Etiket arşivi: vicdan

Vicdanlı ateistler iyi insan olmayı kime borçlu?

Akıllarının penceresi olan vicdanlarının şahitliğinde, Mutlak Varlığın “iyi” dediklerine iyi, “kötü” dediklerine kötü diyerek O’na teslim olan müminlerin aksine, bir yazarın belirttiği üzere, “Ben ateistim” diyen kişi kendi etik sistemini de, gene düşünerek, taşınarak, kendisi kurmak zorunda.

Mutlak Varlığı ret ve inkâr eden bir ateist kendi etik sistemini nasıl kuracaktır? Bilebildiğim kadarıyla verilen cevap, vicdan. Bir ateiste, niçin yalan söylemezsin, diye sorarsınız alacağınız “yalan söylemek kötüdür” şeklinde akli bir cevaptan ziyade, vicdana dayalı cevap olacaktır: “Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam, vicdanım yalan söylemekten rahatsızlık duyar, hoşlanmayacağım şeyi başkasına da yapmam.” “Bir köpeğe eziyet edemem, onun üzülmesine üzülürüm, bu bana eziyet etmenin kötü bir şey olduğunu anlatır.” Örnekler çoğaltılabilir.

Görünen o ki, ateistler, iyi, erdemli, ahlaklı davranışlar sergilerken bunu, ne Mutlak Varlık’ın ahirette vereceği cezanın (cehennem) korkusuyla ne de vaat ettiği ödülün (cennet) karşılığında yaptıkları argümanı kendilerine dayanak alıyorlar. Güya hiçbir dünyevi karşılık beklentisi de yok bu davranışın temelinde. Sırf vicdanlarının sesini dinleyerek yaptıkları için de, davranışlarının daha içten olduğu iddiasındalar.

Bu oldukça yaldızlı iddianın altı kazındığında karşımıza çıkan şey bambaşka. Bir ateistin vicdani bir mülahazayla yalan söylemekten kaçındığını düşünelim. Bu güzel, hayırlı eylemin ceza ve ödülün dışında olduğunu kim iddia edebilir? Yalan söyleyince vicdanlı bir inkâr ehli vicdan azabı çekmez mi? Yalan söyleyerek arkadaşını kandıran vicdanlı bir ateistin vicdanı sızlamaz mı? Bu vicdandan geldiği apaçık belli olan ceza değil midir, yalanın ona kötü olduğunu düşündürerek ondan uzaklaştıran? Ve pişmanlık denen şey değil mi, ona bunu bir daha yapmamasını defalarca söyleyen? Bir insanı haksız yere öldüren vicdanlı bir ateist için, def edilemeyen bir suçluluk hissi kadar ağır bir ceza var mıdır? Bu cezanın cehennemden nasıl bir farkı vardır? İster ateist olalım ister mümin, biz insanları kötülüklerden alıkoyan unsurlardan biri bu vicdan azabı değil midir?

İyi ve güzel bir iş yapan, mesela bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçiren, fakire fukaraya yardım eden, insanlık için gayret eden bir ateistin vicdanı huzura gark olmaz mı? Hangi ateist bu huzur ödülünü yakalamak için erdeme sarılmaz? Bu mükafatın cennette müminlere verilecek olan mükafattan farkı nedir?

Vicdana yaslanarak bir etik sistemi kurma iddiasındaki inkâr ehlinin içine düştükleri başka bir çıkmaz daha var. Buna geçmeden önce yazmak zorundayım ki; kimi ateistler neredeyse vicdanı “insana ait verili bir durum” olmaktan çıkarıp ateistlere has kılacaklar. Sanki müminlerin hayatında vicdana hiç yer yok. Gerçekten öyle mi?

Zamanın Bedii, “Mesnevi-i Nuriye-Nokta Risalesi”nde mealen, “Allah Teala ki, O’ndan başka ibadete layık hiçbir İlah yoktur. O Hayy’dır, Kayyum’dur (Bakara Sûresi: 2:255)” ayetinin tefsirini yaparken, O’nun tekliğinin dört kuvvetli bürhanı, delili olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’dır. ? İkinci bürhan, “Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber (büyük bir kitap ve büyük bir insan) olan kainattır.” Üçüncü bürhansa, Kur’an’dır. Zamanın Bedii, dördüncü delilde bir sürpriz yapar. Vicdanı inkar ehlinin tasallutundan kurtararak onun bizzat O’nun vahid ve ehad oluşunun delili olduğunu vurgularken çok enfes bir vicdan tarifi de yapar. Ona göre vicdan, görünen ve görünmeyen alemin kesişim yeri ve berzahı, iki alemden birbirine gelip gidenlerin buluşma yeridir. Vicdan, şuurlu varlıkların fıtratıdır aynı zamanda. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.

Bu tanımdan yola çıkarak vicdanın Mutlak Varlık’ın ayetlerinden olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Kimse vicdanını kendi üretmez. Vicdan da insan gibi yaratılır. İnsan gibi gelişir, kemale erer.

