Etiket arşivi: Yasemin Yaşar

Yanlış bizdense ben bizden değilim

Cemiyet hayatına bakıldığında herkesin durduğu bir yer, bir çevre, bir konum, bir görünüm vardır.

Kimileri yanlış yerde yanlış işlerin içerisinde, kimileri doğru yerde doğru işlerle meşguldür.

Bir de doğru yerde yanlış işler yapanlar, yanlış yerde, ama doğru olanlar vardır ki bu durum sosyal problemlerin ve kafa karışıklıklarının en baş sebeplerindendir.

Kişinin sadece doğru tarafta yer alması yetmez. Doğru tarafın gerekleri olan doğru vasıflar ve işlerle mücehhez olunmadığı sürece vizyonu kirleten bir vebal taşınacaktır.

Doğru tarafta olmanın fanatikliği ve taassubuyla yanlış işler yapanlar, yanlış tarafa doğru insanları itmiş olacaklardır ki bu da başka bir vebaldir.

Bu yüzden bulunduğunuz tarafın doğru olması, her zaman sizin de iyi olduğunuzu göstermez veya yanlışın içinde olup iyi insanların olabileceği gerçeğini de setretmez.

Peki neden iyiler ve doğrular doğruların safında birleşemiyor. İşte bunun en büyük müsebbibi doğruda bulunanların doğru işler yapmamasıdır.

Doğruların ve iyilerin imtihanı zordur. Çünkü iyiliğe bağlı gelişen sıfatlar çoktur. Oysa kötülük ve yanlış kolaydır. Ayrıca doğru olmanın ve doğru safta kalmanın da bir bedeli vardır ve bu bedeli ödemeyi gerektirir.

Doğru tarafta olanların işleri ağırdır. Zira hem kendi saflarında bulunan çürüklerle, kötülerle mücadele etmesi gerekir, hem de yanlıştaki iyileri celp etmesi, çekmesi gerekir. Bunun için de doğru taraftakilerin her halleriyle doğru olmaları çok mühimdir.

Şu da var ki doğru yerin doğruluğu sadece kişinin kendi aklıyla anlayabileceği bir durum değildir. Çünkü ahir zaman gereği iyiler ve kötüler birbirine karışmıştır. Oysa siyah ve beyaz gibi birbirinden ayrı olması gerekir. Lâkin bugün pek çok şey grileşmiştir. Doğru safın doğru tesbiti ancak güçlü bir şahs-ı manevî ile mümkündür. Velev ki bu şahs-ı manevî havuzunun içerisine, yanlış düşse bile o büyük Kevser-i havuz kirleri temizleyecektir.

Doğru yerde yanlışların sayısı artmışsa bu daha da tehlikelidir. Zira buradaki doğru kendi tarafındakilerden bile yara alır ve sevilmez hale gelebilir.

Bazen doğru tarafta olmanın fanatikliğine kapılır insan. Hep doğrunun ve haklının kendi tarafında olduğunu düşünmek bir fanatizmdir. Duyguların hakim olduğu mantığın, esasların, hakikatlerin geri plana atıldığı durum her ne olursa olsun fanatizmdir.

Hasılı; yanlış yerde doğru insanların bulunmasının bir sebebi de doğru yerdeki yanlışlardır. Bu yüzden sadece doğru yerde olmak yeteli değildir. Taraf olmak, doğrusuyla yanlışıyla savunmak demek midir?  Yani yanlışa doğru mu demektir.  Elbette hayır. İşte sıkıntı buradan başlamaktadır. Doğru tektir. Hangi safta bulunursa bulunsun doğruların etrafında bir şahs-ı manevî oluşacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.nurnet.org

Her makamın bir ahlâkı vardır

Yükseklerin karı ve fırtınası ne kadar çetinse, yüksek makamların çilesi ve imtihanı da o kadar çetindir.

Fakat günümüzde maddî makam olarak yükseklere talip ruhların bir o kadar ham ruhlar olması makamlara yapılan en büyük haksızlık olsa gerektir.

