Etiket arşivi: vesvese

Vesvese nasıl anlaşılır?

“Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hâtıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe ‘Eyvah!’ dedirtir. Ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.”

“Şetim”: Kaba söz, kötü düşünce, edebe aykırı hal, kalbi sıkan düşünceler, insanın kalbine yerleşmiş gibi sanılan imana aykırı hayali sözler, özellikle namaz kılarken aklın ve kalbin kabul etmediği çirkin hatıralar…

Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.

Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır? Cevabı Kur’ân’dan alalım:

“Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır.”(1)

“Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir.”(2)

“Kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.”(3)

“İmanlarına iman katmak için mü’minlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur.”(4)

“Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti.”(5)

“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer.”(6)

Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaç âyette kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz:

1. Allah kalbe yakındır.
2. Allah kalbe hidayet verir.
3. Kalb Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.
4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir.
5. Allah imanı kalblere benimsetir.

Evet, kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mü’mindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mü’mini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,

“Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur.” (Buhârî, İmân, 39; Müslim, Müsakat, 107)

Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda “Eyvah!” diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.

Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanım sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış, görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete dalar.

Evet, artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini arar. Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?

Birinci tedavi: Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka birşey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı bir şeyi düşünmesi de edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes’ul durumda kalsın.

İkinci tedavi: Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre, şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden geliyor.

Lemme-i şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedir:

Hadisi Abdullah bin Mes’ud rivayet etmektedir. Resul-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

“Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah’a sığınsın. Daha sonra Resulullah (a.s.m.) şu âyeti (meali) okudu: ‘Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise Kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor…’ (7)

Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından “şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi” olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de “ilham” olarak izah edilmektedir.

Lemme, şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır.Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, isyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka çağırır.

İşte insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından gelmektedir.

Aynı kalbde şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması gibidir.

Bunun için melek ilhamı ile şeytan vesveseninin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür?

İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

Bundan kurtulmak için ne yapmalı? Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalıdır.

Kaynaklar:

1 Enfal Sûresi, 24.
2 Teğâbün Sûresi, 11.
3 Ra’d Sûresi, 28.
4 Fetih Sûresi, 4.
5 Hucurât Sûresi. 7
6 Enfal Sûresi, 2.
7 Tirmizî, Tefsîrü’l-Kurân, hadis no: 2988.


Sorularla İslamiyet

Amelin en iyisini araştırırken vesveseye düşmek! (Kısa Video)

Şeytan bazen de takva adı altında, amelin en iyi suretini araştırmaya sevk ederek vesvese verir. Takva zannıyla, bu hali ona kadar şiddetlendirir ki, kişi amelin daha evlasını ararken, bilmeden harama düşer.

Mesela, gusül abdesti alan bir kimsenin, suyu fazlaca kullanıp israf etmesi haramdır. Hatta peygamberimiz(S.a.v) “akan bir nehirde de abdest alsanız, suyu israf etmeyin” buyurmuştur. Vesveseli kişi, takva zannıyla “aman guslümde eksiklik olmasın” diyerek, suyu haddinden fazla kullanır ve amelin en iyi suretini ararken israf ile harama düşer.

Yada açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalan birisinin, ölmeyecek kadar haram yemesi vaciptir. Domuz eti dahi olsa, ölmeyecek kadar yemelidir. Eğer haramdan yemez ve ölürse, günahkar olmuş olur. İşte şeytan amelin evlasını arayan ve bu durumunun fıkhi hükmünü bilmeyen böyle bir kişiye gelir, “haram yiyeceğine, Allah için açlıktan öl” diyerek, sözde takva altında onu harama düşürür….

Yada bir kişide gusül abdesti almayı gerektirecek bir hal vukua gelse, önce gusleder ve sonra namazını kılar. Ama eğer üç millik alan içinde su yoksa, yada suya ulaşamıyorsa, toprak ile teyemmüm abdesti alarak, namazını öylece kılar. Namazını kazaya bırakmaz. Şeytan bu durumda olan ve bu fıkhi hükmü bilmeyen birisine gelerek “guslün yok, bu halde namaz kılınır mı? Allahın huzurunda durulur mu?” diyerek vakit namazını kılmasını engeller ve namazını kazaya bıraktırır. Kişi amelin evlasını ararken, namazını kazaya bırakarak harama düşer.

Şeytan, amelin evlasını, takva zannıyla aratarak harama düşürebildiği gibi, bazen de sünneti aratarak, kişiye bir vacibi terk ettirir.

Mesela: ilimler ikiye ayrılır;

1-) Farz-ı ayın olan, yani her Müslümanın bilmesi gereken ilimler. Herkesin namazını kılacak kadar Kuran bilmesi ve farz ibadetlerin eda şekillerini öğrenmesini bu kısma misal gösterebiliriz.

