Etiket arşivi: yaradılış

Kur’an’dan Bir kelime ”Duhân”

Duhân, Arapça bir kelimedir ve ‘duman’ mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime sadece iki ayette geçer. Çok ilginçtir ki, birisi kâinatın, yerin ve göğün yaratılması anlatılırken, diğeri ise kıyamet tasvir edilirken kullanılmıştır. Fussilet Suresi, 10-12. âyetlerde kâinatın yaratılışı şöyle aktarılır: ‘O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar yarattı. Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek ve istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik. Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.’
İsmini, içinde geçen 10. ayetteki bir kelimeden alan Duhân Suresi’nde kıyamet sahneleri şöyle canlandırılır: ‘Öyleyse gözle. Göğün açıkça bir duman çıkaracağı gün, bu duman bütün insanları bürüyecektir. Şüphesiz ki bu, elem verici bir azaptır.’ Âyette geçen ‘Duhân’ kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir.1
kuranDuhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde ‘haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân’2 şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır: ‘…Semânın sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi’ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar…’3
Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır. Kur’an’ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur’an’ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?
Kâinatın yaratılışı ve Duhân günümüz bilimi, bütün kâinatın büyük bir patlamayla meydana geldiğini kabul etmektedir. Big Bang Teorisi olarak anılan bu görüşe göre, bundan 12-16 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlamanın ardından çok yoğun miktarda toz bulutları açığa çıkmıştır. Milyarlarca seneyle ifade edilebilecek zaman dilimleri içinde bu gaz ve toz bulutları belli yerlerde yoğunlaşmaya, büzüşmeye ve yoğunlaşmanın çok güçlü olduğu yerlerde kendi etraflarında dönmeye başlamışlardır. Bu yoğunlaşmalar ve dönüşler sonucu uzayın derinliklerinde milyarlarca galaksi ve yıldız sistemleri meydana gelmiştir. Bu büyük hadise ve ilk yaratılış Enbiyâ Suresin’in 30. ayetinde şöyle özetlenir: ‘O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’ Yani her şey, hattâ henüz yaratılmamış olan ‘gökler ve yer’ bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Gerek Big Bang teorisi, gerekse yukarıdaki açıklamalar, ilk başta verdiğimiz ve duhân kelimesini ilk yaratılış esnasında göklerin bir ‘duman’ halinde olduğunu ifade eden ayetlerle büyük bir paralellik arzetmektedir.
Duhân’dan nebulaya gerek kâinatın ilk yaratılışı esnasındaki oluşumları göstermek için, gerekse kıyametin gelişini haber veren bir alâmet veya kıyâmetten sonraki aşamada meydana gelecek bir olay şeklinde sunulan ‘Duhân’, bizlere günümüz biliminin tespit ettiği bir kavramı çağrıştırmaktadır: Nebula.
Şimdi nebula hakkında biraz bilgi verelim:
Nebula, en kısa tanımıyla, uzayın derinliklerinde bulunan gaz ve atomik toz bulutlarıdır. Bu toz bulutları bir yandan çok büyük boyutlardaki yıldızların ömürlerini tamamladıktan sonra patlamalarıyla oluşurlar, diğer yandan zaman içerisinde yeni doğacak yıldızlar için adeta beşiklik yaparlar. Dev boyutlarda bir yıldız büyük bir patlamayla yaşamının sonuna gelir ve Nebulalar ortaya çıkar; ancak ölen yıldız başka milyonlarca yıldızın doğumu için gereken maddeyi uzay boşluğuna yayar. Zamanla atomik reaksiyon içinde sıkışır, ısınır ve nükleer patlamalar ile yıldız topluluklarını oluştururlar. Galaksiler içindeki dev yıldızlar ve küçük yıldızlar yakıtları tükenerek içlerine çöker ve parçalanırlar ve süper novaları oluştururlar. Daha sonra süper novalar da fizyon olayı ile patlar ve süper nova olayı meydana gelir. Süper nova patlaması uzayda bir bayram şenliği gibidir. Çok muhteşem bir ışık seli halinde uzayı aydınlatır.
Kıyamet ve Nebula dünya üzerindeki sayısız kıyamet örnekleri, bizim için büyük kıyamete misâl teşkil eder. Aslında aynı durum, boyutlarını ifade etmekte güçlük çektiğimiz galaksimizde ve belki milyarlarca galakside ve yine milyarlarca yıl zarfında meydana gelen hadiseler, inşâ ve tahripler için de geçerlidir. Çünkü. Biz bilsek de bilmesek de, tespit edebilsek de edemesek de, kâinatın her köşesindeki büyük çaplı doğum ve ölümler sürekli olarak tekrarlanır durur. Belki her an bir galakside bir kıyamet kopar. Şu ayetlerdeki sahneler uçsuz bucaksız kâinatın bir yerlerinde uygulanır: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’4 ‘Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.’5
Bu muazzam kıyâmetler de, tıpı bedenimizde, tıpkı yeryüzünde olduğu gibi, büyük kıyametin; ardından gelecek yeni bir âlemin ve yeni bir dirilişin habercisidir. Ve ilim yeni kıyâmetleri keşfettikçe, bizim önümüze, ‘Haşre mani hiçbir şey yoktur’ hakikatine dair inanılmaz tablolar ortaya koyacaktır.
1- İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C. 13, s. 7180-7187
2- Şuâlar, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, C. 1, s. 934.
3- Sözler, C.1, s. 177.
4- Tekvir Suresi, 81:1-3. 5- İnfitar Suresi, 82:1-3
Veli Sırım / Zafer Dergisi