Bu noktadan bakıldığında inkâr ehlinin vicdanla ilgili bir açmazına daha ulaşırız. “Vicdanımı dinleyerek aç bir köpeğe yiyecek verdim, ben çok iyi bir insanım,” diyen bir inkar ehli, bu iyilik dolu eylemi Mutlak Varlık’tan tabiri caizse “çalarak” kendine mal eder. İster mümin olsun, ister inkâr ehli olsun, kişinin, aç bir köpek gördüğünde vicdanında uyanan merhamet hissi, Mutlak Varlık tarafından yaratılan bir histir. İnsan bu his istikametinde iyi bir davranış sergiler, gider köpeğin önüne yarım kilo eti koyar. Köpeğe merhamet etmeyen bir insansa, ister mümin olsun ister ateist, Mutlak Varlık’ın “merhamet et” emrine karşı çıkmış olur. Erdemli, iyi davranışların Yaratıc’ıyla bağını koparan insan, onu hakiki sahibinden gasbeder. İnkâr ehlinde, her iyi eylemi Mutlak Varlık’tan koparıp kendine mal etme yapısal bir sorun olduğu halde, müminde bu geçici bir gaflet halidir. Fark ettiğinde tövbe ve istiğfar etmekle yükümlüdür.

İster mümin olalım, ister ateist; iyi, güzel, hayırlı eylemlerimizi, vicdanlarımızı yaratıp bize veren O’na borçluyuz.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Vicdan hep doğruyu söyler. Bediüzzaman çağın vicdanıdır

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı çağa damgasını vurmuş büyük bir şahsiyet… Yirminci yüzyıl Türkiye’sini değerlendirirken onun izlerini görmemek mümkün değil. Bediüzzaman sadece Türkiye’de değil dünyada yaşanan değişimlere de etki etmiş bir isim. Zaman geçtikçe de hem Türkiye hem de dünya üzerindeki etkileri artarak devam ediyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada sayıları giderek artan milyonlarca takipçisi bunun en büyük göstergesi…

Hal böyle olmasına rağmen gerek Bediüzzaman’ın kendisi gerekse telif ettiği Risale-i Nur hakkında yeterince bilimsel çalışma yapıldığını söyleyebilmek zor. Bediüzzaman ve onun başlatmış olduğu hareket hakkında sosyolojik, psikolojik, felsefi anlamda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Ancak son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar bu alanda bazı eksikleri gidermeye başladı.

Bu son çalışmalardan birisi de Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan tarafından kaleme alındı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Nesil Yayınları arasında çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” isimli eserinde Bediüzzaman’ın yetiştiği ortamları, yaşadığı olayları, sosyal çevresini, liderlik özelliklerini, ortaya koyduğu fikirlerini ve bunların topluma yansımalarını bilimsel metotlar ve veriler ışığında inceliyor. Eser, Bediüzzaman’ı ve onun fikirlerini anlama açısından tam bir başucu kitabı ve kaynak bir eser olacak nitelikte… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Bediüzzaman’ı ve fikirlerini anlamak isteyen birisinin mutlaka bu kitabı okuması gerekir.

Niçin “Çağın Vicdanı”?

Vicdanın “ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın ‘vicdanî normlarını’ tanımlamış ilginç ve sıra dışı bir kişilik. Eserleri ‘fen ilimleri ile din ilimlerini’ bir arada açıklama iddiasındaydı, muhakkak incelenmeliydi. Din ve bilimi bu derece barıştırmayı başarmış ‘hazine eserler,’ pozitif bilim bakışıyla eleştirilerek ve yorumlanarak değerlendirilmeliydi” diyor.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığı “keşif yolculuğu“nda Risale-i Nur eserlerinin olağanüstü bir rehberlikle zihnini ve yolunu açtığını ifade eden Prof. Tarhan, “İlginç olarak yeni psikoloji bilgileri ve sosyal sinirbilim verileri ile Bediüzzaman’ın öğretisi arasında müthiş benzerlikler vardı. Nursî’nin başlattığı hareket ve bıraktığı eserler, sadece dinî bir hareket ve eserler değil; psikolojik, sosyolojik, felsefî boyutlarıyla birlikte, ilginçtir, ‘sosyal nörobilimi’ öngörmüş bir hareket ve eserlerdir” ifadelerini kullanıyor.

Prof. Tarhan, “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını kaleme alma gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da bulduğum bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım, çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Herkes benim kadar şanslı olamayabilir; gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Bediüzzaman Said Nursî, eserleri ve ortaya koyduğu hareketle ilgili yaptığı değerlendirmelerden bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve benliği

Bediüzzaman’ın özgeçmişine baktığımızda, egosunu geliştiren şartların zor ve değişik ortamlar olduğunu görürüz. Bitlis’e yaya olarak yedi saat uzaklıkta, Nurs köyünün yoksul ortamında büyümüştür. O dönemde Doğu’da eğitim olarak sadece medrese sistemi bulunmaktadır. Ağabeyleri o medreselere gidip eğitim alırlar. Said Nursî de o medreselere kısa dönem de olsa devam eder, fakat eğitim sistemini sorgular. Daha küçük yaşlardan itibaren muhalif tarzı dikkat çekmeye başlar. Bu tutumu annesini endişelendirirken, babasının ise yüreklendirici etkisi görülür.