2-) Kısım ilim ise; Farz-ı kifaye; yani, bazılarının bilmesiyle, diğerlerinin, bilmeme mesuliyetinden kurtuldukları ilimlerdir. Tıp, coğrafya, kimya, fizik gibi ilimler bu sınıfa dahildir. Bunların öğrenilmesi sünnet olup, farz-ı kifaye derecesindedir.

Buna karşılık; bir kadının örtünmesi ve cilbabını giymesi, farz-ı ayındır. Yani her kadının üzerine farzdır. Eğer kadın, cilbabını çıkarmadan sünnet ilimleri öğrenebiliyorsa, öğrenir. Ve bu da güzeldir . Ama eğer, sünnet ilimleri öğrenebilmesi için, kendisine farz olan cilbabını çıkarmak zorunda kalacaksa, o zaman farz-ı ayını, sünnete tercih eder. Yani cilbabını terk etmez, o ilimleri terk eder.

İşte şeytan bu noktada o kişiye vesvese verir ve der ki: “Bu ilimleri de hak namına öğrenmelisin, makam, mevki ele geçirerek ileride İslama hizmet etmelisin, bu ilimleri hep başkaları mı öğrenecek?” Bazen şeytanın bu vesvesesine, niyeti halis ama meselenin fıkıh boyutunu bilmeyen bir büyüğün sözü de yardım eder ve neticede o kişi cilbabını çıkartarak sünnet ilimleri öğrenmeye gider. İşte bu kişiyi, bu noktada şeytan aldatmıştır, sünnet peşinde koştururken, daha kıymetlisini, farzı terk ettirmiştir… Şeytanın bu vesvesesinin örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bizler bu kadar misalle yetinerek şeytanın bu vesvesesinden kurtuluş çaresine geçiyoruz.

Demek ki şeytan, amelin daha iyisini aratmakla harama düşürmek ve sünneti aratarak, vacibi terk ettirmek istemektedir. O halde bu vesvesesinden kurtulmanın çaresi; Allahın dinini hakkıyla öğrenmek, neyin haram, neyin helal, neyin farz, neyin vacip, neyin takva ve neyin ruhsat olduğunu bilmektir. Zira şeytan, kişinin cahilliğinden ve bilgisizliğinden istifade ederek, takva zannıyla onu harama düşürmektedir. Neyin takva olduğunu öğrendiğimizde, şeytanın bu vesvese kapısını kapatmış, takvayı ararken harama düşmemiş, sünnet peşinde koşarken, vacibi terk etmemiş oluruz.

Şeytanın bu vesveseyi sadece bilgisiz kişilere atabildiği, alimlere ise bu cihetten yanaşamadığını ifade eden bir kıssa ile bu bölümü tamamlayalım:

Allah dostlarından birisi, şeytanı caminin kapısında beklerken görmüş. Ona sormuş: “Ey iblis, cami kapısında ne beklersin?”

Şeytan şöyle cevap vermiş: “içeride namaz kılan şu adamı görüyor musun, ona vesvese atacağımda, yanında uzanmış, uyuklayan adamın uyanarak kalkıp gitmesini bekliyorum.”

Allah dostu ona tekrar sormuş: “Niçin namaz kılan adama vesvese vermek için, yanında uyuklayan kişinin gitmesini bekliyorsun?”

Şeytanın cevabı şöyle olmuş: “Namaz kılan kişi cahildir, uyuyan kişi ise alim. Şimdi beni namaz kılan kişiye vesvese atsam, O, yanındaki alimi uyandıracak ve vesvesem ile ilgili ona soru soracak. Cevabını öğrendiğinde de vesveseden kurtulacak. Netice de benim hilem boşa çıkacak. İşte uyuyanın gitmesini bekliyorum ki, hilem boşa çıkmasın.”

Akıldan Geçen Küfür Günah mı?

Ben (hâşâ) Allah’a karşı küfrettiğimi düşünüyorum. Bundan çok rahatsızım. Sinirli ve tedirgin olduğum anlarda Allah’ı düşündüğümde veya Allah aklıma geldiğinde aklımdan küfürler geçiriyorum. Bunu kalben tasdik edip, irademle söyledim gibime geliyor ama tabii ki çok üzülüyorum.

Böyle şeyleri düşünmeniz, aklınıza gelmesi sizi hiçbir zaman küfre düşürmez, imanınıza zarar vermez.

Çünkü bu sözleri dilinizle söylememiş, kalben tasdik etmemişsiniz. Üstelik bunları düşündüğünüzden dolayı üzülüyorsunuz.

