Etiket arşivi: vicdan

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

BedizzamanUhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin

Toplumun Vicdanı Yazarlar

“Yazmak, hem konuşmak hem de susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır.”  diyor  Marguerite Duras.

Bana göre  yazmak :

Sevindiğin de harflerin kahkahalara dönüşmesidir…

Üzüldüğünde  göz yaşlarının harf harf  damlamasıdır… yazmak.

Yazmak bazen insanın harflerle  dertleşmesidir…

Bazen de farklı alemlere yolculuktur… yazmak.

Evet ,yazmak en erdemli davranış olduğu gibi yazar da en erdemli insandır.

Yazarlık toplumun duygularını,düşüncelerini ,sorunlarını  yansıtan en önemli  araçtır.Kısacası yazar, bir toplumun vicdanıdır.

Kendini yazar olarak kabul eden bir insanın ,üzerine yüklenmiş olan sorumluluğun farkında da olması gerekir.Çünkü toplum onu, yeri geldiğinde gözü,kulağı yeri geldiğinde  de içinde haykırmak istediği haksızlıkları dışarıya yansıtan  vicdanı  olarak görür.

Toplumun vicdanı olan yazarlar, vicdanlı olmak zorundadır.Basit bir dünyevi menfaat için  kendi değerlerini düşürmemeleri gerekir. Bağımsız olmaları gerekir.

Evet son zamanlarda yaşanan olaylarla ilgili  özellikle bazı basın araçları ve yazarların   siyasi ve toplumsal olaylarda  göstermiş olduğu yanıltıcı ve yanlı tavır Bediüzzamanın sözlerinde ma’kes  buluyor.Sanki Üstad bu zamanımıza seslenmiş gibi durum ortaya çıkıyor.

Yazılı ve görsel basına  bakıyorsunuz.Hiç beklemediğiniz yazardan beklemediğiniz davranışı görüyorsunuz.

Kimisi kısa zaman önce yücelttiği insanları yerden yere vuruyor.Kimisi daha önce yerden yere vurduğu kişileri öve öve bitiremiyor.Bu durumu izliyor ve şaşkınlık içinde kalıyorsunuz.

Acaba nedendir ? ben yanlış mı düşünüyorum ? diye aklınıza sorular  takılıyor.

Sonra  bakıyorsunuz ki farklı beklentiler,farklı çıkarlar  ve  farklı duygular bu insanları söylemlerinden  farklı şeyler yazdırmış.

Üzülüyorsunuz ve yazmanın erdemini bu kadar itibarsızlaştıranlara  kızıyorsunuz. Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilenler, sonunda düz hat olup çiğnenmeye mahkumdurlar.” diyerek  yazıklar olsun diyorsunuz. 

Gerçek “estetik” ve “nezaket” vicdanlardadır!

Nezaket ve estetik insanın ruhunun derinliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Ne yazık ki toplumda bazı kesimler tarafından genelde ihmal edilmiş, ikinci planda görülen bir konu olmuştur. Oysa özellikle Müslümanların bu yönleriyle öne çıkmaları gerekir. Çünkü din, vicdanı kullanmayı gerektirir. Vicdan da ince düşünceli olmayı, her konuda vicdanı sonuna kadar harekete geçirmeyi, her hareketin en güzelini yapmayı teşvik eder.

Nezaket ve estetik denilince hemen akla hangi kaşıkla hangi çatalla yemek yenileceği, hangi bardaktan su içileceği, çatalın tabağın hangi tarafına konulacağı gibi teknik nezaket kuralları gelir. Hal böyle olunca da nezaket ve estetiğin dinle, vicdanla ilgisi pek kurulamaz. Oysa bizim kastettiğimiz anlamda nezaket ve estetik insanın vicdanını kullanmasıyla doğru orantılıdır. Dolayısıyla Allah korkusu ve vicdanı yüksek olan insanlar bunu tavırlarına bu şekilde yansıtırlar.

İnsan teknik bir alet değildir, bilgisayar değildir, robot değildir, ruhu olan derinliğe açık bir varlıktır. İmanının gücüne göre de ruhundaki derinlik artar ve bu durum, hal ve tavırlarına yansır. Bu nedenle inanan insanların nezaket ya da estetikle ilgili konuları detay ya da tali bir konu olarak görmeleri çok yanlış olur. Tam tersine bu konudaki eksiklikleri asla normal kabul etmemeli, kendilerini bu yönde ciddi şekilde geliştirmelidirler.