Bediüzzaman’ın babası Mirza Efendi’nin tarlaya gidip gelirken başkalarının ekinlerini yememesi için hayvanlarının ağızlarını bağladığı anlatılır. Bunun gibi ciddi ahlakî değerler, onun hayatına model olmuştur. Formel akademik bir eğitim almamıştır fakat ahlakî eğitimin ön planda olduğu bir ortamda büyümüştür. İyi insan olmanın temel alındığı şartlarda yetişmiştir.

Çocukluk travması olan kişiler, duygusal ihmal yaşamış, herhangi bir şekilde değersizleştirilmiş, aşağılanmış, mutluluğu dışarıda aramış olabilirler. Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda duygusal örselenme ve travma diyebileceğimiz bir veri yoktur. Tam tersine koruyucu, şefkat veren annelik tarzı ile ilme ve okumaya yönlendiren baba ve ağabeylerin cesaretlendirici tavırları görülmektedir. Bu konuda kendisi de, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” demektedir. Hayatında dengeli ve akıllı cesaret örnekleri görülmektedir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 25-26)

Eğitimde Bediüzzaman modeli

Üç ayrı zamanda gerekli girişimlerde bulunduğu halde bir türlü istediği üniversiteyi kuramayan Said Nursî, bütün vatan sathını mektep yaparak, evleri üniversite haline getirir.

Fen bilimleri ve din ilimlerini birleştiren küçük küçük dershaneler kurmayı başarır. Bu hareketin ölçülerini, standartlarını belirler ve ‘lahika’ adını verdiği, mektuplarını bir araya getiren kitaplarında yazar. Bununla ilgili uygulamalar konusunda talebeleriyle mektuplaşarak dershane tarzındaki evlerde din ilimleri ile pozitif ilimlerin birlikte işlenebileceği eğitim modelini oluşturur.

Bediüzzaman Modeli de denilebilecek, formel olmayan bu eğitim tarzı, formel eğitimin dinî bilgilerdeki eksiğini de tamamlar. Formel yoldan hayata geçiremediği eğitim modelini Bediüzzaman, enformel, yani gayriresmî ama meşru bir yolla, yasalara aykırı olmayacak şekilde uygular ve öğrenciler yetiştirir. Bu öğrenciler sadece lise, üniversite talebeleri değildir.

Esnaf, köylü, çiftçi vatandaş da bu grup içinde yer almaktadır. Önce yazarak, sonra müzakere ederek, onlarla birlikte defalarca okuyan Bediüzzaman, bu okumalardan kendisinin de istifade ettiğini her zaman dile getirir. Böylece kendi kitaplarının da talebesi olur. Uyguladığı bu yöntemde hem ortaya çıkarttığı hakikat, hem de kullandığı metot kendisine özgüdür. İslam tarihinde bu metotla Kur’an’ın ve imanî bilgilerin öğretildiği başka bir hareket tarzına rastlanmaz.

Bediüzzaman’ın bu metotla yetişen talebeleri Anadolu’nun her tarafına yayılır; birçoğu hapislere girer, yargılanırlar ve beraat ederler. Fakat sonunda Bediüzzaman’ın bu eğitim tarzı ve fikirleri Anadolu’da ciddi kabul görür.

Bediüzzaman geliştirdiği eğitim modelini hayatının gayesi olarak belirlerken meslekî egosunu tatmin etmemeyi seçmesi dikkat çekicidir. Çok iyi bir alim imajı vermek isteseydi, klasik bir tefsir yazardı. Bediüzzaman, baştan sonuna kadar Kur’an’ın tefsirini yazmak için; her ayetin mucizeliğini göstermek gerektiğini biliyordu. Onun için sadece klasik ve lafzî bir tefsir yazmadı. Anahtar bir tefsir olarak Risale-i Nurları yazdı. Meslekî hocalık yahut da kendi egosunu tatmin gibi bir yolu seçseydi, büyük bir klasik eser ortaya çıkarır; bu eseri de kütüphanelerin ve ilahiyat fakültelerinin başköşesinde referans kitabı olarak bulunurdu. Bediüzzaman böyle bir yolu tercih etmedi.

Bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gören Said Nursî aktivist olarak da hareket etmiştir. Kendi egosunu ve meslekî kariyerini ikinci planda tutup, davasını, ideallerini ve sosyal ihtiyaçları birinci planda tutmasına gerekçe olarak ise ihlası göstermektedir. Kendi şahsî ihtiyaçlarından çok daha önemli olarak toplumun ihtiyaçlarını görmesi, Bediüzzaman’ın çağdaş ilim adamlarından farklı yönünü ortaya koyar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 32-33)

Bediüzzaman’ın öğrenme modeli

Bediüzzaman’ın kendini geliştirme faaliyetinde dikkati çeken önemli bir özelliği daha vardır. Sıralı, formel bir eğitim almayan Said Nursî’nin okuması çok iyi, fakat yazması kötüdür. Bu öğrenme modeli onun farklı bir eğitime tabi olduğunu gösterir.

