Etiket arşivi: yılbaşı

Eğlenen insanların yaklaşan hesapları

 

Hesapları yaklaştı; ama insanlar hâlâ gaflette, aldırmıyorlar.

Enbiyâ Sûresi, 21:1

Bir şok verircesine, hayatımızın gerçekleriyle bizi yüz yüze getiren Kur’ân ifadelerinden birini de bu âyette buluyoruz.

Âyet topyekûn bir hesaptan söz ediyor. Ve bu hesabın pek yakın olduğunu ve yaklaşmaya devam ettiğini bildiriyor.

Fakat insanlığın haline, kendi halimize bakıyoruz:

Umursayan yok.

Herkes gaflette, vurdumduymazlık içinde. Nereden gelip nereye gittiğini kimse düşünmüyor. Yarın ne olacağını bilen yok, ama bunu düşünen de yok.

Eğer önümüze bu dünya hayatı içinde elde edilebilecek büyük bir hedef konsaydı, biz bunu ciddîye alırdık. Meselâ dünyanın güzel bir köşesinde birkaç dönümlük arazisiyle birlikte bir saray vaad edilse ve bunun için yıllar boyu çalışmamız istense, bu fiyatı ödemekte cimrilik göstermezdik. (Şu sıralarda ABD’de, “Kırk Yıl Sonra Nasıl Milyoner Olabilirsiniz?” başlıklı bir kitap satış rekorları kırıyor!) Oysa, öyle bir mülk, insanın eline, ömrünün büyük kısmını, üstelik en güzel çağlarını harcadıktan sonra geçer ve insan orada göz açıp kapayıncaya kadar geçen birkaç yıl yaşadıktan sonra, kazandığı şeyi ardında bırakıp gider.

Bizim ciddîye almadığımız şey ise, Âlemlerin Rabbi tarafından vaad edilen ve hiçbir zaman elden çıkmayacak olan, dünya büyüklüğünde, belki ondan çok daha büyük bir Cennet mülküdür. Dünyadaki hiçbir hükümdar öyle bir mülke sahip olmamış; sahip olduğu daha küçük dünya parçası üzerinde de fazla kalamamıştır. Öyle bir mülkü kazanmak ne büyük bahtiyarlık, fırsat ayağımıza gelmişken kaçırmak ne büyük felâket olur!

Böyle bir ödül, eğer kazanılacaksa burada kazanılacak, kaybedilecekse yine bu dünyada iken kaybedilecektir. Çünkü bu kazanç veya kaybı belirleyecek olan, bu dünya hayatının hesabıdır. Ve hiç kimsenin bu hesaplaşmadan kurtulması mümkün değildir.

Ne gariptir ki, insanlar, yegâne sermayeleri olan ömürlerini, bu hesaplaşmaya hazırlanmak yerine, onu unutturacak şeyler icad etmek için harcıyorlar.

Her sene, bir yılı daha geride bıraktıklarında, sanki ömürlerinden bir yıl eksilmemiş de ilâve edilmiş gibi, vur patlasın çal oynasın eğleniyorlar.

Bir ömrün hesabına hazırlanmayanlar, bir gaflet gecesinin hazırlığına haftalar öncesinden başlıyorlar.

Halkı Allah yolundan saptırmak için servetler ortaya dökülüyor, yarışlar açılıyor. Kim daha çok saptırırsa, rating savaşlarının galibi ilân ediliyor.

Kitleler ise, kendilerini saptıranları sadece alkışlamakla kalmıyorlar; ömür dakikalarını harcayarak elde ettikleri kazançlarıyla onları besliyorlar. Kaçınılmaz bir hesaplaşma için harcanması gereken ömrün mahsulâtı, hesabı kaybettirenlerin hesabına yatırılıyor—daha çok çalışsınlar, daha çok saptırsınlar diye!

Kur’ân’ın uyarıları ise, her devirden çok, bizim zamanımızı tasvir eder gibi:

“Hesapları yaklaştı; ama insanlar hâlâ gaflette, aldırmıyorlar.”

Neyi kutluyor insanlar?

Ömürlerinin tükenişini mi? Hesaplarının biraz daha yaklaşmış olmasını mı?

