Etiket arşivi: Yunus Çengel

“10 ALTIN KURAL”: Daha Güzel Bir Dünya ve Ahiret İçin..

1 Doğruluğu gözet, doğruyu yap. Adil ol ve insaflı davran. Sadece hak ve adaleti referans al. Adalete herkes razı olur. Başkaların haksız ve adaletsiz davranışlarını ölçü olarak alma; misilleme yapma. Aynıyla karşılık vermenin cazibesine kapılma. Güçlü iken gücünü kullanmamanın gücünü keşfet. İki yanlış bir doğru yapmaz. Masumiyet esastır; suç ve hata bireyseldir. Birinin hatasından başkası mesul olmaz. Haksızlığa razı olmak, ona ortak olmaktır. Hatayla masum birini mahkum etmektense suçlu birini masum ilan etmek daha iyidir. Etik değerleri olmayan bir insan, dünyaya salıverilmiş vahşi bir hayvandır. Gerçek medenilik, insaniliktir. Menfaati değil, fazileti esas al. Gerçek karekter, kendisinden hiçbir menfaat gelmeyecek kişiye davranışta belli olur. Bir şey kanunlara uygun da olsa, popüler de olsa, sana menfaat dahi sağlıyor olsa, ‘doğru’ değil ise yapma. Yapıcı ol, yıkıcı olma. Mağdur ol, fakat mağdur etme. Aldan, ama aldatma. Empati yap ve olayları başkalarının gözüyle görmeye çalış. Bir işin gerçek ücreti, karşılığında ne aldığın değil onunla ne olduğundur.

2 İyilik et, iyilik bul. Layık olsun, olmasın; karşılık versin, vermesin; herkese iyi davran. Bunu başkaları iyi olduğu için değil, sen iyi olduğun için yap. Rüzgar eken, fırtına biçer. Hal, söz ve hareketlerinle bugün ne ekersen, yarın onu biçersin. İyilik eden, iyilik bulur. Saygı gösteren, saygı görür. Affeden, affedilir. Hata yapınca nasıl davranılsın istiyorsan, hata yapanlara öyle davran. Teşekkür ve iltifat etmek, iyilik ve güzelliği takdir ve teşvik etmektir. Iyi niyetini suistimal edenler yüzünden iyi olmayı bırakma. Önemli olmak iyidir, ama iyi olmak daha önemlidir. Kendin olma, daha iyi biri ol. Daha iyi olmayı bırakan, iyi olmayı da bırakır. Gerçek cömertlik, hiçbir zaman öğrenmeyecek olan birine iyilik yapmaktır. Kimseye borcu olmayanların kimseye bir şey vermediği bir dünya, yoksul bir dünyadır. Bir kişinin dünyasını değiştirmek, dünyayı değiştirmektir. Bir gün tanımadığın birisine verdiğin bir tebessüm, o gün o kişinin dünyasına doğan tek güneş olabilir. Her insan gizemli bir çekirdektir; uygun bir zaman dilimine ekilir, hayat şartları ile sulanır ve karekterini meyve verir.

3 Güzel bak, iyiye yor. İyimserliği temel hayat felsefen yap. Pozitif ol ve olumlu bak. Olumsuzlukları olgunlukla karşıla. İyimserler iyiye yorup ferahlık, kötümserler kötüye yorup kasvet saçar. Kişi göz, kulak, ağız, akıl ve duygularıyla yedikleridir. Beslenen duygular gelişir, beslenmeyenler cılız kalır. Nazik söz, kulaklara nezih bir ziyafettir. Gözünle sadece iyilik, güzellik, temizlik ve mükemmellik ye; çirkin şeylere gözünü kapat. Dünyanı güzel hal, söz ve hareketlerle inşa et. Söylemeden yutulan kötü sözler yüzünden kimse midesini incitmemiştir. Memnun olan, mutlu olur. Beklenti seviyesi ne kadar yüksek olursa, memnuniyet seviyesi o kadar düşük olur. İyimser kişi gülü, kötümser ise dikeni görür. Kara bir gözlük takan, dünyayı sadece kendine karanlık eder. Yaradılışta iyilik, güzellik ve hayır esastır. Şüpheli durumlarda iyiye yormak gerekir. Bakış açısı sihirli bir gözlüktür. Nasıl bakarsan, öyle görürsün; nasıl görürsen öyle olursun. Algı, gerçeklikten daha önemlidir. Dünya, herkesın kendi penceresinden, kendi gözlüğüyle ve kendi filtreleriyle bakarak gördüğüdür. Aynı dünya birine cennet iken, bir diğerine cehennemdir. Güven duygusunun gelişmediği ortamlarda gelişim olmaz. Güven ve ümit hayat verir, korku ve karamsarlık hayatı kemirir.