Nezaketten, estetikten, incelikten yoksun bir insanın durumu insaniyetten çok uzak olur. Oysa Müslüman kamil imanı, kamil insanı hedef almalıdır. Kamil iman sahibi olan insanın ruhu derin, ahlakı yüksek olur, bu tip kişiler zarifliği, inceliği ve derinliğiyle dikkat çeker. İslam’ı, Kur’an’ı özümsemiş bir insan bunu kişiliğine yansıtır, bu da her hareket ve tavrında ince düşünce, ruh derinliği ve güzel ahlak olarak kendini gösterir. Örneğin Kur’an’a uygun olarak her söz ve cümlesinde “sözün en güzelini” tercih eder. Basit karakterli, düşük ahlaklı insanların söz ve saldırıları karşısında ise “cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman selam derler” ayetinin gereği olarak bu tarz kişilerle hiç muhatap olmaz.

Ancak bu ayetlerin yaşama tam anlamıyla geçmesi için, kişinin gün boyu karşılaştığı olaylarda herşeyi Kur’an süzgecinden geçirerek değerlendirmesi gerekir. Böyle olunca örneğin kişi eğer trafikteyse trafikte bir başka sürücüyle yaşadığı sorunda, işyerinde karşılaştığı bir tavırda, sokakta rastladığı bir tepkide hep bu ayet aklına gelecek ve bu ayetin gereğini yerine getirerek, karşısındaki kişinin basit ve asaletten uzak tavrına inmeyerek, böyle bir reaksiyona tenezzül etmeyerek, asil bir tavır sergileyecektir.

Kalite denilince akla hemen pahalı kıyafetler giymek, marka ürünler satın almak gelmemelidir. Asıl insanî kalite önemlidir; insanî kalite de nezaketin, estetiğin, sanatın, uyumun, inceliğin bir bütünüdür. Kaliteli insan dediğimizde bunların bütününü üzerinde toplayan asil bir insan modeli gelir.

İnce düşüncenin imanla doğru orantılı olduğunu söylemiştik. Bunun en güzel örneklerini peygamberlerde görürüz. Kur’an’da ve hadislerde nezaket ve ince düşüncenin örneklerine çokça rastlarız. Allah, Kur’an’da bize bu örnekleri vermekle bizim bu konularda düşünmemizi, kendimizi geliştirmemizi ve bu kalitede yaşamamızı istemektedir.

Kur’an’da bu konuyla ilgili geçen örneklerden bazıları şöyledir:

Misafir ağırlama adabı

Misafir ağırlamak ve bu konudaki incelikler elbette ki önemlidir. İnsan evine, ofisine, işyerine kendisini ziyaret için gelen konuklarına ince düşünce sergilemeli, onları rahatlatmak ve ağırlamak için güzel bir ahlak göstermelidir. Kur’an’da Hz. İbrahim’in hayatıyla ilgili kıssada Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sana İbrahim’in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi?” (Zariyat Suresi, 24) Ayetin ifadesinde de görüldüğü gibi yalnızca konuklar olarak bahsedilmemekte, “ağırlanan konuklar” ifadesi kullanılmaktadır. Demek ki konukların ağırlanması gerekmektedir. Nitekim Hz. İbrahim bu konuda çok güzel bir tavır sergilemiştir:

Hani, yanına girdiklerinde: ’Selam‘ demişlerdi. O da, ’Selam‘ demişti. ‘(Haklarında bilgim olmayan) yabancı bir topluluk.’ Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi. Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); ’Yemez misiniz?’ dedi.” (Zariyat Suresi, 25-26-27)

Ayetten misafire ikram yapmanın önemini anlıyoruz. Fakat ikramın da güzelini yapmak gerektiğini, itinalı olmak gerektiğini fark ediyoruz. Çünkü Hz. İbrahim evine gelen kişileri tanımadığı halde, yani yabancı bir topluluk olarak gördüğü halde ayette “hemen” kelimesiyle bildirildiği üzere ilk iş olarak hemen ikram yapmak için gitmektedir. Fakat yine ayette “sezdirmeden” ifadesi kullanılmıştır, bu da ayrı bir incelik göstergesidir. Yani misafire “Ne yersiniz? Ne içersiniz?” şeklinde bir soru dahi sormadan, sezdirmeden hemen onlara ikram yapmıştır. Çünkü sorulduğunda belki mahcup olabilirler, istemekten çekinebilirler. Oysa biz yapabileceğimiz en iyi ikramı yaptığımızda çok daha ince düşünceli bir davranış olacaktır. Yine ikramına baktığımızda burada da bir güzellik görüyoruz, yalnızca bir buzağı ikram etmiyor “semiz” diye tabir edilen bir buzağı sunuyor.