Tıpta disleksi diye bilinen bir öğrenme bozukluğu vardır. Albert Einstein, Leonardo da Vinci gibi ünlülerin disleksili olduğu bilinmektedir. Disleklili kişilerin özelliği, yazılı ifade konusunda çok başarılı olmamaları, fakat sözel ifade konusunda yüksek başarı gösterebilmeleridir. Yazarak ifade edemediklerini sözel olarak ifade edebilirler. Bu durumda disleklisi kişilerde farklı bir öğrenme modeli ortaya çıkar. Sözel ve görsel öğrenmenin yüksek olduğu, fakat yazılı ifadenin düşük olduğu bu kişilerin beyninde farklı bir öğrenme modelinin ve deha adacıklarının olduğu görülür. Bu kişiler okudukları bir parçayı hemen akıllarında tutabilirler, bir sayfayı okuyup beş dakika sonra aynısını tekrar edebilirler. Bediüzzaman’da da görülen bu öğrenme modeli, onun bu çağda farklı bir yöntem geliştirmesini sağlamıştır. Bilgileri çok kolay aklında tutabilmiştir. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi adlı eserini yazarken, binlerce hadis içinden Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili üç yüzün üstünde hadis-i şerifi kaynakları ve ravileriyle birlikte nakletmiştir. Bu risaleyi yazdırırken yanında hiçbir kitap bulundurmadığı gibi, eserin yazımını çok kısa bir sürede tamamlamış ve hiçbir yazım hatası da yapmamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 33-34)

Formel eğitimden uzak kalmanın avantajları

Bediüzzaman’ın bu özelliği Hz. İbrahim’in gençlik dönemiyle benzerlik gösterir. Kahinler Nemrut’a bir erkek çocuğunun dünyaya gelip, büyüdükten sonra onun saltanatına son vereceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut da yıllarca erkek çocuklarını katleder.

Hz. İbrahim işte o dönemde doğar. Babası da, Nemrut’un putlarının bakımından sorumlu kişi olduğu için, onun çok yakınındadır. Hz. İbrahim’in annesi bu durumdan haberdar olduğu için onu Urfa yakınlarındaki bir mağarada toplumdan kopuk bir şekilde büyütür. Böylece toplumdan kopuk olduğu için putlara tapmadan büyümüş olur. Ergenlik dönemine kadar sadece annesiyle konuşarak, sosyal öğretileri ve o dönemin formel eğitimini almadan yetişir. Bu nedenle toplumu ve o dönemin değerlerini sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olur.

Mağaradan çıktıktan sonra, bir Rabbin var olması gerektiğini düşünmeye başlar. Putlara baktığında, onların hiçbir gücünün olmadığını görür ve onların durumunu sorgular; çünkü, diğer yaşayanlar gibi, küçük yaşta öğrenilmiş bir bilgiye sahip değildir. Eğer diğer insanlar gibi küçük yaştan itibaren öğrenilmiş bilgiyle yetişseydi, oradaki değerleri sorgulayıp onların dışına çıkamayacak, diğer insanlar gibi kalacaktı.

Bediüzzaman’ın da hocalarının dizinin dibinde saatlerce, günlerce oturup öğrenememesi ve böylece formel eğitimin dışında kalması, onun Hz. İbrahim gibi, genel akışın dışında ve bu akışı sorgulayabilen bir kişi olmasını sağlamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 35-36)

Bediüzzaman’ın hiperaktif kişiliği

Bediüzzaman’ın icraatlarına baktığımızda hiperaktivite özellikleri görülür. Hiperaktivitede beyinde deha adacıkları oluşur. Bazı konularda çok başarılı olurken bazı konularda yetersiz olurlar. Aşırı hareketliliği, yüksek zekâsı ve hafızası, padişaha gidip kafa tutabilecek seviyede dürtüselliği ve fevriliği, ideali için gireceği riskleri fazla düşünmemesi onun hiperaktif olduğunu gösterir.

Hiperaktif özelliğinin yansımalarını Bediüzzaman’ın eğitiminde de rastlıyoruz. Yüksek zekâsı nedeniyle formel eğitimi almadı. Medreselerde on-on beş senede alınan eğitimi o yüksek zekâsıyla üç-dört ayda öğrendi. Gittiği eğitim kurumlarında son sınıf öğrencilerinin kitaplarını okuyup, hocalarından imtihan etmesini istedi ve başarıyla geçti. Yüksek zekâsı ve hafızasıyla hiperaktivitesini kapattı. Medreselerde okuma sebatını, elinde olmayan nedenlerden dolayı gösteremedi. Eğer zekâsı ve hafızası olmasaydı okuyamazdı. Bu özelliği onu farklı kılarak formel eğitimden, medresenin klasik itaat sisteminden uzak tuttu. Böylece ona medrese sistemini sorgulama hakkını verdi. Aynı Hz. İbrahim’in mağarada, mevcut düzenden uzak yetişerek kurulu düzeni sorgulaması gibi. Her iki şahsiyet de kurulu düzeni tartıştı. Hz. İbrahim, kurulu ibadet sistemini sorgulama becerisi kazandı, Bediüzzaman ise kurulu eğitim sistemini sorgulamayı başardı.

