Etiket arşivi: yoksulluk

Zamanımızı Medeniyet Çaldı

Bu medeniyet bize hangi konuda bir iyilik yapmışsa, orada bizi eskisinden daha kötü duruma getirmiştir.

Bugün eskisinden çok daha fazla para kazanıyoruz, çok daha fazla şeylere sahip oluyoruz. Fakat bu zenginleştiğimiz mânâsına gelmiyor. Çünkü sahip olduğumuz şeyler üçer beşer artarken, gözümüzü diktiğimiz şeyler onar, yüzer artıyor. Bir yandan zenginleşiyor, diğer yandan da fakirleşiyoruz. Ama fakirleşme hızımız zenginleşme hızımızı geride bıraktığı ve arayı açmaya da devam ettiğimiz için, “Zenginleştikçe yoksullaşıyoruz” diyebiliriz.

Medeniyetle beraber sağlık hizmetleri de baş döndürücü bir hızla ilerledi. Bir iki nesil önce ölümcül olarak bilinen öyle hastalıklar var ki, artık sıradan bir tedaviyle onlardan kurtulabiliyoruz. Fakat bu arada evvelce bilinmeyen veya yaygın şekilde görülmeyen nice hastalıklar da ilerleyen sağlık hizmetlerinin yanı sıra hayatımıza girdi. Medeniyetin günahlarından en uzak bir şekilde yaşayan dindar kesimlerimizde bile bu hızlı bozulmanın eserini görmek için, camilerimizdeki tabure sayısının artışını dikkate almak yeter. Bu çizgiyi istikbale doğru uzattığımız takdirde, birkaç nesil sonra camilerimizde taburesiz namaz kılanların azınlığa düşeceğini tahmin edebiliriz; hattâ bunlar da ekseriyetle çocuk yaşta kimseler olacağı için, muhtemelen kendilerine taburelerin arkasında yer ayrılacaktır!

***

Medeniyetin bize en çok kazandırdığı alanların başında ise zaman vardır. İlerleyen teknolojiyle birlikte hayatımıza giren âlet, cihaz, vasıta, makine cinsinden ne varsa, hemen hemen hepsi de bize şu veya bu ölçüde zaman kazandırmıştır. Ev hanımlarının çamaşır, bulaşık gibi dertleri artık ninelerinin hatıralarında kaldı. Alışveriş için bile eğer evimizden dışarı çıkıyorsak, keyfimizdendir; yoksa oturduğumuz yerden birkaç tuşla istediğimizi sipariş etmekten kolay ne var? Bütün bunları üst üste koyup toplayacak olsanız, herhalde, günün yirmi dört saatinde medeniyetin bize kazandırdığı vakit bir haftadan aşağı düşmeyecektir. Fakat bu, bir günde bir haftalık hayat yaşadığımız mânâsına mı geliyor?

Hayır. Hattâ hafta bir yana dursun, bir günü bile doğru dürüst yaşayabildiğimizi söyleyecek pek az kimse vardır.

Çünkü medeniyetin bize armağan ettiği âlet ve imkânlar sayesinde bazı şeylere zaman ayırmaktan kurtulmuş olsak bile, daha önce bizimle alışverişi olmayan çok daha fazla şey de bu âletlerle beraber hayatımıza girmiş ve zamanımızı işgal edivermiştir. Dakikada bir maillerimizi kontrol etmeden durabilir miyiz? Ya günün haberlerinden uzak bir saat geçirecek olsak, bu arada dünyanın batıp batmadığını bize bildirecek kim var? Hergün birkaç saatimizi aptalca dizilerin karşısında harcamazsak ertesi gün ahbap arasında neyi konuşacağız? Ne var ki, hayatımıza yeni giren şeyler bu kadar zamanımızı işgal ederken, evvelce hayatımızda olanlar da onlara yer ayırmak için birer ikişer bize veda ediyor.