4 Sevgiyle yaklaş, alçakgönüllü ol. Sevmeyi sev, düşmanlığa düşman ol. Korkutarak değil, sevdirerek iş gör. Kendini seviyorsan kalbine kin, garaz, haset, intikam, kıskançlık, düşmanlık, kibir ve kendini beğenme hislerinin girmesine izin verme. Hiç nefret etmeyen bir kalp, hiç solmayan bir tebessüm ve hiç incitmeyen bir dokunuşa sahip ol. Sevgi gösterenler, zekilik sergileyenlerden daha çok hayranlık uyandır. Affedemeyen, sevemez. Düşmanları bozguna uğratan sihirli silah, sevgidir. Kibir küçültür, alçakgönüllülük büyütür. Büyüklüğün ölçüsü küçüklük, küçüklüğün ölçüsü büyüklüktür. Küçüldükçe büyürsün, büyüdükçe küçülürsün. Kendini överek büyütmeye çalışan, küçüklüğünü gösterir. Umursamayan, umursanmaz. Kendini beğeneni başkaları beğenmez. Benliğini yok et ki varlık bulasın. Olgunluğun ölçüsü, görmezden gelmektir. İyi geçimin sırrı kusursuz olmak değil, kusurları hoş görmektir. Ergin insan kendine bakınca kusurlarını, başkalarına bakınca meziyetlerini görür. Erdem odur ki dost-düşman herkes takdir eder.

5 Uzlaşmacı davran, uyumlu ol. Hayır, barıştadır. Huzur, uzlaşmadadır. Uyumluluk alçak gönüllülükten, uyumsuzluk kibirdendir. Hayatta en önemli yolculuk, uzlaşma yönünde atılan adımlardır. Kendiyle barışık olmayan kişiyle, başkaları da barışık olmaz. Bir şey tamamen elde edilmezse, tamamen terk de edilmez. En iyi, iyinin düşmanıdır. Bazen iyi, en iyiden daha iyidir; çünkü iyide uzlaşı ve birlik, en iyide ise uzlaşmazlık ve ayrılık vardır. Hızlı yürüyen, tek başına gider. Büyük işler yapan bir ekibin en küçük parçası da büyüktür. Uyumlu birlikten doğan sinerji, bütünü parçalarının toplamından daha büyük eder.

6 Mutlu et, mutluluk bul. ‘Ben’ değil ‘o’ odaklı ol. Vermek, almaktan iyidir. Almaya giden yol, vermekten geçer. Mutluluk, aldığının biraz daha fazlasını vermektir. Başkalarını mutlu etme fırsatlarını kaçırma. Adalet güzeldir; ama lütuf, ihsan ve ikram daha güzeldir. Şefkat hissindeki yüksek haz, karşılıksız vermenin peşin ücretidir. En değerli şeyler, para ile satın alınamayanlardır. En cimri dil, tatlı bir sözü esirgeyendir. İnsanlığa yakışır en yüksek ve sürekli mutluluk, başkalarını mutlu etmekten gelen mutluluktur. Mutlu olmaya çalışan, onu kaçırır. Mutlu etmeye çalışan ise kendini mutluluğun içinde bulur.