Bediüzzaman’ın bu farklılığı aynı zamanda kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Çoluk çocuğa karışıp, klasik bir din alimi olup, idealist ve teorik bilgiler kazandıran fikir ve düşünce adamı olmayı tercih etmedi. Toplumsal ihtiyacı şahsî tatmininden önceye alarak aktivist ve eylem adamı oldu. Öğrenme modelinin farklı olması farklı bir alim olmasına, farklı bir öğrenme sistemini sorgulamasına dolayısıyla yeni bir akımın oluşmasına ve bu akıma lider olmaya kapı açtı. Böylece onun öğrenme modelindeki eksik yönü, onda şans haline geldi.

Ayrıca bir davası ve adanmışlığı olduğundan, yüksek zekâ ve hafızanın yanı sıra öğrenme modelinin farklılığı bir akımı başlattı. Bediüzzaman, asırlardır tasavvufun ve medresenin yaptığı toplumu dinî yönden aydınlatma faaliyetinin, bu çağa uygun bir şekilde yapılmasına vesile oldu.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 37-38)

Bediüzzaman’ın iletişim yönü

Bediüzzaman Said Nursî 1907’de İstanbul’a geldiğinde kaldığı Şekerci Han’daki odanın kapısına “Bütün sorulara cevap verilir, hiç soru sorulmaz” diye yazı asar. Bu davranışın psikososyal analizinin iyi yapılması gerekir. Doğu’dan şiveli, yöresel kıyafetli bir alim gelir. Osmanlı ulemasının asırlardır yetiştiği ve ilmiye sınıfının bulunduğu İstanbul’da bu kişiyi kim dinleyebilirdi? Osmanlı’da maliye, mülkiye, ilmiye gibi sınıflar vardı. İlmiye sınıfında gördüğü yanlışlardan birisi de taassuptu. Bu taassup nedeniyle ezberi bozabilmek için sıra dışı bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İlmiye sınıfının dikkatini ve ilgisini çekip yeni sorular sordurtmak, yeni yorumlar yaptırtmak, yeni düşünce kalıpları oluşturmak gerekirdi. Günümüzde basının yaptığı medyatik ilgi gibi, Bediüzzaman da ilmî bilgisini sergilemek ve ilmiye sınıfı arasında merak ve hayret duygusunu uyandırmak istemişti.

Bu yöntem esasen din alimi için çok tehlikelidir. Bir hadis-i şerifte mealen, “Bir insana musibet olarak parmakla gösterilmek yeter; Allah’ın korudukları müstesna” buyurulmaktadır.

Parmakla gösterilmenin musibet olduğu kabul edilen bir din anlayışında Bediüzzaman’ın kendisini duyurmak istemesinin sebebi, davasını ve ideallerini ön plana çıkararak merak ve hayret duygularını uyandırmaktır. Bunu da ihlasla yaptığı için Yaratıcı’nın koruma kalkanı içerisinde olduğundan, şöhretin musibetlerinden samimiyetinin ve ihlasının verdiği manevî zırhla korunmuştur.

Kitaplarının bir kısmının da soru-cevap şeklinde olması, önemli özelliklerindendir. Mesela “Şeytanla Münazara” başlığında, ona bazı sorular sordurtup kendisi cevabını verir ve konuyu bir noktaya ulaştırır. Sokratik sorgulama denilen bu tarz, bilimsel bir metodolojidir. Bu yolla yeni sorular sordurtarak bilgi ve düşünceyi geliştirmiştir. Böylece, bu yöntemi dönemin alimleri ve siyasileri ile ilişki kurmada iletişim yöntemi haline getirmiştir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 39-40)

Bediüzzaman’ın duygusal okuryazarlığı

Bediüzzaman duygusal okuryazarlığı güçlü biridir. Bu özelliği sayesinde karşı tarafın duygularını okuyup anlayarak, ona uygun cevap verebilmiştir. Empatik iletişimde, karşı tarafa kendini yakın hissetmenin yanı sıra onunla yukarıdan aşağıya değil, yatay ilişki kurmak gerekir. Güvenin oluşması için karşı tarafın anlaşılması, dinlenmesi ve ona değer verildiği duygusunun oluşturulması gerekir. Bediüzzaman talebeleriyle arasında empatik iletişimi çok iyi kullanabilmiştir. Sınıfsal bir üstünlük düşündürtmeden eşitler ilişkisini başarıyla sürdürmüştür. Bir taraftan koskoca padişaha itirazını hiç çekinmeden dile getirirken, diğer taraftan eserlerini yazan köylülere çay ikram etmiştir. Çelişki gibi görünen bu davranış onun ‘ego odaklı’ değil, ‘ego ideali odaklı’ yaşadığını gösterir. Davası için padişaha kafa tutabildiği gibi, ümmî birine çay da götürebilmiştir.