Üzülmeniz, böyle bir düşünceye sahip olmadığınızı gösteriyor. “Söyledim gibime geliyor” diyorsunuz ya, işte bunun tek adı vardır: Vesvese

Vesveseyi insana şeytan verir, şeytan aklına getirir. Söylemişsin, tasdik etmişsin gibi baskı kurar.

Bu tür vesveselerde şeytan önce şüp­heyi kalbe atar, fakat kalp hemen tepki gösterir, savun­maya geçer. Bu esnada savunmayı bırakır da kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş olur.

Fakat kalp kabul etmezse, şeytan orada bir iz bırakır, sonunda bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına imana aykırı bazı pis düşünceler yansır, Bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda “Eyvah!” diyerek ilk hastalık mikrobunu kapar ve ümitsizliğe düşer.

***

Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Allah’a karşı edepsizlik ettiğini sanır, telaşa kapılır, titrer ve bir­denbire heyecan dalgası bedenini sarar.

Böyle bir vesveseye kapılan insan öncelikle telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa Çünkü kalbe gelen düşünceler hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen küfürlerin ve çirkin sözlerin de bir değeri ve bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmez. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Oysa küfür sözlerin ve çirkin ke­limelerin dille ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalin­den geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes’ul olsun, günaha girsin, imanı gitsin…

***

Kalbe gelen küfür sözler kalpten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalp rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir.

İnsanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin/küfür sözler şeytanın santralinden geliyor.

Kalpte melek il­hamı ile şeytan vesvesesinin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

Vesvese nasıl olursa zarar verir?

İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiş olur. Çünkü hayali hakikat san­mıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendine mal et­miştir.

Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine var­mış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüş­tür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

Bundan kurtulmak için hemen şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak lazım, başta “Euzü” duası olmak üzere Felak ve Nas surelerini okuyarak içinden vesveseden kurtulmak lazım.

Bu konuda daha geniş bilgi için “Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları” çalışmamıza ayrıca bir göz atmanızda fayda vardır.

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi

Dünyayı Kurtarmak Mı?

“Kâinatta en mühim vazife gönüllerle Allah’ı buluşturmaktır.” diyor büyüklerimiz.

“Zira Allah (celle celâlühû) en seçkin kullarını bu vazifeyle göndermiş. Daha büyüğü olsaydı o kullarını onunla serfiraz kılardı. Fakat böyle kudsî bir vazifenin imtihanları da elbette ağır olur.”

“Mağnem nisbetinde mağrem” yani “mükâfât oranında sıkıntı” sözleriyle ifade edilen bir hakikat elbette insanlığa hizmet vazifesinde de geçerlidir. Çünkü hayırlı şeylere zarar vermek için pusu kurmuş bir çok mâni vardır.

Bedîüzzaman Hazretleri bu yolda insanların karşılaşabileceği en önemli imtihanları “hücumât-ı sitte” isimli risalesinde değerlendiriyor. Şeytanın bu asırda insana yaklaşabileceği en tehlikeli alanlardır onlar. Şeytan, bu alanları değerlendiremediğinde daha masumca ve daha gizli düşüncelerle kendini insanlığa adamış Hak erlerini engellemeye çalışır. Zannediyorum bunlardan bir tanesi de gerek insanın kendi nefsinden gerekse çevresinden gelen “dünyayı sen mi kurtaracaksın!?” sözleridir.

Belki çoğumuzun başına gelmiştir; beraber bulunduğumuz insanlarla birlikte bir fedakarlık zemininde biraraya geldiğimizde ailemizden veya akrabalarımızdan bazı nasihatlar işitmişizdir.

Vaktini niye böyle şeylere harcıyorsun? Paranı niye gereksiz şekilde hem de karşılıksız olarak veriyorsun? Senden başka insanları kurtaracak yok mu? El-âlem nasıl yapıyorsa sen de öyle yap!” gibi nasihatlarla âdeta imdadımıza yetişmek istemişlerdir. Bazen böyle düşünceler nefsin hırıltıları olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Şeytan, “üç-beş tane insana yardım edip onların elinden tutmakla insanlık ne kazanacak sanki?” gibi düşüncelerle, yapmış olduğu vazifeleri insana küçük ve değersiz gösterebilmektedir. Halbuki Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), “bir kişinin hidayete gelmesini dünya ve içindekilerden daha önemli” görüyor. Buna işaret eden âyet-i kerîmelerde de “bir insanın ihyâ edilmesi bütün insanların ihyâsı gibi; bir insanın öldürülmesi de bütün insanların öldürülmesi” olarak değerlendiriliyor.

Her şeyden önce bütün insanlara fayda sağlayacak bir şeyler yapmak için mutlaka çok ses getiren veya herkesin haberdar olacağı şeyler yapmak gerekmemektedir. Topluma faydalı olmak sadece siyasî bir oluşumun içinde olmak demek de değildir. İnsanlara hizmet vazifesini hakkıyla yerine getiren insanların hayatlarına baktığımızda bunu daha iyi anlayabilmekteyiz.