7 Eleştirel bak, daha iyisi için sorgula. Eleştirel düşünce, bilgiden daha önemlidir. Sapı samandan, kömürü elmastan, hayali hakikattan ayrıştıran, eleştirel düşüncedir. Sorgulama, gelişme ve ilerlemenin motorudur. Yenilik, hayal etmeyle başlar. Bugünün hayali, yarının gerçeğidir. Yaratıcı düşünce, olmayanı ve olanın daha iyisini zihinde var etmedir. Ezbercilik, ezberlemek değil sorgulamamaktır. Doğruların büyük çoğunluğu mutlak değil izafidir; şartlar değişince bir çok doğru yanlış oluverir. Dünün bir çok doğrusu, bugünün safsatasıdır. Her söylenen doğru olmalı, ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Doğru bir şeyi yanlış bir yer veya zamanda söylemek, yanlıştır. Alışkanlık ve önyargılardan doğan körlükten sıyrıl ve hür fikirli ol. Eleştirel bak, ama yapıcı ol. Yıkmak kolay, yapmak zordur. Daha iyisini yerine koyamayacağın bir şeyi yıkma. Aklı devre dışı bırakan genellemelerden uzak dur. Yeni fikirlere açık ol ve farklı düşünenlere değer ver. Halin gereklerini, zamanın gerçeklerini ve çağın yükselen değerlerini iyi oku ve onların rüzgarını karşına değil, arkana al. Geçerli doğrular sepetlerinde depremler yaratan ve tüm ezberleri bozan paradigma kaymalarına kayıtsız kalma.

8 Girdi değil, çıktı odaklı ol. Yapacağın şeye karar verirken muhtemel sonuçlarını düşün. Hasat etmek istediğin meyveye göre çekirdek ek. Olaylara bütüncül bak; resmin bütününü görmeye çalış. Tek bir halkaya değil, zincire göre hüküm ver. Rasyonel bir yaklaşımla bilgiye dayalı getiri/götürü analizi yap. Akıl ve fikri önplana çıkar. Duygularınla değil, aklınla karar ver. Her söylediğini düşün, ama her düşündüğünü söyleme. Hüküm, çoğunluğa göredir. İyilikleri kötülüklerinden fazla olan kişi, iyi bir kişidir. Zararı faydasından fazla olan adet ve alışkanlıkları terk et. Bir iş için ne kadar çok kaynak kullanıldığı değil, o kaynakla ne kadar çok iş yapıldığı mühimdir. Başarının sırrı çok çalışmak değil, etkin ve verimli çalışmaktır. Hayatta kendini neye hazırlarsan, karşında onu bulursun.

9 Risk al, cesur ol. Değişim ve gelişim, zamanın iki değişmez değeridir. Hızla değişen ve gelişen bir ortamda, değişime ayak uyduramayan geri gider. Yenilikçi ve girişimci ol. Korku ve evhamın kararlarını etkilemesine izin verme. Küçük bir zarar yüzünden, büyük kâr getirecek bir işe girmemek, büyük bir zarara girmektir. Azimli ol, ama hırs yapma. Başarı, sebattadır. Hata yapmaktan ve başarısız olmaktan korkma. Geçmiş başarısızlıklarının cesaretini kırmasına izin verme. Hiç hata yapmayan, kayda değer bir başarısı olmayandır. Risk olmayan işte hayır yoktur. Engeller, aşılmak içindir. Korkaklar silik kalmaya mahkumdur. En değerli şeyin hayatınsa, yaşamıyorsun demektir.

10 Güzellik ve mükemmelliği hedefle. Güzellik ve mükemmellik bizzat sevilir. Güzellik, uyumluluk ve yerli yerindeliktir. Heyecanını canlı tut ve bu ateşi alevlendiren işlere giriş. Ne yaparsan yap, ama mümkün olanın en güzelini ve mükemmelini yap. Bir şey yapmaya değerse, en mükemmel şekilde yapmaya değer. Kolaylaştır, zorlaştırma. Basitliğin gücünü ve cazibesini keşfet. Hal ve hareket, sözden daha yükses sesle konuşur. İş, kişinin aynasıdır. Yapılan işteki mükemmellik, yapandaki mükemmelliği gösterir. Büyüklük mal ve makamda değil, mükemmeliyettedir. Sonunda kalacak olan, insanın ne kadar yaşadığı değil, yaşam süresine ne kadar güzellik ve mükemmellik sığdırdığıdır. En kalıcı isimler, donuk mezartaşlarına kazınanlar değil canlı sıcak kalplere yazılanlardır.