Aslında, zaman içindeki dönüm noktaları, bizi ciddî bir muhasebeye sevk etmesi gereken kilometre taşlarıdır. Bir günün kapanışı, bir yılın sona erişi, doğum günleri, mübarek gün ve geceler, yıldönümleri, bu bakımdan insanın eline çok iyi değerlendirilebilecek fırsatlar sunarlar.

Hesaba çekilmeden önce kendi hayatlarını sorgulayabilenler, bu dönüm noktalarını kaçırmak istemezler. Onlar, böyle muhasebe zamanlarında, ömürlerinin artılarını ve eksilerini önlerine koyarak gerçekçi bir değerlendirme yapabilen, sonra bu değerlendirmenin ışığında kararlar alıp ellerinden geldiğince bu kararları uygulamaya çalışan kimselerdir. Onlar, kendilerine ömürlerinin geçmekte olduğunu hatırlatan kilometre taşlarının değerini de, kendi hayatlarının değerini de gerçekten bilen insanlardır.

Gerçi bu ara muhasebelerin hiçbiri, onları birden bire mükemmel hale getirmez.

Ama her adımda, her dönüm noktasında, onlar biraz daha kusurlarını azaltmış, biraz daha iyilik kazanmış olarak ölüme yaklaşırlar.

Zaten insandan beklenen de tümüyle kusurlardan arınmak değil, iyiye doğru sürekli bir gelişim içinde bulunmaktır.

Ama bunun için, insanın önce bu dünyada ne aradığını bilmesi gerekir.

Ömürlerinin tükenişini güle oynaya kutlayanların en büyük eksiği işte budur.

Ümit Şimşek

Yılbaşı ve Dinimiz İslam

Peygamber(sav) Efendimiz ;”Andolsun ki, sizden öncekilerin yoluna karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Öyle ki, onlar keler deliğine girseler siz de gireceksiniz

Dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü, Yahudi ve Nasranileri mi kastediyorsunuz.

– Kim olacaktı?” diye cevap verdi.” 

Bediüzzaman Hazretleri; “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır” buyurmuştur.

Dinimiz İslam, güneşe ve ateşe tapan milletlere benzemememiz için güneş doğarken, zevâlde iken ve batarken namaz kılmayı yasakladığı gibi, ateşe karşı namaz kılmayı da yasaklamıştır. 

Biz Müslümanlar, yine Yahudilere benzememek için Muharrem ayı orucunda 9 ve 11. günlerdede oruç tutarak farklılığını ortaya koyuyor, taklit eden olmuyoruz.

Peygamber (sav) efendimiz, ümmetinin kendi varlığını muhafaza etmesini emredip, taklitçilik derekesine düşmeyi menetmiştir.

Peygamber (sav) efendimiz Namaza davet konusunda ne Yahudilerin yaptığı gibi boru çalınmasını, nede Hıristiyanlara ait çan çalınmasına razı olmamış Bilal Habeşi hazretlerine Ezanı Muhammedi’yi okutarak davetin yapılmasını emretmiştir.

Peygamberimiz (sav)Efendimiz Medine’ye göç edince, burada iki bayram kutlanıyordu,bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. 

Başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı,

İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi ve kültür taklidi haramdır.

Müslüman ilmiyle, irfanıyla, yüksek ahlâkiyle ve dindarlığı ile herkese örnek olur, herkes ona uymaya özenir. O ise kimselere özenmez. Çünkü dinimiz İslam bizlere yeterince malzeme sunmuş, ihtiyaçlarımızı karşılamıştır.

Hristiyan alemiyle birlikte noel kutlamak büyük günahlardan biridir. 

Aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak caiz değildir.

Müslümanların bu tür davranışlardan kaçınması gerekir. Kendi millî ve dinî günlerimiz var. Her şeyden önce bu dinî ve millî âdetlerimizi yaşatmalı, çocuklarımıza öğretmeliyiz. Hepimiz Müslüman’ız elhamdülillâh. Müslümanlığımızın icabını yaşamalı zamanın kötülük ve fitnelerine karşı koymalıyız.