Araştırmalara göre, en ikna edici ve ideal iletişimin ‘güven uyandıran iletişim’ olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iletişimde, içten davranış hissedildiğinde karşı tarafın beyninde ayna nöronlar çalışmaya başlar. Kişinin beynindeki güvenle ilgili alan, aktif hale geçer. İçten, sıcak, yakın davranış karşı tarafta güven etkisi yapar ve güven duygusunu aktif hale geçirir. Rönenans’ın meşhur heykeltıraşına atıfla ‘Mikelanj etkisi’ adıyla da tanımlanan bu olayda, sanatçı nasıl heykeli ustaca işliyorsa, birbirini seven kişiler de bir arada uzun süre yaşaya yaşaya mimikleri ve jestleriyle birbirlerinin kişiliğini yontarlar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 42-43)

Dünyada tasarımsal varoluş yaklaşımını başlattı

Bediüzzaman hareketinin önemli sonuçlarından bir diğeri de, tesadüfî varoluş anlayışı yerine, tasarımsal varoluş fikrinin Türkiye’den çıkıp dünyada tartışılmaya başlamasıdır. Tasarımsal varoluş tanımı, yaratılış gerçeğinin bilimdeki ifadesidir. Kâinat dışında, kâinat cinsinden olmayan, aşkın bir Yaratıcı’nın olması gerektiğini savunur. Darwin gibi bilim adamlarının ortaya koyduğu tezlerin bilimsel olarak doğrulanan taraflarını reddetmeden, yanlış olan görüşlerini göz önüne çıkaran tasarımsal varoluş hareketinin ülkemizde meyve vermesi, Said Nursî’nin katkılarıyla olmuştur.

Günümüzde artık ABD’de tasarımsal varoluş mu, tesadüfî var oluş mu konuları tartışılmaktadır. Bu tartışmalar din ilimleri ile pozitif bilimlerin bir bakıma birlikte yorumlanmasını sağlayacaktır.

Tartışma usulüne de önem veren Bediüzzaman, Darwin’in kişiliğini hiçbir zaman hedef olarak almamış, hatta adından bile söz etmeden sadece onun fikirlerini ve düşüncelerini ciddi olarak sorgulamış ve yorumlamıştır. Eserlerinden olan Tabiat Risalesi Darwin’in tezlerine cevap olarak yazılmıştır, ama içinde bir kez bile ismi geçmemektedir. Çünkü Bediüzzaman, olumlu ve olumsuz yönleri olan Darwin’in bilim emekçiliğinin farkında olup, kişilik olarak ele almamıştır. Fikirlerini, sembollerini, ideolojilerini konuşmuştur. Bu tarzıyla Bediüzzaman ilim adamlarını kişisel boyutta düşünmediğini gösterdiği gibi, tartışma ahlakının kurallarını da belirlemiş ve ona uygun davranmıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 51)

Gönüllü itaati sağlamak

Ruhsal liderin önemli bir özelliği de rehberlik yaptığı insanlara huzur vermesidir. Takipçileri ile fikirlerini paylaşır, onların fikirlerini sorar, birlikte karar verir ve işlerin yapılmasını sağlar. Bediüzzaman da takipçileriyle birlikteyken, kendi oyunun tek olduğunu söyleyerek katılımcılığın örneğini vermiştir. Kendi fikirleri için “Mihenge vurun, eğer altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri iade edin” diyerek, birlikte karar vermenin önemi dile getirmiştir. Takipçiler grubu içerisinde duygusal bağ oluşturarak, bir insanın tek başına yapamayacağı işleri birlikte yapmaya sevk etmiştir. Mesela insanlar inançlarının gereklerini yerine getirme, çocuklarına dini anlatma gibi konuları tek başına yapabilirler, fakat bazı işleri tek başına yapamazlar.

Bediüzzaman eserlerinin yazılması ve çoğaltılması sırasında birçok insanı şevke getirmiş ve onları aynı hedef doğrultusunda hareket ettirmeyi başarmıştır. Takipçileri evlerinde çocuklarının bile bilmediği gizli bölmelerde, cam sehpaların altlarına lambalar koyarak, bir çeşit ışıklı manuel fotokopi mekanizması düzeneği hazırladılar. Okuma-yazma bilmeyen bu insanlar anlamadıkları ve bilmedikleri yazıların üzerine, kâğıtları yerleştirip ışıklı sehpalarında Bediüzzaman’ın metinlerini kopyalayarak yazdılar ve çoğalttılar. Matbaanın olmadığı, dinî eserlerin yazılmasının yasak olduğu bir zamanda Kur’an-ı Kerim’in bile çoğaltılması mümkün değilken yüzlerce insanı gönüllü itaatlerle bu işi yapmaya sevk etmiştir. Bu başarı için, ruhsal liderin yaptığı işe kendisinin inanması, takipçilerine de inandırması ve sağlıklı bir güveni koruyabilmesi gerekir. Bütün bunlar Bediüzzaman’ın önderlik vasfını gösterir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 104)

Niçin sakal bırakmadı?

Said Nursî eğer sakal bırakmış olsaydı yine dine hizmet ederdi, ama modernistlerin önyargılarını dağıtmakta zorlanırdı. Şu anda eserlerini takip edenlerin büyük kısmı okumazdı, özellikle Batı kültürüyle yetişenler uzak dururdu. Mesela Yusuf İslam’ın hiçbir siyasi faaliyeti olmadığı halde, sadece kıyafeti Usame b. Ladin’e benzediği için ABD’ye giriş vizesi verilmedi.