Yunus Çengel Mart 2016

Okullardaki Değerler Eğitiminin Önündeki Engeller – Çözümler

İnsanlar birlikte yaşamaya ve ihtiyaçlarını gidermek için birbiriyle alış-veriş yapmaya muhtaçtırlar. İnsan önce ve en çok kendini sever ve menfaatine düşkündür. Bazen küçük bir menfaat için başkalarının büyük zarar görmesine bile razı olur. Sosyal hayatta barış ve huzurun temini adaletle olur. Ama kişilerin aklı çok defa menfaatin hizmetine girer ve kendi menfaatine taraf olacağı için adalet edemez. O yüzden genel bir akla ve ona dayanan kanun ve kurallara ihtiyaç vardır. Adaleti temin ve toplumsal huzuru tesis için genel akla dayanarak toplum ve iş hayatındaki davranışları düzenlemeye yönelik kural ve kaidelere “etik değerler” veya “ahlaki değerler” denir.

İnsan; insan olması hasebiyle, şefkat vasıtasıyla, başkalarının sevinciyle sevinir ve onların elemiyle üzülür. Yardımlaşma gibi vicdana dayanan ve adaleti aşıp ihsan boyutuna ulaşan davranışlara da “insani değerler” denir. Tüm araştırmaların gösterdiği gibi, etik veya ahlaki değerlerin en büyük, en yaygın ve en etkin kaynağı dindir. Eskiden din kurumu tek başına bu değerleri sağlamaya ve canlı tutmaya yeterli idi. Ancak modernitenin yükselmesiyle din geri planda kaldı ve ortak ahlaki değerlerde oluşan boşluğu seküler eğitimle doldurma ihtiyacı doğdu.

Dünyada her meslek gurubunun tabi olduğu bir etik değerler kodu vardır ve bu değerlerin öğretilmesi o meslek eğitiminin bir parçasıdır. Örneğin ABD’de mühendislik programlarını akredite etmede esas alınan ABET 2000 kriterleri bu şarta şöyle vurgu yapar: “Kriter 3, Program çıktıları ve değerlendirme: Kurumlar, mühendislik programları mezunlarının: (f) Profesyonel ve etik sorumluluklar hakkında bir anlayışları olduğunu göstermek zorundadırlar.” Benzer şartlar diğer meslek guruplarında da vardır.

OKUL ÖNCESİ VE SONRASI DEĞERLER EĞİTİMİ

Eğitim, örgün (sistemli bir şekilde okullarda ve okul yaşındaki çocuklar için), yaygın (talep üzerine açılan ve yetişkinler dahil her yaş gurubuna hitap eden) ve informel (sistematik olmayan ve insanların günlük yaşam süreçleri esnasında okuyarak, gözlemliyerek, tecrübe ederek, dinliyerek veya akıl yürüterek öğrenmesi) olmak üzere üç gruba ayrılır. Araştırmalara göre, insanların sahip oldukları bilgilerin %90’ının kaynağı informel eğitimdir, yani insanın günlük yaşam esnasında “yaşam boyu öğrenim” kapsamında öğrendiği şeylerdir. O yüzden öğrenmede en büyük pay yaşam boyu öğrenmeye aittir ve bu, değerler öğretiminde de böyledir.

Değerler, davranışlarımıza rehberlik eden prensiplerdir. Değerlerin kaynağı inançlardır. İnançların da en etkini, yüksek bir otorite ile ilişkilendirilen dini inançlardır. İnançların mantıksal bir çerçeveye oturuyor olması şart değildir ve hatta mantığa tamamen zıt da olabilir. 13 sayısının uğursuz olduğuna inananların 13’ncü katta veya 13 numaralı koltuğa oturmaktan kaçınması gibi. Zihinlerin saf olduğu ve muhakemeler gelişmediği için iyi ve kötü fikirlerin zihinlerde kalıcı iz bıraktığı çocukluk yılları kalıcı değerler oluşumunda en önemli yıllardır. Bu erken yıllarda edinilen değerleri sonradan değiştirmek çok zordur. Bu yüzden okul öncesi eğitim ve takibeden ilköğretim, değerler oluşumunda en önemli safhaları oluşturur.

