavaş yeme sıradan bir hareket değil. Geçmişten kalan yemek kültürüyle, küresel dünyanın şekillendirdiği insan ve toplum yapısına karşı silkelenip yeniden kendine gelmeyi öngören bir hareket. Bizim de çok ders alabileceğimiz, bünyesinde önemli mesajlar barındıran bir gönüllü tepki hareketi.

Hayatımızın ne kadar hızlı olduğunu anlayabilir, farkına varabilirsek, yemek kültürümüzü yavaşlatmakla neler kazanabileceğimizi bir düşünelim…

Slow Food (Yavaş Yemek) Manifestosu

Uluslararası “Yavaş Yemek Hareketi” 9 Kasım 1989’da kurucu üye Falco Portinari’nin kaleme aldığı bu bildirinin 15 üye ülke tarafından onaylanmasıyla resmen kabul edilmiştir:

– Endüstriyel uygarlaşmayla başlayıp gelişen yüzyılımız, önce makineyi icat etti sonra da onu kendine yaşam modeli olarak seçti.

– Hayatın koşuşturma telaşı bizi köleleştirdi, sinsi bir virüse yenik düştük: Alışkanlıklarımızla aramıza giriyor, evimize, özelimize yayılıyor ve bizi “hızlı yeme”ye zorluyor.

– Bu telaşın türünün neslini tüketme tehlikesine karşı ve insan olmanın hakkını vermek adına insanlık kendini kurtarmalı.

– Hızlı hayatın evrensel çılgınlığına karşı direnmenin tek yolu sakin ve inatçı bir uslupla bedensel keyif unsurlarımızı sıkı sıkıya savunmaktır.

– Uygun dozlarda, duyusal hazları ve uzun soluklu keyifleri emniyete almak; durmadan çalışmayı verimlilik zannetme çılgınlığına kapılmış kalabalığın hastalığını kapmaktan korur.

– Bizim bu düzene karşı koyuşumuz, “yavaş yemek”le sofrada başlamalı. Bölgesel yemeklerimizin lezzetlerini, kokularını yeniden keşfedelim ve “hızlı yeme”nin ezici etkisini kendimizden uzak tutalım.

– Hızlı yaşam, üretkenlik adına, var olmamızın geleneklerini değiştirdi ve çevremizi, ufkumuzu tehdit etmekte. Bu duruma tek çözüm “yavaş yemek”tir.

– Gerçek kültür; lezzeti yok saymak yerine onu geliştirmektir. Bunun da yolu, uluslararası deneyim, bilgi ve proje değiş tokuşundan daha iyi ne olabilir?

– “Yavaş yemek” daha iyi bir geleceği emniyete alır. “Yavaş yemek”, küçük salyangoz simgesiyle, “yavaş” kımıltıya devinim getirecek nitelikli desteğe ihtiyaç duyan uluslararası bir düşünce hareketidir.

Veli Sırım

Moral Dünyası Dergisi