 

Kur’an ve Yaratılış Mucizesi

“…Allah’ın izni olmadan hiç bir dişi gebe kalamaz, hiç bir gebe doğuramaz.” — Fussilet, 47 “…Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” — Zümer, 6

Yaratılış öykümüz, bir yumurta hücresinin hazırlanışı ile başlar. Yumurtalıkta çok ince biyolojik sentezlerle hazırlanan yumurta hücresi, yumurtalıktan karın boşluğuna atılır. Ve sonra anne rahminin üst köşelerinden uzanan borular, (Fallop Boruları) bir çiçek gibi açık olan uçları ile karın boşluğunu tarar, yumurta hücresini yakalar ve içine alır. Yumurta hücresi borunun rahime en uzak ucunda döllenmek üzere bekler. Bu faaliyetin sebebi, yumurta hücresinin biyolojik açıdan fevkalade hassas yapısı dolayısıyla, diğer organ ve dokulardan korunmuş olmasıdır. Döllenme bölgesinin kanalın ucunda takdir edilmesiyle, akıl almaz biyolojik hadiselerin bir köşede meydana gelmesi sağlanmıştır.

Anne karnındaki fallop borusuna alınan yumurta hücresi, annedeki yapı özelliklerinin (istidat ve kabiliyetlerinin) yarısını taşımaktadır. İstidatlar, genetik şifreler hâlinde bir şeritte yazılıdır. Bu şeridin eni 3-5 boyu ise 25-150 angstrom arasındadır. Bu genetik şifreler, kromozom dediğimiz vagonlara bindirilir âdeta. İnsanda, 60.000 civarında temel istidat ve kabiliyet vardır. Ve bunlar sadece 46 kromozoma bindirilmiştir. Başlangıçta bu vagonlarda yani kromozomlarda, sabit özelliklerin taşındığı sanılmıştır. Erkekte mevcut olan özel bir Y kromozomu, cinsiyeti tayin eden bir vagondur. Bu vagonda bazı hastalıkların belirli olarak raydan raya geçmesi, kromozomların sabit özellikler taşıdığı düşüncesini uyandırmıştır. İnsandaki dağınık özelliklerin anneden ve babadan gelerek bu 46 vagonun sabit çizgilerine girmesi mümkün değildir. Meselâ, kulak rayının geniş olan istidat vagonunda safra kesesi de tembel olur gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.

Genetik kartlarda yan yana olan bazı istidatlar, genellikle aynı kromozoma geçer. Ancak 60.000 istidat, bu vagonlara çok çeşitli biçimlerde dağılır. İ şte yumurta hücresi, bu 60.000 istidattan 30.000 kadarını sadece 23 vagona bindirerek döllenmeye hazır vaziyette bu tünelde beklemektedir. Kendisinde 30.000 özellik eksiktir. Ve bu eksiklik, bir sıra takip etmez. Yâni numaralarla bir örnek vermek gerekirse 318 numarası vardır. 319 ve 320 yoktur. 57381 vardır. 57382 yoktur. Yumurta hücresi, bu eksik istidatları, kendisini döllemeye gelen Sperm hücrelerinden birinde bulacaktır. Fakat yumurta hücresine gelen sperm hücrelerinin sayısı akıl almaz derecede fazladır ve 250 milyon civarındadır bunlar. Ve bu hücrelerin sadece 23 vagonunda 30.000 istidat vardır. Üstelik onlar da gelişi güzel genetik kart numaralarını taşımaktadır.