Çocuklar akıl yürüterek değil taklit ederek öğrenir ve gördüklerini bir fotoğraf filmi gibi alır. Çocuklar değerleri örnek alarak aldıklarından, değerleri öğretmede en etkin yol örnek olmaktır. Hatta denebilir ki bir çocuğun değer yargıları, büyük etapta anne babası, aile büyükleri, komşuları ve ilköğretimdeki öğretmen ve arkadaşlarının değer yargılarının bir bileşkesidir. Tabi bu teknoloji çağında listeye televizyon, internet ve çocuğun okuduğu yazılı malzemeler ve hatta dinlediği müzikler de eklenmelidir. Bütün bunlar, çocukların karakter oluşumunda arkadaş, kitap vs. seçiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Cenap Şehabettin’in dediği gibi, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez, bazıları zehirler.” Bu yaklaşım, çocukların seyrettiği diziler ve oynadıkları oyunlar için de geçerlidir. Batı ülkelerindeki yaygın hamburger kültürünün kökleri, çocukluk yıllarında seyredilen ve mutlulukla özdeşleştirilen fast food reklamlarında aranmalıdır. Ayrıca, zaman bireysellik ve hürriyet zamanıdır ve kişiliği gelişmiş olan ergenlere orta ve yüksek öğrenim dönemlerinde değer empoze etmeye kalkmak ters tepki oluşturacaktır.

Değerlerin büyük oranda küçük yaşlarda şekillendiği ve insani değerlerin en etkin kaynağının din olduğu dikkate alınırsa küçük yaşlarda ve hatta okul öncesinde din eğitiminin ne kadar önemli olduğu oraya çıkar. O yüzden ilköğretim yıllarındaki din eğitimine konan engeller derhal kaldırılmalıdır. Aksi taktirde yeni neslin değerlerimizden uzaklaşma süreci hızlanarak devam edecek ve çocuklarımız bize yabancılaşacaklardır. Kaldı ki, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi önüne engeller koyması, din eğitimini kontrol etmesi ve hatta din eğitimini kendi tekeline almaya kalkması laik devlet anlayışıyla tabana tabana zıttır. En iyi örneğini ABD’de gördüğümüz modern laiklik anlayışında, ailer çocuklarına istediği din eğitimini, istediği yerde, istediği zaman ve istediği kişi ve kurum aracılığıyla verir. Bu, temel bir insanlık hakkıdır ve devletin din ve vicdan özgürlüğü sahasına hiç bir şekilde müdahale etme hakkı yoktur. Ayrıca, Batı ülkelerinde dini, çoğulculuk anlayışı içinde cemaatler temsil eder. Örneğin Hristiyanlığın belli bir yorumunu temsil eden Katolikler dini bir camaattir ve üzerlerinde hiçbir devlet kontrolü yoktur. Dini cemaatlere yapılan bağışlar da vergiden düşülür. ABD’de ilk ve orta öğrenimin yapıldığı 97 bin devlet okulunun yanında 7400 katolik okulu da vardır ve bu okullarda papaz ve rahibeler öğrencilere din dersi de verip dini değerleri öğretirler. Aynı hak müslüman okulları için de söz konusudur. Bizde ise çocukların aynı amaç için gönderildiği İmam Hatip Okulları meslek okulu kapsamında görülmekte ve en temel bir hak olan dinini öğrenme ve öğretme hakkı ihlal edilmektedir. Modern dünyada laikliğin en katı yorumunu temsil eden Fransa’da bile isteyen aile çocuğunu ilk ve orta öğretim için dini okullara göndermekte ve bunun ücretini devlet ödemektedir.

Yine ABD’de 1 milyonu aşkın öğrenciye okullarda değer erozyonuna uğramamaları için aileleri tarafından evde eğitim verilmektedir. Ayrıca, her Pazar kiliselerde çocuklar dahil tüm aile üyelerine din dersi verilmektedir. Türkiye’de devlet daha demokratik bir açılımla bu çağdaş demokrasi çizgisini yakalamayı amaçlamalı ve camileri manevi değerler için bir yaşam ve eğitim merkezi haline dönüştürme projesini başlatmalıdır. Böylelikle ailelerin çocuklarına etkin bir değerler eğitimi vermesinin önü açılmalıdır. Örneğin hafta içi bir akşam ve/veya hafta sonu belli saatlerde imamlar camilerde çocuk ve hatta aileler için din dersi başlatabilir, aynen Türkiye’de azınlık cemaatlarinin kendi üyelerine kiliselerde din eğitimi verdikleri gibi. Bu yapılınca okullardaki zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi de tüm dinlerin ve kültürlerin ortak bir zeminde taraf olmadan öğretildiği gerçek manada bir “kültür” dersine dönüştürülebilir. İmamların mümkün olduğunca İlahiyat Fakültesi mezunu olmaları şartı aranmalı, İmam Hatip liseleri meslek okulu kategorisinden çıkarılmalıdır, aynen öğretmen liselerinin meslek okulu kategorisinden çıkarıldıkları gibi.