Bediüzzaman’ın modernistlere karşı öykünmek, hoş görünmek gibi bir niyeti asla yoktu, eğer öyle biri olsaydı onların fikirlerine karşı ölümüne mücadele vermezdi. Bediüzzaman, sakal bırakmamanın psikososyal boyutunu düşünerek hareket etmiş ve elindeki hakikatleri en geniş kitleye, nasıl en etkili ve en yararlı hizmetle sunabilmenin yollarını aramıştır. Elinde pırlanta değerindeki hakikatleri aktarabilmesi için sakal bırakmamayı iletişim ve ikna metodu olarak kullanmıştır.

Bediüzzaman gibi bir dinî liderin sakal bırakmaması ve evlenmemesi onun içini yakan büyük bir fedakârlıktır. Modernizmin fırtınasına maruz ve bu yüzden mağdur olan genç kuşakların zihinsel kalıplarını, düşüncelerini, değer yargılarını aşıp, elindeki gerçekleri onlara sunmak için istemeye istemeye bu sünnetten vazgeçmiştir. Kendi kemalatı, tefeyyüzü, manevî makamlarda ilerlemesi için değil, genç kuşakların elindeki hakikatleri alıp kabullenmesi için çabalamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 112)

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

Stres

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri… Her biri sanki canlı birer iskelet… Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye…

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor… Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır… Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir. “Fâsıklara ancak ârifler acır.” Abdulkadir Geylâni (ks.)

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz…

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz.

Bu halimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman’ın o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır. İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d Sûresi, 28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Adnan Şimşek – Zafer Dergisi

İnsanlar niçin farklı farklıdır?

Akıl, kalp, vicdan, korku, sevgi, iman gibi binlerce manevî hazine ile donatılmış insanoğlu, dünyayı paylaştığı diğer canlılar içerisinde maddî olarak dahi en mükemmel şekilde yaratılmıştır. İnsanın apayrı bir çeşit olması, bazı temel özelliklerin, her ferdinde aynı olmasıyla mümkündür. Normalde, her insanda iki el, iki ayak, iki kulak, iki göz, tek burun, bir ağız vardır. Yapı itibariyle de bütün insanların organları aynıdır. Herkesin akciğeri, böbreği, kalbi, insan vücudunun hiç değişmeyen bir bölgesindedir. Bu birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik, insanın yaratıcısının tek bir Allah olduğunun nihayetsiz delillerinden biridir. Tıp ilmi insanın bu özelliğinden dolayı ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Eğer insan vücudunun yapısında bu birlik mührü olmasaydı, her insan için ayrı bir tıp ilmi gerekecekti. Meselâ cerrahların insan organlarını elleriyle koymuş gibi bulmaları, mümkün olmayacaktı.

İnsanların müşterek özellikleri çok. Peki her bir insanın sadece kendisine mahsus olan, alâmet-i farika diyebileceğimiz ayırtedici özellikleri yok mu? Cenâb-ı Hak bütün insanları müşterek özelliklerle yarattığı gibi, her bir insanı da sadece kendisine mahsus olan ayrı ayrı özelliklerle de donatmıştır. Meselâ her bir insanın yüzünün şekli sadece kendisine mahsustur ve kimseye benzemez. Ayrıca her bir insanın parmak izleri ve sesleri de ayrı ayrıdır, kimseye tam tamına benzemez. Bütün bunlar Yaratanın istediği gibi tasarruf ettiğine, ilminin ve kudretinin nihayetsiz olduğuna delildir.

İnsanların simalarının ayrı ayrı olduğunu belirtmiştik. Bütün dünyayı dolaşsak yüzleri tamamen tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi bulamayız. Aynı yumurta ikizlerinde bile birtakım farklı özellikler mevcuttur. Rum Suresi’nin 22. âyeti bu hakikata işaret etmektedir. Meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; ”O’nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin başka başka olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.”

Bir an insanların, ikiz veya üçüzlerde olduğu gibi birbirine benzediğini düşünelim. Ne olurdu?

İnsanlarda hukukun muhafazası neredeyse imkânsız olurdu. Suçlular, insanlann arasına karışır kimin suçlu olduğu asla bulunamazdı. Dairelerde memur, amir kavramı kalmazdı. Aile mahremiyeti tehlikeye girerdi. Sınıfında ikiz talebeleri olan öğretmenler, ne büyük problemlerin oluşacağını daha iyi tahmin edebilirler. Rabbimizin, her insana farklı bir yüz şekli vermesi tâ Âdem (a.s.) zamanından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insan fertlerinin yüz şekillerinin ilm-i ezelîsinde mahfuz olduğunu gösterir. Zira, yaratılan bütün simaları bir anda bir arada ve tek tek bilemeyen, hepsinin dışında bambaşka bir yüz yaratamaz.