Yılbaşı kutlaması, noel ağacı süslemesi, noel babanın hediye bırakması gibi âdetler, toplumumuzda kültürel tahribata ve kimlik bunalımına yok açmakta, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden koparıp, batının hayat tarzına alıştırmakta, sonra da onların değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir. 

Peygamber (sav) Efendimiz: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” buyurmuşlardır.

Şeklî benzeşme, i’tikâdî benzeşmeye götürebilir. 

Yılbaşı gecesinin manası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölümün biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlığın gelmesi demektir,o gece bunlar tefekkür edilse daha iyi olur.

Dinimizde noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmi ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmaktan başka hiçbir kıyamet ve değeri asla yoktur.

Hıristiyan gibi yılbaşını kutlamak, yılbaşı eğlenceleri tertiplemek, millî ve dinî değerlerimizi yaralar. Cemiyet ahlakımızı bozar. Dinsizlik ve manevi yoksulluğu arttırır.

Allah(CC) sizleri ve bizleri kendisine hakkıyla kulluk edenlerden eylesin. Amin

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:
Risalei Nur külliyatı
Celal Yıldırım, İslam Fıkhı
Sorularla İslamiyet
Ârifan Dergisi
Dinimiz İslam

Hicri Yılbaşı Nedir? (Yeni Yılınız Hayırlı Olsun)

Hicri takvim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için una (Hicri Kameri” veya “Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını, Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

                                                         *                                          *                                         *

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabiler Hz. Ömer (r.a.) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok önemli olay arasından Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları çok büyük bir önem arz etmektedir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem zulüm ve işkence altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâmın kutsal değerlerine olumsuz etkilerden başka birşey getirmeyeceğinin anlaşılması ve Cenab-ı Hakkın izniyle gerçekleşmiştir.. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır.

Gerçekten Hicretle hem Müslümanların hayatları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni mü’minlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletleri ifade edilmiştir. Bu sebeple Hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır.

Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere bağlı bir fazilet olarak kalmaması, daha sonraki insanların da bundan nasiplenmesi için “Hicret”i önemli bir İslâmî kavram olarak değerlendirmiştir:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan, onları terk eden kimsedir.” (2)

“Hicret, kötülüğü terk etmendir.” (3)

“Gerçek muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (4)

“Gerçek muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” (5)

Bir seferinde hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” (6)

Görüldüğü gibi Hicret mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih olayı olarak kalmamış, bir irşad kavramı olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bir gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak aynı derecede sevap olan cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman severek koşun.” (7)

Bu sebepledir ki, Sahabiler tarih tesbitinde Hicret üzerinde görüşbirliği içindedirler. Müslümanlar o günden bu güne yılbaşını bu eşsiz olaya dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1400 yıl geçti. Dalâletten hidâyete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâmın 15. asırda 1 milyarın üzerinde Müslüman aynı davaya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(1) – Bakara Suresi, 189.
(2) – Buhari, Rikak: 26.
(3) – Müsned. 4:114.
(4) – Ibni Mace, Fiten: 2.
(5) – Ebu Davud. Vitr: 12.
(6) – Müsned. 2: 160, 191.
(7) – Müslim, imaret: 85.

(Kaynak: Sorularlaİslamiyet )

Bir Yılbaşının Ardından..

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)

Her sene yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, akşamdan kalma tütsülü bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının Ardından” röportajları gözüme çarpardı.

Allah’a isyan, insanî sorumlulukları idrakten mahrumiyet, Avrupa’nın sefahetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan bu “Yılbaşının Ardından” röportajlarından tiksinti ve üzüntü duyardım.

Aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için artık yılbaşı sonrası malum gazetelere hiç bakmamayı uygun görüyorum. İnsanın hislerini kontrol altında tutması güç olduğundan, bazen ibret alayım derken günah alır! Bu tip neşir organlarını ele almamak ve eve sokmamak, elbetteki çok yerinde olmakla beraber, pasif bir tedbirdir. Bunun yanında, o gazeteleri boykot etmek ve meslekî bir zarureti yoksa almamak gibi aktif tedbirlere de riayet etmek gerekir.