Her makam ve işte, o makamın gerektirdiği âli himmetleri ve yüksek ahlâkı taşıyan insan bulmak bu zamanda çok zorlaşmıştır. Günümüzde çığ gibi büyüyen eğitim sistemine ve günlük ilişkilere bulaşan bir hastalık vardır. Bu daseküler ahlâk dayatmasıdır.

İnsanlar arası iletişim teknikleri, vizyon, ikna becerisi, etkileme san’atı, güzel konuşma san’atı, problem çözme yeteneği arttırımı… v.s gibi bir dizi göstermelik ahlâk ile göz boyayan, sahte ve derin yaraları iyileştirmeyen bir sürü teknikler, beceriler, eğitimler…

Gerçek ahlâkın lâfta kaldığı ve sadece imajdaki rötuştan ibaret olan, kıymetsiz kametler revaç bulmaktadır. Beşeriyet çarşısının revaçlı malı bugünlerde bu Avrupa kaynaklı sözüm ona gelişim teknikleridir.

Riyakârlığı ve enaniyeti pompalayan bu tekniklerin alt yapısında hep bir başkasına kendimi nasıl sevdirebilirim ve sevimli gösterebilirim kaygısı olup, bu durum aslında halkın rızası görünümünde firavunlaştırma operasyonlarından başka bir şey değildir.

Evet, bu teknikler riyakâr, dalkavuk, iki yüzlü insan tiplerini üretmekten başka bir işe yaramaz.

Bu yüzden en güzel iletişim tekniği iyi niyet ve sıdktır.  Sağlıklı iletişim doğru ve güvenilir bir kimse olmakla başlar.  Bu açıdan bakıldığında en iyi iletişimci peygamberlerdir. Zira onların en önemli ve öncelikli vasfı, sıdk ve emniyettir. Sonra tebliğ gelir.

İşte bugün algılarımızla okadar oynanmış ki, cemiyet hayatında, kişilerin iştigal ettikleri işe lâyık ahlâkı ve şahsiyeti göstermeyi bırakın bir erdem olarak görmeyi, politik olmayı, siyaset yapmayı, menfaat odaklı düşünmeyi, köprüyü geçinceye kadar… gibi su-i ahlâklar erdem kabul edilir olmuştur.

Bu yüzden de içtimaî hayatta güven kalmamış ve yüksek makamları, ham ruhlar,  pes ahlâklılar işgal etmeye başlamıştır.

Bu hastalık iman Ku’rân hizmeti yapanlara da bulaştığında, yani manevî makamların gerektirdiği yüksek ahlâklar yaşanmadığı taktirde daha da tehlikeli hale gelmekte, mukaddesata gölge düşmekte ve vizyon kirlenmektedir. Ehl-i dünyanın öğrettiği sahte iletişim, gelişim ve görünümlerle, sahte imajlarla hizmet etmek, hizmete taarruzdur.

Hasılı; hak hizmetlerinin vesilelerinin de hak olması şarttır. Süflî nefislere ulvî ruh kılıfı  giydirmek gibidir. Bu yüzden bütün ahlâk-ı âliyenin zembereği hükmünde olan sıdk ve doğruluğu hayatına yerleştiremeyenlerden her türlü kötü ahlâk sûdur edecektir.

Kişinin iştigal ettiği her ne ise bu maddî de olabilir manevî de o makama uygun ahlâk taşıması çok önemlidir. Bu günkü içtimaî hastalıkların pek çoğunun sebebi de bu yüksek ahlâkın yoksunluğudur.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

10156118_462324770568348_1169127710936561942_n

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

‘Kur’ân eczanesinden alınan ve bu zamanın yaralarına tam şifa olan Risale-i Nur eserlerini okuduğumuz halde neden tedavi olamıyoruz?’ sorusu bugünlerde çokça kafamı meşgul eden bir meseledir.

İşte bu sorunun cevabını ararken, ‘Acaba okumalarımızda mı problem var?’ diye düşündüm. ‘Nasıl bir doktorun verdiği ilâcın kullanım şeklini, doz ayarını iyi bilemediğinizde şifa bulamıyorsak, bu manevî ilâçları da kullanırken acaba yanlışlar ve kusurlarımız mı var?’ diye düşündüm.