TEMEL ORTAK PROBLEM: DEMOKRASİ EKSİKLİĞİ

Görünüşte Türkiye’nin laiklik, Kürt ve Alevilik gibi çözümsüzlüğe mahkum edilmiş birçok sorunu var gibi görünse de aslında Türkiye’nin sadece bir tek sorunu vardır ve o da demokrasi kıtlığıdır. Dindarlarla olan problemin temelinde dine tahammülsüzlük, dini evlerde dört duvar arasına hapsetme ve dindarları inkar etme vardır. Kürtlerle olan sorunun temelinde Kürtleri inkar ve Kürtçeyi yok sayma ve Alevilerle olan sorunun temelinde de Alevileri bir inanç gurubu olarak görmezden gelmede ısrar vardır.

Türkiye gözünü kapayarak hiçbir problemin yok olmıyacağını artık görmeli ve gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermelidr. Türkiye laikliği modern dünya gibi yorumlasa ne “irtica” tehlikesi kalır ne de “Alevilik” derdi, aynen Ortaçağ karanlıklarının yaşandığı eski kıtada demokrasinin yerleşmesiyle böyle bir derdin kalmadığı gibi. Örneğin ABD’de başörtülü bayanlar üniversiteye laikliğe rağmen değil, laikliğin gereği olarak girerler ve bir kişinin dini kisveyle üniversite girme hakkı din ve vicdan hürriyetinin bir parçasıdır.

ABD’de nüfusun %15’i İspanyol asıllıdır ve bunların bir kısmı yeterli İngilizce bilmez. Ama ABD resmi dili İngilizce olmasına rağmen İspanyolcayı tanır ve onlara kendi dillerinde eğitim, basın, yayın gibi her hakkı verir. Hatta birçok devlet kurumunun web sitesinde bir düğmeye basarak sitedeki tüm bilgilere İspanyolca olarak ulaşılabilir. Birçok firma reklamlarında “İspanyolca konuşulur” ibaresini kullanır ve böylece İngilizcesi zayıf olan müşterileri çekmeye çalışır. Bunun sonucu olarak da ABD okullarında en rağbette olan yabancı dil İspanyolcadır. Çünkü İspanyolca bilmek bilhassa Güney eyaletlerinde ve Kaliforniya’da çalışmayı düşünenlere ciddi bir avantaj sağlar. Sonunda, ABD’de kendini “Hispanik” olarak tanımlıyan 45 milyon İspanyol asıllı Amerikalı vardır, ama “İspanyol sorunu” yoktur. Acaba Türkiye bugüne kadar Kürtleri inkar ederek on binlerce gencini ve yüz milyarlarca doları telef etmekten ve bölünmenin eşiğine gelmekten başka neyi kazandı? Ve ABD’deki demokratik yaklaşımı Kürtlere gösterse (ki bizim Irak ve Yunanistan gibi komşu ülkelerdeki Türklere gösterilmesini istediğimiz yaklaşımdır) Kürtlerin Türkiye’ye bağlılığını kazanıp aidiyet duygusunu pekiştirmekten ve PKK bataklığını kurutmaktan başka neyi kaybeder?

