Etiket arşivi: Yrd.Doç.Dr. Kenan Tastan

Hayatımızın Anlamı Anlamsız Bir Hayat Yaşamak Olmamalı

Genelde terapi sırasında çok sıkıntılı insanları dinlerim ve çoğu kendi yaşadıkları sıkıntılar ile hayatın anlamsızlığı arasında bir ilişki kurarlar ve bunu; “Benim yaşadığım hayat anlamsız demek yerine, bu dünyanın kendisi zaten anlamsız” demeye getirirler. Aslında bu söylemlerinin altında yatan şey,  “Anlamsız bir dünyada benim başıma gelenler benim kabahatim değil, içinde yaşadığım dünyanın hali” tespitidir. En son dinlediğim danışanın anlattıkları nedendir bilinmez “Yaşamaya sabrım yok” diyen Kierkegard’ı hatırlattı bana ve dünyayı dolaşmaya çıkan bir gencin yaşadığı ironiyi.yalniz delikanli

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmiş. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu görmüş. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını görünce bu sadeliğin nedenini sormuş: “Neden hiç eşyanız yok? Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz nerede?” Bilge, bu soruya karşılık olarak kendisi de bir soru sormuş gence; “Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var. Peki, senin eşyaların nerede?” Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtlamış bu soruyu: “Ama görüyorsunuz, ben bir yolcuyum.” Ünlü bilge, hak verircesine gülmüş: “Ben de öyle, evladım, ben de öyle.”

Yaşadığımız birçok sıkıntının, mutsuzluğumuzun, huzursuzluğumuzun nedeninin bu gerçeği bilmemize rağmen yeterince akledemediğimizden kaynaklandığını düşünüyorum. Bediüzzaman 16. Mektup 5. Nokta 5. Meselede dünyayla ilgili çok orijinal bir tespitte bulunuyor: “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef tutmaz sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır. Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”

Peki, biz bu gerçeklere göre mi hayatımızı anlamlandırıyor ve bu gerçeklere göre mi yaşıyoruz? Bu soru herkesin kendi nefsinde cevaplaması gereken bir soru ama çoğumuz için cevap malum.

Oysa biz “Dünya benim neyime? Dünyada ben, bir ağaç altında gölgelenen, sonra da onu terk edip giden bir yolcu gibiyim.” diyen ve tüm hayatını bu gerçeğe uygun olarak yaşayan bir Peygamberin takipçileri değil miyiz?

Çoğumuz bu gerçekleri bilmemize rağmen hemen her birimizin hayatı, içinde anlam barındırmayan günü birlik lezzetler, makamlar uğruna fedaya hazır olduğumuz anlamsızlıkları barındırmıyor mu? Eylem ve söylem uyuşmazlığımızdan ise hiç bahsetmiyorum. Hayatımızı anlamlı kılmak için bildiğimiz bu gerçekleri hayatımıza yansıtmalı ve vicdani alt yapımızı inşa etmeli değil miyiz?

Kur’an surelerinin tamamını, insanın farklı organ ve melekelerine benzetmek mümkündür. Buna göre vicdanın Kur’an‘daki karşılığı Tevbe suresidir ve vicdanını geliştirmek isteyenlerin ilk başvuracağı kaynak bence bu sure olmalıdır. Sonrasında eylem ve söylemlerimiz için Müzzemmil ve Müddessir surelerinden istifade edilebilir. Bildiğiniz gibi Müzzemmil eylem ahlakını, Müddessir söylem ahlakını inşa eder.

Hayatın anlamını inşa çabasına girmeyenlerin durumu mu? Onların durumu “Ön dişlerini fırçalayıp, arkadakiler nasıl olsa görünmüyor diyerek ihmal edenler gibi, kabrin arkasını ihmal eden ve sadece görünen bu dünya için çalışmak kolaycılığına düşenlerin durumu gibi” anlayacağınız çok vahim.  Ha! Bir de deve kuşu örneği var tabi…

Kenan Taştan

Kendi Terapistiniz Olmak İster Misiniz?

Farklı ülkelerde, farklı toplumlarda yapılan son çalışmaların tamamı tek bir kalemden çıkmış gibi bize aynı bilimsel gerçekleri söylüyor: “Refah seviyesinin geçmişle kıyaslanamayacak kadar yükseldiği, teknolojinin insanın hayatının hemen her alanda rahatlattığı bir ortamda bireylerin bunaltı, kaygı, sıkıntı, depresyon, intihar gibi psikolojik kökenli hastalıkları her geçen gün artmaktadır.”

Yapılan çalışmalar intiharların dünyanın en müreffeh ülkelerinden olan İskandinav ülkelerinde daha fazla olduğunu bizlere gösteriyor. İyi ama neden?