Yumurta hücresinin ise, sperm hücrelerine telefon ederek, ‘Ben şu yapı özelliklerini taşıyorum, eksikleri sen getir’ diyecek hâli de yoktur. Yumurta hücresinin etrafını saran 250 milyon sperm hücresinin sadece birinde, kendi eksik 30.000 şifresi vardır ve yumurta hücresi, 40 dakika içinde, sadece ve sadece bu süre içinde bu tamamlayıcı şifreyi bulmak zorundadır. Yâni 250 milyon fincanla oynanan ve sadece bir tek fincanı bulmaya dayanan bir yüzük oyunu gibi…

Yumurta hücresinin emrine 1000 tane biyoloji uzmanı verseniz ve onların çalışması için mükemmel bir laboratuar açsanız bile, bu bilmeceyi çözemeyeceklerdir. Zira sperm hücrelerindeki genetik şifreler, 100 angstrom çapındaki sistromlarda, üç boyutlu sistemde açı farklarıyla dizili DNA molekülleri dizisindedir ki, sadece bir tanesindeki bir istidadı bile iki ayda zor teşhis edip tanıyabilirsiniz. O halde döllenme olayının sonsuz bir ilim sahibinin müdahalesi olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü bu bilmece O’nsuz, O’nun bilgisi olmadan asla çözülemez.

Eğer yumurta hücresi, kendinde olan bir yapıyı taşıyan spermi seçecek olursa, üç kulaklı ya da iki başı hilkat garibelerinin çok acayip varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten hilkat garibeleri de bu ince sırrı bize açıklayan İlâhî birer ders örnekleridir. Evet Kur’an da Allah bize, Fussilet suresinin 47. âyetinde ne buyuruyordu: “Benim ilmim ve iznim olmadan bir dişi gebe kalamaz.” Evet, 250 milyon fincanla oynanan bir oyunda, dolu olan sadece tek bir fincanın her seferinde de bulunmasına benzeyen bu olayda, yumurta hücresine yol gösteren ve onu her defasında başarıya ulaştıran bu ilim ve bu kudret, Rabbimizden başka kime ait olabilir? Kur’an’ın bu büyük biyoloji mucizesine dudak bükenin ağzı yamulmaz mı?

Evet, bu döllenme, o ilâhî ilim ile meydana gelir ve karanlık bir tünelde döllenmenin ilk mucizesi başlar. Bu akıl almaz olay, anneden ve babadan gelen özelliklerin birleştirilip, hücre merkezinde yerleştirilmesi hadisesidir ve taklit edilmesi imkânsız bir olaydır. Her türlü hücre faaliyetinden uzak olan fallop kanallarının rol oynaması da, bu mucizenin sadece ilâhî kudret tarafından meydana getirildiğinin bir başka ispatıdır. İşte âyette bildirilen üç ayrı karanlık bölgeden ilki, bu karanlık tüneldir. Yaradılışın hücre fazı, bu karanlık bölgede gelişir. Bu sırada meydana gelen hücre faaliyetlerinde, genetik şifrelerde santimetrenin on milyonda biri kadar bir yerleşme hatasının meydana gelmesi, ileri bölünmelerde karaciğeri kafatasına sokacak yanlışlıklara sebep olur.

İleride sevimli bir bebek olarak dünyaya gelecek olan canlı, genetik şifrelerin ilk karanlık bölgedeki dizilmeleri tamamlandıktan sonra anne rahminin iç yüzüne aktarılır. Rahmin iç yüzündeki hücreler, minik tüycüklerle bir orman zeminini andırır ve yeni canlıyı hazır vaziyette bekler. Minik canlı bu karanlık ormana gelip yerleşince, bu defa doku safhası başlar. İşte Kur’an’ın Zümer Surenin 6. Âyetinde bildirilen bu farklı ikinci karanlık bölgede, ikinin katları şeklinde bölünen hücreler, çeşitli organlara ait dokuların temel yapısını hazırlamaktadırlar. Kemik, sinir, kas, iç ve dış deri dokuları, bu safhada bölünen hücrelerde yerini alır.