Bir anatomi uzmanının ifadesine göre, parmak izleri tıpatıp birbirine benzeyen iki insanın olması için, ihtimal hesaplarına göre 4 trilyon yıl geçmesi gerekmektedir. Bu ise insanoğlunun ilk yaratıldığı andan bugüne geçen süre ile kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir zaman sürecidir. Kur’ân mucizevî âyetlerinden biriyle bu sırrı bin dört yüz seneden beri gözler önüne seriyor: ”İnsan kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Aksine biz onun parmak uçlarını bile iade etmeye kadiriz.” (Kıyamet Suresi, 3-4)

Her bir insanın şahsına mahsus özellikleri bu kadarla da kalmamaktadır. Meselâ adlî vak’alarda, suçludan geriye kalmış bir tek saç telini, değişik fizikî ve kimyevî analizlerden geçirip özel mikroskoplarda inceleyerek kime ait olduğunu bulmak mümkündür.

Her bir insanın dokularının moleküler yapısının tamamen insanın kendisine mahsus oluşu, hayretimizi daha da artırıyor. Herkes, bazı özelliklerini annesinden ve bazı özelliklerini de babasından alarak yaratılmıştır. Bu bakımdan insanların moleküler yapısı, yani proteinlerinin yapısı, annesinden ve babasından gelen maddelerin yepyeni bir kompozisyonu neticesi olarak, tamamen kendisine mahsus bir şekil alır. Kimya ile biraz alâkası olan bilir ki, canlıların temel maddelerinden birisi olan proteinler, tamamı 20 adet olan ve amino-asit adı verilen maddelerin değişik şekillerde birbirleri ile bağlanmalarından meydana gelir. Aminoasitlerin çok farklı imkânlarda tertiplenişinden dolayı, insanlarda protein yapısı sadece insan nev’ine mahsus değil, her bir şahsa, şahsın herbir organına, hatta insanın her bir hücresine mahsus olarak yaratılmıştır. Yani her bir insan proteinlerinin tertibi bakımından kesinlikle eşsizdir.

Her bir insan, ayrı siması, kendine mahsus ses tonu, parmak izi, bir tek saç teline, hatta hücrelerine, moleküllerine varıncaya kadar şahsına münhasırdır, yani emsalsizdir, hiç kimseye benzemeyecek özelliklerle yaratılmıştır. Bunların yanında huy, karakter, zekâ vs. gibi manevî yönden de benzersiz olarak yaratılmıştır. Kısaca, her bir insan apayrı bir kitap gibidir, eşi olmayan yepyeni bir eserdir. Böylesine benzersiz yaratılacak kadar önem verilen insanlar, ahirette de tek tek diriltilecekler, ayrı ayrı hesaba çekilecekler, dünyadaki davranışlarına göre de ya mükâfat görecekler veya cezaya lâyık olacaklardır. Çünkü, bütün bu sanatlar, harikulâde işler, durmaksızın yenilenip tazelenmeler, en mükemmel şekilde var edilip, hayatların devam ettirilmesi, bunca eşsizlik ve benzersizlik, bunca kıymetli hazine bir daha dirilmemek üzere öldürülüp, zayi edilecek değildir. Bütün bu işleyişin, dünyaya gelip gitmelerin ciddi bir gayesi ve kaçınılmaz bir neticesi vardır ve insanı beklemektedir.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı / Zafer Dergisi

Nursuz Akıl, Görmeyen Göz… neye yarar?

Kalbi, vicdanı ve his dünyası iman ve Kuran ile nurlanmamış bir insan karanlıklar içindedir. Vicdan, iman ile aydınlığa kavuşacaktır ki, aklın mahsulü olan fenler de nurlansınlar ve her bir fen, insana ayrı bir marifet penceresi açsın.

İnsan, hikmetlerle dolup taşan şu kâinat kitabını yazan bir Alîm ve Hakîmi tanımadığı takdirde kazandığı ilimler onun cehlini artırmaktan öte bir işe yaramaz.

Üstad Bediüzzaman hazretleri, Lemaat adlı eserinde, kalbin ziyası olmaksızın akıl ve fikrin nurlanamayacağını tatlı bir üslûpla izah eder ve sözünü: “Basiretsiz basar da para etmez” diye noktalar. O harika parçadan birkaç satırı aynen nakledeyim:

“Ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u fikr-i münevver.
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim.
İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver…”
(Sözler – Lemaat)

Vicdan için “ziya”, akıl için “nur” kelimelerinin kullanılmasında ayrı bir incelik var. Cenâb-ı hak, Yûnus sûresinde şöyle buyurur:

“Güneşi ziyalı (ışıklı), ayı da nurlu (parlak) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) menziller tayin eden Odur.” (Yunus Sûresi; 5)

Güneşten ziya almasa, ayda nur ne gezer. O, güneş sayesinde karanlık gecelere nur olur ve insanlar da ondan istifade ederler.

Ay, feyzini güneşten aldığı gibi, şu kâinata ait fenler de, Kuran ile nurlanır ve insanlığa faydalı hâle gelirler. Aksi hâlde, fen ve teknik, insanlığın huzurunu kaçırmaktan, zulme ve sefahate hizmet etmekten öte bir işe yaramaz.

Bunlar ise beşerin dünyasını karartır ve insanlığı o dehşetli azap diyarı olan cehenneme sevk ederler.

Cehennemin de nursuz hararet olduğu düşünülürse bu mânâ daha da önem kazanır.

Ali Özkan / Zafer Dergisi