Evet, okumak ciddî bir iştir. Goethe’nin dediği gibi, “Okumayı öğrenmek san’atların en güç olanıdır… Tam seksen yılımı bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.”

Okumak; aslında derinleşmek, okuduğunu hayata geçirebilmek, hayata katmaya değer olmayan şeyleri okumamak ve okuduklarından da başkalarını faydalandırmaktır.

Dolayısıyla rastgele okumalar aslında gerçek okumalar değildir. Elbette okunan bu eser, Kur’ân kaynaklı ise faydasız, feyizsiz olmayacaktır. Lâkin şuurlu okumalara ihtiyaç vardır.

Asır, olanca tahribatıyla hepimizi hastalandırmaktadır. Dolayısıyla hiçbir şeyimiz yokmuş gibi yaşamak ve okumak, hastalıklarımızın farkına varamamak, en başta bu ilâcın devasından istifadeyi azaltacaktır.

Okumaya ulvîlik ve anlam kazandıran, “Rabbin adıyla” okumak olsa gerektir. İşte bana göre bütün mesele bu ilk âyetin dersinden gaflet edişimizdir. Zira okuyup istifade etmek de, kemale ermek de, ilim sahibi olmak da, manevî hastalıklardan kurtulmak da, ancak Allah adına okumalarla gerçekleşecektir. Aksi okumalar Kur’ân bile olsa hisleri, nefsi, enaniyeti ve riyakârlığı besleyen tehlikeli okumalar olacaktır.

Bazı kimseler vardır ki hiç ara vermeden mütemadiyen kitap okurlar. Bu güzeldir lâkin okuduklarından netice çıkarmayı bilmeden okumalar, tesirsiz ve faydasız okumalardır. Böyle kimseler de bir yığın malûmat vardır. Fakat beyinleri bu malûmatları bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Kitabın bütün muhtevasını ezberler lâkin bu bilgiler yük olmaktan ve enaniyeti beslemekten öte de gitmez.

Okumak, ibareyi anlamak değil, ibarenin ne demek istediğini anlama işidir. Bu yüzden Risale-i Nurları okumak, derinleşmek işte ibareyi anlamaktan öte, ibarenin ne dediğini anlamak meselesidir.

Müdakkik okuyucu eserin satırlarında, ihtiyaçlarına, merakına, yaralarına cevap veren, tedavi eden, malzemeleri, unsurları bulup çıkarabilen kimsedir.

Okumayı bilmek hayatın akışı içerisinde karşılaşılan her hadisede, hafızanın, satırlardan öğrendiği dersleri, zihne getirip tedavi etme işidir. Muhakeme sahibi kimse derhal bu dersleri mantığına göndererek olay karşısında doğru tavır alabilen kimsedir. İşte şuurlu yaşamak ancak böyle okumalarla gerçekleşecektir.

Bir de şu mesele vardır ki çok mühimdir. Bana göre Risale-i Nur eserlerinin hastalıklarımıza şifa olma sırrı, mesele-i imaniyeleri okurken ve anlatırken öncelikli olarak Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek ve bu niyet ve nazarla okumaktan geçmektedir.

Yani nazarları Kur’ân’a çevirmelidir. Buradaki ihmal ve noksanlıklar hem istifadeyi azaltmakta hem de bilmeyenlerin eserlere karşı su-i zannını arttırmaktadır. Yani eserleri okurken Kur’ân tefsiri olduğunu hiç nazardan kaçırmadan ve bunu nazara vererek okumak tesiri ve şifayı arttıracaktır.

Zaten Bediüzzaman, Sünûhat adlı eserinde şöyle der, “Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyyet imtisale sevk eder. Müçtehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.”