O neşir organları, aslında bir bakıma olan-biteni yazıp neşrediyorlar. Onlara niçin böyle haber-röportajlar neşrettiklerini sorsanız, yaptıklarının sadece gazetecilik olduğunu söylerler. Haberin cereyan etmiş bir hadiseye uygunluğu, onlar için gazetede binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfidir. Halbuki, “Bâtıl şeyleri ziyade tasvir, safî zihinleri idlâldir“( Bediuzzaman).

İnsanlığın ceddi Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar iyi ve kötü icraat yapan insanlar olmuştur ve olmaktadır. İnsanların yapabilecekleri hayırlı işlerden hiç örnek vermeyerek veya pek az örnek vererek, kötü örneklerden çok bahsetmenin, bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın fertler ve cemiyet için faydası var mıdır? Varsa nedir?

Bu cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek çok az nisbetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin temyiz kabiliyeti lâyikiyle inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar aldıkları şüphesizdir.

Gazetecilik vasıtasıyla cemiyetteki en kötü örnekleri ilan ve neşir ile uğraşanlar, eğer kasıtlı olarak böyle hareket etmiyorlarsa veya “yüksek tirajlı olmak” yolunda okuyucunun en süflî hislerine hitap edip hergün bir gazete parası dilenmek psikolojisi içinde değillerse, neşriyat tarzlarının fert ve cemiyet için fayda ve zararlarını hakşinaslıkla tekrar düşünmelidirler.

İyi nedir? Kötü nedir? İnsan için faydalı ve zararlı olan nedir?

İyiyi ve faydalıyı verebilmek için önce iyinin ve faydalının ne olduğunun anlaşılması ve bizzat yaşanması icabeder. Bu anlayıştan ve yaşayıştan mahrum olanların sadece para için bile olsa gazetecilik yapmaları; cemiyetteki en kötü davranış örnekleriyle birlikte kendi hatalı düşüncelerini de açıkça ilan etmeleri, kötülük taklitçiliğinin cemiyette yaygın hale gelmesinin ağır manevî vebalini yüklenmelerini netice verir.

Bahis konusu edilen bu meselenin manâsını, ehemmiyetini ve inceliklerini lâyikiyle kavrayabilmek için bazı asgarî müştereklerde birleşilmesi gerekiyor. Aksi takdirde anlatılmak istenenin, muhatap tarafından anlaşılmasının, kabul edilmesinin ve tatbikinin mümkün olmayacağı aşikardır.

Biz her insan için değişen bir ahlâk telakkisini kabul etmiyoruz. Zaten böyle bir şeyi kabul etmek, insanın haddini, hududunu aşmasıdır. Zira insan bu dünyaya kendi isteğiyle gelmemiştir. Gerek bu dünyaya gelmesi, gerek bu dünyada yaşaması, bedeninin inşası, çalışması bütün azaları, hücreleri ve molekülleri ve atomlarının vazifelerini büyük bir nizam ve intizam ile yapmaları gibi mevzularda kendi nefsinin hiçbir rolü olmuyor; bu konularda insan kendi nefsine karşı bir şey borçlu olmuyor. Demek ki, insanın bu dünyada bulunuşundaki ve belli bir ömür müddetinde bu dünyada yaşamasındaki asıl gaye ve maksat da, asla kendi nefsine ait olamaz!

İnsanı en mükemmel canlı varlık olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşaması için gönderen, onun vücudunu her türlü azası, hücreleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek selahiyetindedir.

İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin etken mi, edilgen mi olduğunun anlaşılması çok mühim, fakat basit bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iktidarı ve ihtiyarı ile “gelmemiş” onu yaratan Allah tarafından bir hikmete ve gayeye binaen “gönderilmiş” tir.

İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nisbetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” “Benim hayat görüşüm şöyledir…“, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki sözlerle konuşanlar, bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendi keyiflerine ve nefislerinin arzusuna göre tesbit etmek selâhiyetlerini nereden alıyorlar? Hakikatte böyle bir selâhiyetlerinin olamayacağını, kâinatı ve kendilerini yaratan kudretin, insanın bu dünyaya gönderilmesindeki hikmeti ve gayeyi de tesbit etmiş ve bunu insanlara tebliğ etmiş olabileceğini düşünemiyorlar mı?