***

“Medeniyetin bize çıkardığı faturalar neden en fazla zaman cephesinde kabarıyor?” diye soracak olursanız:

O, bize verdiği herşeyi, “zaman” karşılığında satar. Bir otomobil bize çok zaman kazandırır; bu doğrudur. Fakat onu alabilmek için ömrümüzün yıllarını harcarız; aldıktan sonra da yakıtını ve sair masraflarını karşılamak için yine zamanımızı harcarız. Bir cep telefonu, daha onun için harcadığımız ömür sermayesini telâfi etmeden çağdışı olur; onun yerine aldığımız yeni model telefonla birlikte eski bilgilerimiz de sıfırlanır; biz bir yandan yeni âletin borcunu ödemek, bir yandan da sıfırlanan bilgilerimizi yeniden öğrenmek için yine nihaî sermayemiz olan zamandan harcama yaparız.

Bu arada hayatımızdan çıkan şeylerin hasretini hiç çekmez olur muyuz? Daha doğrusu, biz o hasreti henüz hissetmeye fırsat bile bulamamışken medeniyet bunun kokusunu alıp da onu tekrar bize pazarlamaya kalkmaz mı?

İşte yeşillikler arasında ailenizle birlikte huzur içinde yaşanacak mekânlar!  Ama o özlediğiniz şeye kavuşmak için daha fazla çalışmalı, daha fazla zaman harcamalı, ailenizden ve özlediğiniz diğer şeylerden daha fazla uzak kalmalısınız. Böyle hikâyeler ekseriya aynı şarkıyla biter:

“Ömür tükeniyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor…”

***

Medeniyetin bu tuzaklarından kendisini kurtarabilenler yok mu?

Var tabii; lâkin çağdaş medeniyet onların yaşayışlarında bize satacak birşey bulamadığı için, ne reklamlarında, ne de haberlerinde bizi onlardan haberdar etmez. Onları ancak sıradan ve sessizce yaşayanlar arasında bulabilirsiniz.

Saçlarını neşriyat hizmetlerinde ağarttıktan sonra geçenlerde emekli olan Ahmet Vural dostumuza yeni hayatının nasıl geçtiğini sorduğumda, artık doya doya kitap okuyabildiğini söyledi. Zaten hayatını verimli bir şekilde değerlendiren bir insandı; yeni hayatında da fazladan bir zamana kavuşmuştu ve bunu kimseye kaptırmadan, kendi belirlediği şekilde kullanıyordu.

Fakat böyle bir huzuru ve mutluluğu yakalamak için, daha doğrusu, Allah’ın bize bağışladığı zamana gerçekten sahip olabilmek için, onun da fiyatını ödemek gerekiyor. Çok şükür ki, bu fiyat, ömrümüzü bozdurarak elde edilecek bir ücret değil. Medeniyetin oyuncak ve tuzaklarına göz ve kulaklarımızı kapatıp ruhumuzun ihtiyaçlarına yönelmek yeter.

Sadece bu kadarını yaptığımız takdirde, hemen kullanıma hazır o kadar çok zamanımız olacak ki!

ÜMİT ŞİMŞEK

Dünya topyekûn bir yoksulluğa doğru gidiyor

Akrabaya, yoksullara, yolculara hakkını ver; israfla saçıp savurma.

Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

İsrâ Sûresi, 17:26-27

BU ÂYETTE, Yüce Allah, israftan kaçınma emrini,

(1) ihtiyaç içinde olanları gözetmek

(2) şeytanlara kardeş olmaktan kaçınmak

şeklinde iki ibretli öğüt arasında bize sunuyor.

Böylece, israfın asla gözardı edilmemesi gereken iki önemli boyutunu gözlerimizin önüne seriyor.

Bu boyutlardan birincisinde, bir hak ihlâli söz konusudur. Zira Allah’ın kuluna cömertçe bağışladığı nimetlerde, akrabanın, yoksulun, yolcunun da bir payı vardır. Bu nimetlerden ihtiyaç fazlasını gelişigüzel saçıp savuran kul, sadece Rabbinin nimetine karşı saygısız davranmakla kalmaz, aynı zamanda, gözetmekle yükümlü tutulduğu hemcinslerine karşı da haksızlık etmiş olur.