Evet, Risale-i Nur Eserleri cam gibi Kur’ân’ı gösteriyor. Lâkin eserlere muhatap olanlar bazen müellifi, bazen eserin kendisini, bazen de okuyan kişi kendisini perde yapabiliyor. İşte bu noktaya çok dikkat lâzımdır. Dersler doğrudan doğruya Üstad-ı hakiki olan Kur’ân’dan alınmış olduğu için dersi okuyan kimsenin de şahsa istinad etmeden okuması lâzımdır. Aksi taktirde kudsiyet kaybolur ve manevî istifade azalır. Bu yüzden Risale-i Nur’u, Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okumak gerekir ki; yaralarımız Kur’ân eczanesinin bu ilâçlarıyla şifayab olsun.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

“Dindar flört”

Dünyevîleşme, önce meşrûlaştırma ile başlayan bir süreçtir.

Kişinin temel dinamikleri, vicdanı insanı tutarken zamanla heva ve arzulara giydirilen kılıflar, meşrûlaştırma operasyonları yavaş yavaş vicdanları rahatlatmakta medenileşen (!) ve güya çağdaşlaşan dünyada normalleşmeler başlamakta ve dindar kesim de, bu sürece hemence ayak uydurmaktadır. Tahrip kolay olduğundan, nefis ve haz eksenli hayatlara insan kolayca uyum sağlamakta ve ehl-i dünya ile pek derin bir mesafe olan aralık kolayca kapanıvermektedir. Zira zındıkların bütün mesaisi bunun üzerinedir. 

İşte bu önemli tahribatın bir nev’îde dindar gençler arasındaki flört meselesidir. Geçenlerde üniversitenin bahçesinde yürürken kendi aralarında konuşan genç kızların konuşmalarına kulak kabarttım. Aralarında geçen konuşmalardan birisi çok dikkatimi çekti. Genç kız diğer arkadaşına şunu söylüyordu. “ …….falan kişi bana, ‘evlenme teklifimi kabul etmeyecektin de o halde kelâm notlarını bana neden verdin’ dedi”. Güler misin, ağlar mısın? (!)

İşte o zaman dindar gençlerin arasındaki bu flört meselelerini kaleme almak gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak dindarlığın bizatihi kendisi meşrûlaştırmada kullanılmakta ve şeytan tarafından bu kavramların içerisinde haramlar yaşatılmak suretiyle, algılarda oynamalar ve tahribatlar gerçekleştirilmektedir. Bu da vizyon açısından çok tehlikeli ve kirletici durumlara sebep olmaktadır.

Flört meselesi genelde dindar olan gençler tarafından evlilik öncesi tanımaya dönük ara dönem olarak algılanırken, ehl-i dünya gençler açısından ise gönül eğlendirmek, vakit geçirmek olarak algılamaktadır.

Flört eden dindar kız ve erkekler genelde işlemekte oldukları haram olan bu beraberlikleri güya ilerideki yapacakları evliliğin ilk adımı olarak değerlendirmektedir. Birbirlerini tanıyarak uyumlu olup olmayacaklarını tesbit ederek yol yakınken dönmek gibi bir düşünce ile hareket etmektedirler. Lâkin harama atılan küçücük bir adım zaten yolun çok ilerlemesi anlamına geliyor, fakat farkında olamamaktadırlar.

Evet, şeytan insanları harama sevk ederken dindar olanlara yaklaşım biçimi sağdan olup fısıltı şeklinde vicdan seslerini bastırarak, iç frenlerini yıkmak suretiyle olmaktadır. Neticede çok iyi niyetle (!) başlayan bu beraberlikler maalesef hayalleri süsleyen evlilik gibi bir neticeyle de sonlanmıyor. Çünkü, flört aşaması zaten birbirlerini tanımak kılıfına gizlenmiş kusurları saklamak ve sun’î maskelerle dolaşmak anlamına geliyor. Birbirlerine kendilerini sevdirmek ve beğendirmek duygusunun tavan yaptığı bu dönemde bütün bütün kişiliğin kusurları gizlenir ve herkes iyi taraflarını ortaya çıkararak kendini karşısındakine beğendirmeye çalışır. İşte ta baştan yalanla ve kamuflajla başlayan bu süreç daha evlilik gerçekleşmeden veya gerçekleşse bile ilerleyen süreçte patlak verecektir.