Kur’an, ceninin üç ayrı ve farklı karanlık bölgede meydana geldiğini açıklarken, bir yandan henüz öğrendiğimiz bu farklı karanlık bölgeleri tarif etmekte, bir yandan da farklı üç yaradılış safhasını açık açık bildirmektedir. Kas, sinir ve deri dokularının, bölünen hücrelerde yerlerini alması sırasında, olağanüstü bir hâdise ile karşılaşılır. Doku fazında A bölgesindeki hücrelerde kas hücreleri meydana gelirken, B bölgesinde sinir ve C bölgesinde, iç deri hücreleri ortaya çıkmakladır. Bu duruma göre meselâ mide, kendisini meydana getirecek olan hücreleri nasıl toplayacaktır? Vücutta sadece tek bir organ olsa, belki bir formül bulunacaktır. Fakat yüzlerce organın kendilerine ait hücreleri tek tek toplaması nasıl mümkün olacaktır?.. İşte burada akıl almaz bir geometrik dönüş olur. Bu dönüş, her noktasında ve her istikamette 360 derecelik bir mekân kavramında akıl almaz bir rotasyona geçer. Adetâ her bir noktasından ayrı hız ve açıda kıvrılır, ikinci safhanın sonu olan bu kıvrılmalar öyle muhteşem bir sanat içinde cereyan eder ki, sonunda her doku kendi hücreleriyle karşı karşıya gelir. Minik canlı, bu safhada henüz 1 cm. boyundadır. Bu sonsuz istikametlerde meydana gelen embriyo kıvrılışları, îlâhî emrin raksı gibi büyük ve muhteşem bir dönüşümle tamamlanır. İşte bu raksın mükemmelliği sayesinde el, ayak, göz ve kulak gibi simetrik organlar, birbirinden en ufak bir farklılık dahi göstermeyecektir.

Peki, zerrelere hükmeden ve onlara yol gösteren ilâhî kudretin bir sâlise dahi devreden çıkması hâlinde sonuç ne olacaktır? Cevap son derece kolaydır. Eğer doku fazında, meselâ yan yana duran idrar salıcı hücrelerle, tükürük salan hücrelerin rotasyonu sırasında, bir angstromluk eksende sadece derecenin binde biri kadar bir hata olsaydı, O ilâhî kudrete inanmayanların ağzından tükürük yerine idrar akardı. İşte İlâhî hikmet Kur’an’da, “Allah’ın ilmi olmadan dişiler doğuramaz” buyurmakla, bu ince sırları bize ifade etmektedir. Zira bütün matematik, fizik ve biyolojik kanunlar bir araya gelse, bu san’at şaheserini meydana getiremeyecektir.

Organ safhası böylece başlarken, minik canlı etrafında bu kez bir kese ve sıvı meydana gelir. Yeni canlı, artık üçüncü karanlık bölgededir. Ve tıpkı bir denizin dibi gibi karanlık olan bu bölgede 40 hafta içinde tamamlanır. Gebelik süresi 9 ay on gün değil 40 haftadır. 40 hafta, yaklaşık 9 ay on gündür. Bütün canlıların doğum müddeti, haftanın tam katlarıdır. Şimdi, başlangıçta belirttiğimiz âyetlerin azametine tekrar bakalım. “…Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” —Zümer, 6

Birinci karanlık: Hücre fazı: Karanlık bir tünel olan fallopda.

İkinci karanlık: Doku fazı: Anne rahminin iç derisi içindeki karanlık bir ormanda.

Üçünçü karanlık: Organ fazı: Amnion suyu dediğimiz bir sıvı ile kaplı olan ve deniz dibini andıran bir bölgede.

Ve âyet ekliyor, “İşte ben Rabbiniz olan Allah’ım.” İkinci âyet ise: “Allah’ın izni olmadan hiçbir dişi, gebe kalamaz ve hiçbir gebe doğuramaz.” Yâni: Yumurta hücresinin, 250 milyon sperm hücresi arasından sadece birinde yer alan eksik genetik bilgileri seçmesi ve sadece seçmekle de kalmayıp alması, kesinlikle mümkün değildir. Ancak bunu ilâhî bir ilim ve bilgi sağlayabilir. Allah âlimdir, tüm bilgilerin kaynağı, sahibi O’dur. İşte bu Kur’an mucizesi karşısında, bütün ilimler o güzel kelime-i şehadeti getirerek “Allah’ım senin ilmine ve yüceliğine şahitliğini her an görüyoruz” demekle mükelleftir.

Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi

Fıtri Kültür

Öncelikle bir hakikat söyleyeyim: “Hüküm hatimeye göre verilir” Evet işin neticesine bakmak lazım. Kültür sahibi olmanın ölçüsü, İslami kriterlere göre tanzim edilmediyse bazen zararlı düşüyor. Zira medeni ölçüler, nefsâni arzuları tatmin üzere bina edilmiş. İslamiyet kültürde, ahlakta, ailede daima en parlak ve nurlu meyveler verdiği halde bu kültürü geliştirmek yerine kendi cüz’î aklımızla, daha doğrusu nefsimizle benimsediğimiz başka yollar çizmek istenen neticeyi vermiyor, fıtrata muhalif düşüyor.

Mesela bir erkek pek çok kayıtlarla bağlıdır. Babası ve annesi başta olmak üzere pek çok akrabası ona yol gösterir. Bunlar evladının her halükarda iyiliğini istedikleri için onu hatalardan men eder. Ve erkek nazarında hatırları da kıymetlidir. Bu fıtridir. Yani erkek asabi olsa bile fıtraten kulağı bunları dinler. Bir de mesela Hocası, Mürşidi, Cemaati olabilir. Bunlar da erkeğe yön verir. Cazibedar hocalarına, abilerine itiraz edemez. Ve erkek fıtraten öğrendiği güzel hakikatlara kayıtsız kalamaz. Her şeyin en güzeline sahip olmak, ailesini en iyi görmek onun fıtri ihtiyacıdır. Hem sünnet bizi cemaate sevkediyor. Çünkü düzgün bir çevre çok hatalardan, ifrat ve tefritlerden insanı alıkoyar. Nitekim ‘cemaatten ayrılanı kurt kapar’ denilmiş.

Peki eğer birilerinin başı boş olacak olsaydı bu erkek mi olmalıydı, yoksa kız mı? Erkeği fıtri olarak bağlayan bu kadar kayıtlar varken, kadın hangi kayıtla bağlı olabilir? İşte İslami ölçüleri nazara alırsak kadının başı da kocasıyla bağlanmış. Onun sahipliği ile muhafaza olur. Onun rızası ile mutlu olur. Kocası onun ya cennetidir, ya cehennemi. Erkek hanımının kötü olmasını isteyecek de değil. -Tabi anlık lezzetlerin şevkiyle evlilik yapan, şuursuz insanlar bahsimizden hariç-

Bir evde koca ve baba sıfatını taşıyan erkek, aile ferdlerinin çilesini çekme vazifesini üstlenmiştir. Nitekim evladı bir hata yapsa baba hem sahip çıkar, hem bedelini rıza ile öder. Hanım bir hata yapsa, hissi tavırlar koysa erkek onu hem hazmeder, hem de sevgisini esirgemez. İşte erkeğin mahiyetinde bu manalar da var.

Demek ailedeki hataların, sıkıntıların kefaretini manen erkek ödüyor. Tabiri caizse günahına bedel o yanıyor. İlginç ki dışarıya da birşey sezilmiyor. Hakikaten erkek tam anlamıyla hadiste zikredilen; “Eğer bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim..” manasına mâsadak oluyor. Yani kocalar aslında büyük fedakarlıklara sahip oluyor. Bilsin bilmesin fıtri vazifesi bunu netice veriyor. Hariçte belli olmaması, hergün dilinden tatlı iltifatlar dökülmemesi bunu cerh etmez. Zira onu zaten fiilen yapıyor.

Ben hep merak ederdim, erkek çoğu zaman nefsini düşündüğü halde nasıl oluyor da hadislerce zikredilen babalık ve kocalık makamlarını hak ediyor diye. Demek zımni, arka planda, iç dünyada cereyan eden fedakarlıklar, feragatler, gayretler, himmetler var. Yani arzu duyduğu çok şeylerin peşine düşmeyip eline geçene razı olması, ailesinin her sıkıntısını omuzlaması, onları sahiplenmesi, ihtiyaçlarını ve isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapması, bütün hayal ve arzuları zamanla ailesine ve evladına hasrolup bunu varlığının neticesi bilmesi tam bir feragat örneğini teşkil ediyor.

İşte bu mahiyetteki kocaya itaat ve hürmeti Allah ve Resülü farz kılıyor. Hem de eğer olabilse idi secde derecesinde.