Tıp alanında bunca ilerleme bunca ilaç ve terapi tekniğinin gelişmesine rağmen psikosomatik hastalıklar neden gribal enfeksiyonlar gibi salgın tarzında yayılıyor?

Çok değil daha yüz yıl öncesi dönemde yaşanan kıtlık, yokluk, hastalık ve ilaç bulamama endişesini yaşamayan günümüz insanı (en azından Suriye, Arakan, Irak vs. dışında ki ülkelerde durum bu) neyin endişesini, neyin kaygısını hissederek bunalıma giriyor?

Her türlü alanda yaşam standartları artmasına rağmen, 2020 yılında Depresyonun en yaygın ikinci hastalık olacağı öngörüsünde bulunan Dünya Sağlık Örgütü bu konuda neden yeterli önlemleri alamıyor/almıyor?

Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranları binde beşlere kadar düşürülmesine, ortalama yaşam süresi seksenler’in üzerine çıkmasına rağmen psikolojik hastalıklar konusunda neden bir arpa boyu bile mesafe kat edilemiyor?

Soruları çoğaltmak mümkün, tabi bu sorulara verilebilecek muhtelif cevapları da… Her verilen cevap sorunu algılayış şeklinizi belirler diye güzel bir söz vardır.

Günümüz medeniyetinin insanın kendisine karşı yalnızlaşması, yabancılaşması ve bunların sonucu olarak da psikosomatik hastalıklara yakalanması sorununa bulduğu çözüm; bu insanlara mutluluk hapları vermesidir. Bu durum mekanikleşmeyi ve insanın kendine yabancılaşmasını daha da artırmaktadır. Her duygusal eksikliğe, her bunaltıya bir ilaç önerme çözümü insanın duygularının ötelendiği bir yaklaşım tarzıdır. Dahası bu duygular üzerinden büyük meblağların kazanıldığı rant kapısıdır.

Oysa insan kendini yapılandırabilen, kendini algılayabilen, sinyal veren bunaltı ve sıkıntı uyaranlarını ilaçlarla baskılamak yerine, o sinyallerin göndermiş olduğu kodları deşifre edip çözüm yollarına yönelmelidir.

Biz hekimler açısından ise organik bozuklukların ile ruhsal bozuklukların nerede başlayıp nerede sona erdiğini ve birbirleriyle olan etkileşimlerin ne oranda olduğunu tayin etmek çok önemlidir. Bu çerçevede organik kaynaklı ruhsal bozuklukları medikal terapinin kollarına sunarken, fonksiyonel ve kurgulanmış sanal programla ilintili ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde olabildiğince psikoterapiden istifade edilmelidir. Ancak günümüzde ne terapist sayısı bu rahatsızlıklara yakalanan insanları tedavi etmede yeterli sayıdadır ne de uygulanan yöntemler bu toplumun inanç yapısıyla yeterince harmanlanmıştır. Günümüzde çokça dile getirilen terapilerin evrenselliğinden çok o ülkenin ve ülke insanının inanç yapısının ön plana çıkması gerekliliği haklı bir tartışma gibi gözükmektedir. Hatta bir adım ileriye giderek terapilerin bireyselleştirilmesi fikri ve her terapinin, terapi olacak insanın kendine has özellikleri gözetilerek yapılması terapilerdeki başarıyı artıracaktır.

Son zamanlarda artan kimlik-kişilik çatışmalarını, bunaltı, kaygı gibi psikosomatik hastalıkları azaltmada önereceğim teknik, dünya literatürüne 1916 yılında ilk kez Samuel Crothers tarafından isimlendirilmiş olan “Biblioterapi” tekniğidir. Biblio Yunanca ‘kitap’ ve terapi de ‘tedavi’ demektir. Benimde “Terapistin Terapisi” adıyla yazdığım kitabımda uygulamaya çalıştığım bu tekniği, İslam âlimlerinin birçoğunun eserinde görmek mümkündür.

Bu eserlerden biri de Bediüzzaman Said Nursi’nin müellifi olduğu Risale-i Nurlardır. Bu eser kişinin kendi rehabilitasyonu ve terapisi için okunabilecek değerli bir kaynaktır.

  • Öncelikli olarak kendini (yani İnsanı) tanımak isteyenlere; Asayı Musa Kitabında Yedinci Mesele ile izah edilen bölümü,
  • Sıkıntı ve stresle baş etmede zorluk çekenlere; Sözler kitabından özellikle 23. Sözü,
  • Kronik veya ciddi bir hastalığa yakalananlara; Hastalar Risalesini,
  • Çağımızda son zamanlarda özellikle ileri yaşlarda erkeklerde görülen Andropoz hastalığına yakalananlara; İhtiyarlar Risalesini,
  • Gençlikte yaşanan sıkıntılar yüzünden bunalanlara; Gençler Risalesini,
  • Ahiretle ilgili kafası karışık olup da işin içinden çıkamayanlara; Sözler Kitabından 10. Sözü,
  • Ene-ego gibi daha teknik ve derin meseleleri araştıranlara 30. Sözü,

Okumanızı tavsiye ederim.