Allah, insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, insanları ancak kendisine kulluk etsinler diye yaratmış olduğunu açıkça beyan etmektedir. İnsan bu dünyaya Allah’a kulluk imtihanından geçmesi için Allah tarafından “gönderilmiş”tir. İnsanın dünya hayatındaki kulluk imtihanı, aklını kullanıp bu dünyaya maksatsız, başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için gelmiş olamayacağını idrâk ederek, kendisini ve bütün kâinatı Yaratanı tanımak, O’nun kâinatı ve insanı yaratmasındaki gayelerini merak edip peygamber ve kitap vasıtasıyla yaptığı tebliğatından öğrenmek, bu tebligata uymak hususunda aklının ve iradesinin işbirliğini tahakkuk ettirmek tarzında cereyan edecektir.

Evet, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” İşte, bilhassa bu sebepten, ikinci bir defa gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için, “Bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir.

Hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamaktır, dünyada yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır.

Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Asırların…Yılların…Yılbaşının… İdamı

Saliseler, saniye; saniyeler dakika çarkını çevirir
Dakikalar, saate; saatler gün dilimine devredilir
Günler, aylara; aylar, mevsime yapar devir teslim
Mevsimler, seneye; seneler asra inkılâp eder daim
Geçen saniyeler, insan üzerinde bırakır çok derin izler
Bir anda ne duyulur, ne hissedilir, nede görür gözler?
Üç yüz altmış beş günün, en son saniyesine gelinir
Gelir emir, bir insan en sadık dost için ölecek denir
En sadık dost olarak, çıkamaz ortaya hiçbir insan
Bulundu vefalı dost, işte ortada duruyor zaman
Hakiki can dost, gerçek arkadaş en iyi kardeş olarak
İşte benim dedim çıktım meydana, hem de nara atarak
Çok safmışım meğerse esas gerçeği görüp bilemedim
Herkesi kendim gibi sanıp, hakiki arkadaşı seçemedim
Hâlbuki ne güzel günler geçmiş, ne hatıralar saklı
Sevmenin, vefalı ve sadık olmanın bumudur hakkı?
Çok derinden yaralanmıştı gönlüm kalbim
Üzüntüden yaş yerine, kan akıttı gözlerim
Tüm dostlarım çıktı acımasız, hem de vefasız
Her kötülüğü yapan onlardı, ben ise günahsız
Hiç bir kusurum yok, tamamen masumum
Benim suçum, sizle saliselere mahkûmum
Acımasızca, geçen günlerin yapıldı merasimi
Görüp bilmeseydim keşke, parçaladı kalbimi
Şehir meydanına kurulmuştu idam sehpası
Tüm dostlar yerine, yas tutuyordu darağacı
Keyiften dört köşe olup, atıldı naralar
Mutluluktan, patlatıldı neşeli kahkahalar
Tutuldu alkışlar, tempo müzik eşliğinde
Etrafımda, dans edildi yanan meşalelerle
Heyecanla sevinçle, fırlatıldı hava-i fişekler
Keyifle seyredildi havada, Renga renk şekiller
Alkış tufanına tutuldu, idama giden mahkûm
Duyup görünce bunu, tutuşup yandı ruhum
Acı içinde, on adım kalmıştım idam sehpasına
Dokuz, sekiz, yedi diye başlandı geri sayıma
Kenetlendi kollar, şerefe diye kalktı kadehler
Çılgınca bağırılacaktı, tutuldu en son nefesler
Çıktım sehpaya, boğazımdan geçirildi ilme
Tüm duygularım parçalandı, oldu lime lime
Büyük bir sevinçle, vuruldu sehpaya tekme
Her yıl otuz bir Aralık ayı, saat yirmi dörtte
Her sene otuz bir Aralıkta, yapılır törenle infazım
Sevinecek ne var? Sizin üzerinde kaldı günahım
Yaşadığınız zaman, öldü gömüldü mazi mezarına
Günah enkazını, ziyaret ediyorsunuz her yılbaşında
Borborunbekir
Bekir Özcan
www.NurNet.org