Hanımlara karşı ince düşünceli olmak

Hanımlar elbette ki nazenin yaratılışlılardır. Nezaketten, incelikten, kibarlıktan, ince düşünceden, birkaç aşama sonrasının hesap edilerek davranılmasından hoşlanırlar. Onların bu yapısı bilindiğinde onlara karşı nezaket ve ince düşünce konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiği anlaşılır. Kur’an’da Al-i İmran Suresi’nin 37. ayetinde Hz. Meryem anlatılırken Allah’ın “onu güzel bir bitki gibi yetiştirdiği” haber verilmektedir. Bu ifade estetik ve nezaketi akla getiren, incelikleri ve güzellikleri çağrıştıran bir ifadedir. Hanımların nasıl bir yapıda olması gerektiği de Hz. Meryem gibi âlemlerin kadınlarına üstün kılınmış bir örnekle bizlere bildirilmektedir.

Aynı ayetin devamında Allah şöyle buyurmaktadır: “Zekeriyya’yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriyya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: ’Meryem, bu sana nereden geldi?’ deyince, ’Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir‘ dedi.”

Yukarıdaki ayetten de anlıyoruz ki hanımları koruyup kollamak, onlara ikramda bulunmak, onlara karşı ince düşünceli olmak Kur’an’da övülen bir modeldir.

Anne-babaya karşı tavır

Kur’an’da anne-babaya karşı nasıl davranılması gerektiği de detaylı olarak tarif edilmiştir. Eğer ki bir anne-baba çocuğunu Allah’ın yolundan başka bir yola çağırmıyorsa, onu şirke teşvik etmiyorsa yani diğer bir deyişle onu hakka, güzele, doğruya çağırıyorsa bu durumda onlara karşı güzellikle davranılması gerektiği bildirilmektedir: “Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (Ankebut Suresi, 8)

Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge.’” (İsra Suresi, 24)

Kur’an aynı zamanda bizi ince düşünmeye teşvik etmektedir. Annelerin hamilelik dönemleri ve çocuk yetiştirme konusunda yaşadıkları zorluklara dikkat çekerek bunları iyice düşünmemiz, böylece annelerimize gereken şefkat ve merhameti göstermemiz istenmektedir: “Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır.” (Lokman Suresi, 14)

Müslüman ve nezaket

Nezaket, estetik ve ince düşünceyle ilgili verdiğimiz örnekler Kur’an’da anlatılanların bir kısmıdır. Fakat görüldüğü gibi Allah bize bu örnekleri vermekle bizim derin düşünen, ince zevk sahibi, nazik, zarif insanlar olmamızı istemektedir. Kaba, ruhsuz, sığ, zevksiz, sanat ve estetik yönü gelişmemiş, ruhunda bu güzelliklerden zevk almayan, böyle bir arayışı dahi olmayan insan modelinden şiddetle sakınmak gerekmektedir.

Güzeller güzeli Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı da ince düşünce ve zerafetin örnekleriyle doludur. Örneğin Peygamberimiz ehl-i kitaptan insanları cüppesini serip üzerine oturtmakta, onların cenazelerine katılmakta, yemeklerine gitmektedir. Bu örnekler inceliğin, zerafetin güzel bir timsalidir. Müminlerin bütün bu anlatılanları düşünerek günlük hayatlarında karşılarına çıkan her örnekte böyle ince düşünceli, zevkli, nezaketli hareket etmeleri, estetik ve sanatla iç içe bir yaşam sürmeleri gerekmektedir. Herkesin bu konuda kendisini geliştirmesi, hep daha güzelini, daha iyisini hedeflemesi şarttır. Kur’an’da bedevi karakterinden bahsedilmekte, bu karakterin kaba ve küt oluşu, derinlikten yoksun oluşu anlatılmaktadır. Bu nedenle bizlerin de hayatımızda bu tip bedevi kültürünü, tarzını hatırlatacak yaklaşımlardan şiddetle kaçınmamız, derin insanlar olmayı hedeflememiz gerekir.

Bu mantık zihinde oturtulduktan sonra Kur’an’da örneği olmayan bir durumla karşılaşılsa bile aynı zihniyetle bakılarak, aynı doğrultuda hareket edilebilir. Örneğin telefonda konuşurken bir şey yemek, karşıdakinin sözünü kesmek, karşıdaki kişinin sözü bitmeden telefonu kapatmak gibi hareketler nezaket dışı olacaktır. Kılık kıyafette de ille birisinin görmesini beklemeden kendimize saygımızdan dolayı temiz, ütülü ve uyumlu giyinmeliyiz, lekeli, ütüsüz, pis görünümlü, uyumsuz bir tablodan kaçınmalıyız. Ama güzel giyinirken de asil ve uyumlu renkler seçilmeli, abartıdan kaçınılmalıdır. Dikkat çekmek değil de asil olmak hedeflenmelidir, bu çarpıcı renkler giyilmez anlamında değil ancak yaklaşımı belirlemek açısından önemlidir.