Yrd. Doç. Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org

Stresi Yönetemiyoruz Çünkü

İnsan ne zaman altından kalkamayacağı bir yükün altına girmişse, altından kalkabileceği kendi yüklerini de ihmal etmiştir. Bu ihmalle başlayan süreçte ise varılan duraklardan biri her daim sıkıntı ve stres olmuştur. Çünkü insan yapması gereken yükümlülüklere sahiptir ve her yükümlülük sorumluluk bilincini beraberinde getirir. İnsan yaptıklarına mecbur olarak değil, yaptıklarından mesul olarak yaratılmıştır. Belki de imtihanın arka planında yatan en büyük sır mecbur olmakla mesul olmak arasında ki farktır. Tabi bu fark, huzurlu mu stresli mi olacağımızı da belirleyen en önemli farklardan biridir.

Stres yönetiminde en önemli unsurlardan biri insanın olaylara bakış açısıdır. Başına gelen her türlü olayı pozitif olarak yorumlayabilen ve “Bu da geçer ya Hu!” diyebilen insanlar ruh hastalıklarına daha az yakalanan insanlardır. Birçoğumuzun ihmal ettiği en önemli unsurlardan biri huzuru hep mal, mülk, şöhret gibi dış faktörlerde aramamızdır. Zira birçoğumuz mutluluğu, huzuru, başarıyı burnumuzun üstünde unuttuğumuz gözlük gibi dışarıda arıyoruz. Oysa aradığımız şey kendimizdedir. Sıkıntı ve hüzne bakış açısı pozitif olan insanlar daha kısa sürede sıkıntılarını yenebiliyorlar. Hüznün, mutluluğun arifesi olduğu gerçeği sıkıntılı zamanlarda hatırlanmalıdır. İnsan yeter ki pes etmesin çünkü her başarının öncesinde muhakkak bir sıkıntı vardır.

Huzurlu ve mutlu olmada en önemli etkenlerden biri diğeri ise niyetin saflığı ve karakterin kalitesidir. Niyetiniz düzgün değilse ve karakteriniz tam olgunlaşmamışsa başınıza olmadık işler gelir hadiste buyurulduğu gibi “Ameller niyetlere göredir.”

Stres yönetiminde kullandığımız dil kalıpları en az bakış açımız kadar önemlidir. İnsanın kullandığı olumlu ya da olumsuz dil düşünce sistemini doğrudan etkileyebilmektedir. Bunu ispatlayan sayısız deneylerden biride New York’ta yapılmıştır.  New York Eyalet Üniversitesinde yapılan bir çalışmada deneklerden “ ……………. olduğuma memnunum.” Cümlesini tamamlamalarını istemişler. Bu çalışmanın beş kez tekrarlamasından sonra, deneklerin hayattan tatmin olma duygusunda belirgin bir artış olduğunun farkına varmışlar. Bir başka denek grubuna ise “…………… olmayı isterdim.” Cümlesini tamamlamasını istemişler. Bu sefer deneklerin hayatlarından tatmin olma duygusunun azaldığını tespit etmişler.

Stres yönetiminde ümitvar olmak ve geçmişe takılmamak da önemli etkendir. Çünkü değiştiremeyeceğiniz bir geçmiş geride dururken, biçimlendirip sahip olabileceğiniz bir gelecek sizi bekliyor hangisine odaklanacağınız ise sizin elinizde.

Bütün bu yöntemleri uygulamanıza rağmen hala sıkıntıdan kurtulamıyorsanız kulaklara küpe mahiyetinde şu Hadisi Şerifi hatırlayın: “Her musibet affedilecek bir günah için gelir.”

Bu gerçeği bilen biri Mevlana gibi kaderi ile anlaşabilir. Mevlana diyor ki “Ben kaderimle konuştum. Bana dedi ki: Ben seni üzeceğim ama sen üzülme.”

Ve stres yönetimi demişken şu düsturu insanoğlu satırlardan çok sadırlara nakşetmeli: “Allah’ın kuluna vereceği en büyük bela, ne hastalık, ne fakirlik ne de makam kaybıdır. En büyük bela ondan desteğini çekmesidir. Zira Allah desteğini çekerse, kul şu dünya okyanusunda hayat gemisini yürütemez.” Bu düstur sadece dünya için değil ahiret içinde geçerlidir.

Yrd.Doç.Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org