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yeni bir dini tebliğ ederken büyük oluşumlara girmiyor teker teker fertlere anlatıyordu. Önce Hazreti Hatice validemiz, sonra da Hazreti Ebu Bekir efendimiz O’na inandı. Sonra da O’nun etrafında ilk safı teşkil eden insanların çoğu Hazreti Ebu Bekir efendimiz’in vesilesiyle İslamla tanıştı. Hazreti Hatice validemiz de servetini Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’a yardım için tüketmişti. Bütün insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilen bir zât bile senelerce bir kaç kişiyle davasını devam ettirdi. Demek ki önemli olan, eldeki fırsatları değerlendirmek ve gerek maddi imkanlarla gerekse bilgi, tecrübe ve rehberlikle, ulaşılabilinen insanların elinden tutmaktır.

Sahabe efendilerimizden asrımızın büyüklerine kadar birçok zât himmetlerini insan yetiştirtirmeye yoğunlaştırmış, eser telif etmiş ve bu vesileyle insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Ve biz bugün devletler kurup dağıtan insanlardan ziyade bu zâtların tesirini müşahede etmekteyiz. İmam-ı Âzam hazretleri yetiştirdiği bir çok talebenin yanında İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebu Yusuf gibi müctehit talebeler de yetiştirmiş ve bu gün milyonlarla insanın kabullendiği bir mezhebin oluşmasına vesile olmuştur. Onların gayretleri sayesinde bizler dinimizi daha iyi anlıyor ve yaşama imkanı buluyoruz. İslam tarihinde bu şekilde semere veren bir çok alim zât göstermek mümkündür.

Üstad hazretleri de insanların imanlarının tehlikede olduğu bir dönemde yazdığı eserler ve yetiştirdiği talebelerle insanlığın imdadına koşmuş ve toplumda baş gösteren hastalıklara derman olmaya çalışmıştır. O, az sayıdaki talebesini çeşitli yerlere göndermiş ve o yerleri iman hesabına nurlu olarak görmüştür. Onun zamanında maddi imkanı olan bu imkanıyla ona destek vermiş, olmayan da bizzat kendisi işin içine girerek çalışmıştır. O gün o zatlar yaptıkları işin bütün dünya adına bir hizmet olduğuna inanıyorlardı ve sadece kendilerine düşen vazifeyle meşgul oluyorlardı. İnsanların önem verdiği meseleler onları hiç ilgilendirmiyordu. Bu gün biz onların sayesinde imanımızı takviye edip tahkîkî hale getirecek eserleri okuyabiliyoruz.

Bugün insanlığa hizmet etme ortamı bulunmaktadır. Belki günümüzde buna her devirde olduğundan daha fazla ihtiyaç vardır. Önemli olan bize bahşedilen lütufları değerlendirmektir. Dünyanın dört bir yanına hicret edip gönüllere ulaşmayı arzulayan gönül muhacirleri belki dünya için en mühim şeyleri yapıyorlar.

Kendisine hak ve hakikatın anlatıldığı dört-beş insan belki de ileride kendi ülkeleri ve kendi milletleri için faydalı olacak bir çok şeye vesile olacaklardır. Dolayısıyla hem anlatanlar, hem maddi imkanlarıyla yardım edenler, hem gönüllerinde bu muhacirleri ağırlayanlar ve hem de dünya kazanmış olacak. Dünyayı kurtarma iddiasıyla değil de kendini insanlığa hizmete adamış insanların içinde bulunma arzusu ve gayretiyle vazifelerimizi kudsî görmeli ve hakkıyla yerine getirmeliyiz. Zannediyorum şeytanın vesveselerine karşı da ancak böyle dayanabiliriz.

Abdullah Kadiroğlu/herkul.org

Efendimiz (s.a.v) Rüya Tabiri

Bir bedevi Resulullah’a gelerek; Ya Resulullah! Rüyamda başımın koparılıp yuvarlandığını, kendimin de onun peşinden koştuğumu gördüm.

Bunun tabiri nedir? Diye sordu. Resulullah Efendimiz ona şu cevabı verdi: Uyurken, şeytanın seninle oynamasını, halka anlatma…
Hadis-i Şerif (Müslim).

“Daha vakti var, ilerde yaparım” demek, şeytanın mü’minlerin kalplerine bıraktığı bir vesvesedir.
Hadis (Ramuz).

Yardıma ihtiyacı olanlara sadaka dağıtmak ve hayır yapmak istediğinde, hemen yap (geciktirme)
Hadis-i Şerif (Müsned).