Gençler olması gerekenle, olan arasındaki farkı ayırt edemediklerinden veya vicdanlarını nefislerin hevasıyla bastırmalarının kolay yolu bu şekilde inanmak olduğundan, dindarlık kavramına olan güvenleri ile pek çok yanlışa girebilmektedirler.

Kendilerini kandırdıkları en önemli nokta, belki de yanlışa açılan kapı işte bu şeytanî noktadır. Çok dindar dürüst ve güvenilir bir kişi diyerek “dindarlık” profilinde olması gerekenle, olanı, iltibas edip nefsin ve şeytanın kandırmasıyla karşısındakine hemen güvenivermektedirler. Özellikle de dindar kızlar bu konuda yanlışa adım atmakta daha müsaittirler.

Evet bir kişinin temiz, dürüst, dindar olması, dinin emir ve yasaklarının muhatabı olmaktan onu çıkarmıyor. Ya da şöyle düşünelim Allah’ın haram kıldığını işleyen, hatta bunu mubah gören kişi ne kadar dindardır. Bu nokta, üzerinde düşünülmesi ve bir mihenk olması gereken bir noktadır.

İşte bütün bunların neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Dindar olsun olmasın pek çok genç kız ve erkeklerin birinci gündemi karşı cinsle olan münasebettir. Bu bir gerçektir. Bu yüzden bu dönem için “delikanlılık”, “ delilikten bir şube” his ve heveslerin galeyanda olduğu dönem” denir. İşte ebeveynler bu gerçeği gözden kaçırmadan onlarla muhatap olmaları gerekir. Aslında daha küçük yaştan itibaren onlara öğretilmesi gereken en önemli eğitim “özdenetim” adı altında hazlarını ötelemeyi bilmeyi öğretmektir.

Risale-i Nur’da, “akibeti görmeyen kör hissiyat” diye teşhis edilen bu hissi mağlûp edecek eğitimler vermek, gençlik dönemindeki bu tür haramlara girme noktasında en önemli fren görevi görecektir. Yoksa bu hisleri yok sayarak, görmemezlikten gelerek gençlerle muhatap olmak bütün yanlışı onlara yüklemek kolaycılık olacaktır.

Bu dönemdeki bir gencin en önemli freni, vicdanla beraber aklı takviye yani ilimle meşguliyet, kalbi tasfiye yani ibadetle meşguliyet ve ulvî gayelerle ve hedeflerle meşgul etmek, meşgul olmak suretiyle, hazlarını ertelemeyi, mağlûp etmeyi öğretecek bir disiplindir.

Bunun temeli de hiç şüphesiz daha çocukluk yıllarında atılacaktır. Zaten çocuk eğitimi denen şey çocuğa davranış öğretmekten ziyade duyarlılık ve irade kazandırmaktır. Birçok ebeveyn güya çocuklarını gözü dışarıda kalmasın diye onun bütün isteklerini yerine getirmenin doğru olacağını düşünürler. Oysa çocuk her istediğine hemen ulaşmaya alışırsa haz ötelemeyi beceremez. Hazza teslim olmak ise iradeyi zayıflaştırır. Her istediğine hemen ulaşan, bir bedel ödemeden kavuşan, beklemeyi, sabrı ve istemeyi bilmeden isteklerine ulaşan çocuklar yavaş yavaş bencilleşmeye sonra narsistleşmeye sonra da ahlâkî erdemlerini yitirmeye başlayacaktır.

Hasılı; bu tür çok güçlü olan hisler elbette yok sayılarak yok olmayacaktır. Risale-i Nur’un öğrettiği bir metot olan haramların ve günahların içindeki acil elemi ve iman ve güzel işlerin içindeki acil lezzeti ispat etmek suretiyle bu beşinci hisler inşallah mağlûp edilebilecektir.

Konuya inşallah haftaya devam edeceğiz.

Yasemin YAŞAR

Nasıl okumalar bizi daha şahsiyetli kılar?

Okumak vahyin ilk emridir.