Birinci âyette ihtiyaç sahiplerine haklarını verme emri ile israf fiilinin karşıtlık teşkil edecek şekilde bir arada sayılması, her ikisi arasında bir ilişki bulunduğu fikrini hatıra getiriyor. Toplumların bugünkü haline baktığımız zaman ise, bu ilişkiyi açıkça görebiliyoruz. Meselâ, Birleşmiş Milletlerin 2001 yılına ait İnsanî Gelişme Raporuna bu açıdan göz attığımızda, kendimizi şu çarpıcı rakamlar karşısında buluyoruz:

Dünya halkının toplam gelirinin dörtte üçünü, onların dörtte biri cebe indiriyor.

Dünyanın en zengin insanları arasında, en üst seviyede yer alan yüzde 1’lik kesim, dünya halkının yarısından daha fazla gelire sahip bulunuyor.

1990 yılında 100’e yakın ülkeden 1300 temsilci, dünyanın geleceğini konuşmak için Moskova’da bir araya geldiğinde, dünya 100 haneyi barındıran bir köye benzetilmiş ve dünya halkının durumu şöyle bir manzara ile tasvir edilmişti:

Bu hanelerden 70’inin evinde içme suyu yoktu. Tüm arazinin yüzde 60’ı sadece 7 ailenin elindeydi. Bu aile, kullanılabilir enerjinin yüzde 80’ini tüketiyordu. 100 aileden 60’ı ise, arazinin yüzde 10’luk bir kısmına tıkışmıştı. Hava, su, çevre, günışığı, her geçen gün daha da kötüye gidiyordu.

Daha başka anket ve araştırmalar ise, Bangladeş’te 2 bin, Nijerya’da bin dolar seviyesinde olan yıllık ortalama gelirin İngiltere’de 30 bine, ABD’de 40 bine yükseldiğini gösteriyor. Bunun bir başka ifadesi, Nijeryalının 3 bin yıllık gelirini tek bir Amerikalının bu dünyadaki ömrü içerisinde tüketmesi demek…

Dünyanın halinden sual edecek olanlar için, gezegenimiz işte böyle bir manzara sunuyor: bir tarafta, eriştiği nimetleri nasıl saçıp savuracağını şaşırmış bencil bir azınlık; diğer tarafta, temel ihtiyaçlarını güçlükle sağlayabilen — çoğu zaman da sağlayamayan — bir çoğunluk. Aslında bu gezegen, karaları ve denizleriyle, bugünkü nüfusundan kat kat fazlasını barındıracak imkânlara ve besleyecek kaynaklara sahip; fakat maddî imkânların büyük kısmını elinde tutan azınlığın bilinçsiz ve bencil kullanımı sebebiyle, var olan kaynaklar tükeniyor, sınıflar ve ülkeler arasındaki uçurum derinleşiyor, karada ve denizde fesat yayılmaya devam ediyor.

Ve, Allah’ın bağışladığı nimetleri kendi içinde âdil bir şekilde paylaştırmayan dünya, sonuçta, adım adım topyekûn bir yoksulluğa doğru gidiyor.

Bu manzaraya karşılık, bir de, İslâm toplumlarının zaman zaman, zekâta muhtaç kimse bırakmayacak derecede refah seviyesini yakalamış olmasını hatırlayalım. Bugünün medeniyet anlayışı ile, hattâ bu anlayışın etkisinde kendi benliğinden uzaklaşmış zamanımız İslâm toplumlarının durumu ile, öyle bir Kur’ân medeniyeti arasındaki fark ne büyüktür!

Bu farkı kapatacak ve insan sınıfları arasındaki uçurumu ortadan kaldırarak dünyayı yaşanır hale getirecek bir çözümü, pek çok âyetiyle Kur’ân tekrar tekrar ders veriyor.

“Ne bağışlayalım?” diye soranlara, “İhtiyaçtan fazlasını” buyuruyor.[1]

Allah’ın makbul kullarını, “harcadıkları zaman saçıp savurmayan, ama cimrilik de etmeyip orta bir yol tutan kimseler”[2] olarak tanımlıyor.

Ve bu âyette de, tutumluluğu, ihtiyaç sahiplerine yönelen bir şefkat duygusuyla birlikte ders vererek bu dünya üzerindeki huzur ve mutluluk anahtarını bize sunuyor.

[1] Bakara Sûresi, 2:219.

[2] Furkan Sûresi, 25:67.

 yazarumit.com