En önemli konulardan biri de beden temizliğidir, tepeden tırnağa temiz olmak, her gün mutlaka banyo yapmak, Allah’ın insanlara nimet olarak yarattığı temizlik malzemelerinden istifade etmek, ağız bakımına da çok titiz olmak estetiğin olmazsa olmazıdır. Estetik zevkin sürekli geliştirilmesi, daha iyisinin hedeflenmesi gerekir. Moda taklitçiliği anlamında değil ama zevkli olan herkesten istifade edilerek kişinin kendisini geliştirmesi de bir yol olarak görülmelidir.

Tabi ki bütün bunlar yapılırken Allah’ın hoşnutluğu esas alınmalı, Allah’ın unutulduğu ve tamamen bunlara odaklanarak, dünyevileşildiği bir model anlaşılmamalıdır. Bu ancak Allah rızası hedeflenerek yapılırsa ibadet olur.

Yine günlük hayatta randevular önemli bir yer tutmaktadır. Kişinin randevularına sadık olması, söz verdiği saatte gitmesi, bekletmemesi, bekletmesi gerektiğinde mutlaka önceden haber vermesi gerekir.

Nezaketin bir göstergesi de kişinin kendisine yapılan ikramları, güzellikleri takdir edebilmesi ve bunlara güzel karşılık verebilmesidir. Mutlaka samimi bir şekilde teşekkür edilmesi, bazen daha güzeliyle karşılık verilmesi nezaketin gereğidir.

Yolda yürürken yemek yememek, sigara içmemek, sakız çiğnememek, yüksek sesle gülmemek, yola bir şey atmamak da mutlaka riayet edilmesi gereken nezaket kurallarındandır.

Nezaket günlük hayatın bütününde ortaya çıkar, örneğin sosyal medyada kullanılan üsluplar bazen son derece seviyesiz olabilmekte, birçok kişi de bunun farkına varmayarak seviyesiz insanlara aynı şekilde karşılık verebilmektedir.

Trafik ve toplu taşıma araçları da nezaketsizliğin yaşandığı çok örneklere sahne olmaktadır. Bu nedenle bu tip ortamları da nezaketi göstermek, korumak ve sergilemek için fırsat bilmek gerekir. İkili ya da daha çok kişiyle yapılan konuşmalarda da söz kesmemek, cedelleşmemek, tartışmayı alevlendirmemek çok önemlidir.

Aslında nezaketsiz tavırların altında çoğu zaman basitlik yatmaktadır. Basitlik, ruhtaki asaletten uzak anlayış ve tavırlardır. Genellikle bazı menfaatlere tenezzül etmekten kaynaklanır. Bir yemeğe, bir ikrama, elde edilecek küçük bir menfaate ulaşmak için insanlar birbirlerine karşı nezaket dışı, basit ve çirkin tavırlar sergileyebilmektedirler. Aslında bu o kişilerin ruhlarına çok büyük zarar vermektedir. Ruhları inceliğini kaybetmekte, kütleşip, kabalaşmaktadır. Bu hiçbir müminin istememesi gereken bir durumdur.

Bu nedenle nezaket ve estetiğe sahip olmak için ruhta asil olmak hedeflenmelidir. Asaletin zarar göreceği alanlar ise genelde hep menfaatle ilgili alanlardır. O halde bu tip durumlarda ruhunu derinleştirmek, ince düşünce ve asalet kazanmak isteyen kişilerin gerekirse o menfaatlerini bir kenara bırakıp, ondan uzaklaşıp asil bir tavırdan yani hakkından feragat etmekten zevk almayı tercih etmeleri gerekir. Bunun insan ruhuna kazandıracağı derinlik o küçük menfaatle kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Bu nedenle bunun üzerinde iyi düşünülmeli, büyük hedefler belirleyip onlara ulaşmaya çalışılmalıdır.

Aylin Atmaca

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…

“Ziya” ve “Nur” Nedir? Nasıl Ayırt Edilir ve Nasıl Anlaşılmalıdır?

Sual ve cevap, dai ve sebep ikisi de Hak’tandır.” — Sözler

Göz ve Güneş, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır.

Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir. Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut. Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir.

 ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’ den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat)

Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır. “Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır. “O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5)

Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker: “Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673)

Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir: “Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz)

Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla. Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar. Aksi halde; “O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.”

Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti. Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır.

Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı. Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim.

Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır.

Alaattin Başar / Zafer Dergisi