Fakat bu okumanın nasıllığı, şuurlanmak ve şahsiyet oluşturmak için önemlidir. Neyi, neye göre, nasıl okumak gerekir sorularının cevap bulması şahsiyet inşası için önemli sorulardır.

Okumak elbette sadece metni okumak veya bugünkü darlaşmış bakış açısıyla, okul okumak, entelektüel birikim kazanmak değildir. Okumak, bir metin veya bir hadise üzerine dikkatle eğilmek, düşünmek, incelemek, verileri bir araya getirmek, analiz etmek, çözümlemek, mesaj çıkarmak, pratiğe dökmek, tanımlamak, teşhis etmek ve elde edilen verileri başkalarıyla paylaşmak gibi bir dizi zihin hareketliliklerini ihtiva eden bir faaliyettir. Yoksa hobi olarak uğraşılan bir meşguliyet, yatmadan önce yapılan kısa bir faaliyet, çetelelerle sadece metni okumaktan ibaret olan, günü kurtarmak için veya aidiyet hislerimizi tatmin için, vicdanımızı rahatlatmaktan ibaret olan bir hareket, faaliyet değildir.

Âyet-i kerimede ilk emirden sonra, devamında ve peşi sıra gelen diğer sûrelerde, neyi, nasıl ve niçin okuyacağımızın cevapları verilir. Bu sıralamaya göre öncelikle okunması gereken, yaratma fiilinin failini bulmaya dönük, esbabdan Müsebbibü-l esbabı, nimetten Mün’im-i Hakikiyi bulmaya götürecek okumalardan bahsedilir.

Aslında Âyet-i kerimede önce iman-ı billah ve sonra marifetullah sayfaları açılır. Hemen sonrasında da en büyük âyet olan ve eşref-i mahlûkat diye nitelendirilen insanın özüne dönük bu okumalar hatırlatılır. Zira bu okumaları sağlıklı yaptığı takdirde, bu sefer sağlam bir bakış açısı kazanan insanın, âfaka dair okumaları da istikamet kazanacaktır.

Kendini bilme yolculuğu aslında Rabbini bilmeye götürecektir. Bu da insana haddini bildirecek, onu kul yapacak, yüksek ahlâkî seviyelere ulaştıracak, kısacası insan kılacaktır.

İşte bugün bu okumalardan gaflet etmek, “Elif ba okumayan bir çocuğa felsefe dersi vermek” gibi bir garabeti netice verecek ve diplomalı cahiller, burnunun ucunu göremeyecek kadar kör nesiller, yaşadığı hadiseyi okuyamayan ferasetsizler, ders ve ibret alamayan basiretsizler, yaşadıklarını ve yaşayabileceklerini analiz edemeyen istikametsizler ve üzerindeki ihsan ve nimetleri taşıyamayan ve takdir edemeyen şahsiyetsizler ortaya çıkaracaktır.

Evet amaçlı okumalar, programlı okumalar, hayata bakan pratiği olan okumalar, tevhidî okumalar, ihlâslı okumalarla ancak sağlam bir şahsiyet oluşacaktır. Yüzü hayata dönük olmayan, anlam ve mana kazanmayan veya yaratıcıya götürmeyen okumalar gerçek okumalar değildir.

Okuma işi kulluk sorumluluğudur. İşin ilginç ve dikkat çeken tarafı da ilk emirle belirlenen bu okuma faaliyet, namaz, oruç, zekât gibi belirlenen kulluk sorumluluklarından önce gelmektedir. Hâsılı, okuma eylemi; entelektüel gevezelik anlamında bir iş değildir. Okuma eylemi, enaniyeti besleyen bir faaliyet değildir. Tam tersine, okuma; İslâmî bir şahsiyet olmaya tâlip kişilerin rıza-i İlâhîyi kazanma maksadıyla sürekli ve çok yönlü bir okuma, düşünme ve iletme faaliyetinin adıdır. Yine tam tersine, okuma; olgunlaşma, mütevazileşme ve kemale ermenin esaslarından biridir.

Yasemin YAŞAR