Hem Efendimiz (asm) üç kişi yolculuğa çıkacak olsa birinin başkan olmasını istemiş. Aile gibi en önemli ve temel müessese elbet mizansız bırakılacak değildi. İşte doğrudan Kur’an, erkeği aileye reis tayin etmiş. Demek bu noktadan kocanın kararları inayet altında ve daha isabetli düşüyor. Aynı evde ikilikler bulunursa, kendine mahsus bir dünya olan o aile terakki edemez, saadette geri kalır.

Hem hanım, manevi letafeti, şefkati gibi yumuşatıcı hisleriyle o aileye saadet vesilesi olacakken ve aile saadetine mahsus bir varlık iken, dünyanın ince hesaplarıyla kocasına itiraz etse ilk önce kendi huzuru kaçar. Yükünü gemiye bırakmak, yani kocasına tabi olmak, mutlu olmak ve mutluluğu ile kocasını da mutlu etmek daha isabetli olacaktır. Böyle olunca erkek muhakkak hanımının hatırını sayar, ona da danışır.

Şimdiki avrupai medeniyet ise kültür adı altında -belki bu da var ama- iç yüzünde nefsâni, şehevî hisleri daima tahrik ederek aslında bi türlü doymaz, azla yetinmez, her an büyük heyecanlar isteyen nefisler yetiştiriyor. Mesela daima sokaklarda, karşı cinsin günde yüz çeşidini gören bir göz yarın eşini beğenmiyor veya onunla doymuyor, doyamıyor. Mesela evlilik dışı büyük heyecanlar ve hisler yaşayan bir nefis, yarın sakin bir ortamda yapılan ciddi bir evlilik görüşmesinde istediği elektriği alamıyor. Öyle hisler, böyle ortamlarda uyanmaz. Gerek de yok zaten, çünkü nefis daima insanı aldatır. Orada akıl ve kalb çalışır. Buna göre karar vermek daha isabetli olur.

Ayrıca kızlar pek çok hayaller kurarken ve güzel beklentileri olduğu halde -ama çoğuna gerek yok- erkekler zaruri ihtiyaçlarının karşılanması ile yetinir. Kurduğu düzenin iyi kötü devamını ister. Hemen boşanmaya meyletmez.

Bu münasebetle söyleyelim. Cinsel ihtiyaç erkeğin zaruri ihtiyacıdır. Kadında ise bu arzu ancak harici bir tahrikle uyanır. Dolayısıyla kadın ailede bu ihtiyaca cevap vermeye mecburdur. Kadındaki arzu ise kısmîdir. Bir uyaran olmazsa her zaman aramaz. Şer’i hükümler de buna göredir.

Hem kızlar manevi olarak da zayıftır. Hislerine mağlubdur. Akıldan ziyade hisleriyle hareket eder. Yani hissî olarak telkin edilen şeylere aldanıp ikna olabilir. Harici teveccühlere mağlub oluyor. Şimdi nerde kaldı bildikleri, okuduğu kitaplar, kazandığı kültürler..

Elhasıl; İslam, her iki tarafa fıtrata muvafık vazifeler tayin ediyor. Kadının manevi mahiyetine bakınca aile hayatına mahsus olduğu anlaşılıyor. Öncelikli olarak bu maksadı muhafaza etmeyen, bunu kâmil noktalara taşımayan kültür ve emsali şeyler çoğu zaman mâlâyâni, bazen de zararlı düşüyor. Evveliyetle bu temel sağlam atılıp muhafaza edilmeli, bunun prensipleri öğretilmeli ki diğer kazançlar birşey ifade edebilsin. Demek kızların her şeyi okuması, her yere gitmesi ona kültür ve neşe değil, belki kendini muhafaza etmezse tehlike getirir. Bu meyanda dış hayatta nefsani gülücükler dağıtmak da kalbten gelen hakiki ve ruhi bir sevinci ifade etmez.

Ayrıca insan ne kadar okusa, kendini geliştirse, âlim de olsa en büyük makam şehitlerindir. Demek fıtri bazı vazifeler ve ihtiyaçlar var ki diğer pek çok kemâlâttan ağır basıyor. İlim her kemâlâtın başıdır tabi, fakat bu, esas vazifelerimiz noktasında ruhi bir kemâle, salih amellere inkılâb etmediyse ve bizim nefsimize bir sükunet ve itminan vermemişse matlub netice alınamamış demektir. Hem Cenab-ı Hakkın yaratılıştan bir adım üstün kıldığını, diğer kemâlâtlarla kimse geçemez. Vesselam.

Uğur Tuğrul / cocukaile.net