ÖĞRETMEN ATAMALARI VE KPSS SINAVI

Çocuklara rol modelliği yapan ve davranışlarıyla binlerce öğrenciye değerler eğitimi verme konumunda olan öğretmenler, bilhassa ilkokul öğretmenleri, karakter değerlendirmesinden geçirilerek göreve alınmalıdır. Yeni atamalarda kontratlar birer yıllık olmalı ve yetersiz performans gösteren ögretmenlerin kontratları yenilenmemelidir. Unutulmamalıdır ki kurda merhamet, kuzuya zulümdür. Bu etapta, KPSS sınavı puanlarına dayalı öğretmen atama çılgınlığına son verilmelidir. Türkiye’de hayatın neredeyse her safhasını etkisi altına alan ve etkinlik ve verimliliği dibe vurduran puana dayalı değerlendirme sistemi eğitim fakültelerindeki eğitimi de olumsuz etkilemekte ve öğretmen adayları – müzik ve beden eğitimi ögretmen adayları da dahil – okulun son yıllarında kendi dersleri yerine KPSS sınavına çalışmaktadırlar. Ancak KPSS sınavının öğretmenlik mesleğiyle pek bir ilgisi yoktur ve bu sınav öğretmenlik mesleği ile alakalı hiçbir beceriyi ölçmemektedir. Hiçbir özel okul KPSS puanına dayalı olarak öğretmen almayı aklına bile getirmemektedir.

Aklı ve bilimi rehber edinen ABD’de değişik puan ve yüksek başarı sertifikaları öğretmen adaylarına sadece mülakat hakkı kazandırır. Bir komite önünde detaylı bir mülakata tabi tutulmadan hiçbir kişiye öğretmenlik teklif edilmez. Teklif edilenlere de meslek ehliyetini ispatlamadan uzun süreli kontrat sunulmaz. Öğretmenlerde öncelikle aranan beceriler sosyallik, iletişim, pozitif enerji verme, problem çözme, uyuşmazlık giderme, motive etme, sağlam bir karakter sahibi olma, psikolojik takıntılardan uzak olma gibi beceri ve özelliklerdir ki bunlar KPSS ile değil ancak yüz yüze mülakat ile ölçülebilir. Hatta çoğunlukla KPSS başarısı ile sosyallik ve iyi iletişim kurma gibi beceriler ters orantılıdır. Mülakata gelen öğretmen adaylarına öğretmen veli ve öğrenci temsilcilerinin de olduğu bir komite huzurunda bir ders veya seminer verdirilmeli ve değerlendirmede izleyici önündeki bu performansa ağırlık verilmelidir. Her okula yer yıl 10 öğretmen adayını bu şekilde karma bir komite tarafından değerlendirme görevi verilse ve sonuçlar okul müdürlüklerince ilgili makama bildirilse ve yeni mezun öğretmen tayinlerinde KPSS yerine bu okul komite değerlendirmesi ile beraber üniversite notları ve stajyerlik başarı puanları esas alınsa, KPSS’den çok daha isabetli olmaz mı? Böylece eğitim fakültelerinde ögrencilere doğru mesaj verilmez mi?

Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen atamalarında akla dayalı özel okul ve modern dünya uygulamalarına sırtını dönerek mülakat yerine KPSS puanına göre öğretmen atayarak adeta yüksek sesle “insanlara güvenilmez” mesajını vermektedir. Zaten öğretmenlerin maruz kaldığı sıkı denetim ve okul müdürlerinin yetkisizliği bu güvensizliği daha da görünür hale getirmektedir. Nitekim öğrenciler arasında yapılan araştırmalarda insanlara güvenenlerin oranı 2004’te %7’den 2007’de %5’e düşmüştür. İnsanlara güvenenlerin oranı eğitim seviyesi yükseldikçe düşmektedir. Yani okullar öğrencilerine bir değer olarak güveni değil, adeta güvensizliği öğretmektedir.

Eğer devlet okullarında öğretmenlerin daha saygın ve kaliteli olması isteniyorsa, kararları bilgisayarların değil insanların vermesinin önü açılmalıdır. Belli değerlendirme prosedürleri geliştirilerek de muhtemel suistimaller asgari düzeye indirilebilir. Bu konuda belediyeler iyi bir örnek oluşturmaktadır: Yerel yönetimlerde idareciler yerel olarak belirlenir ve ciddi bir suistimal potansiyeli vardır. Ancak tüm risklere ve göreve gelenlerin acemiliğine rağmen Türkiye’de beldelerimiz görünüm ve hizmet kalitesi olarak Avrupa’dan pek de geri kalmaz. Eğer belediyelere güvenilmeyip tüm belde hizmetleri Ankara’dan KPSS puanına göre atanan kaymakamlık elemanlarınca yapılacak olaydı, acaba bugün beldelerimiz ne halde olurdu? 

SBS SINAVI VE DEĞERLER EĞİTİMİ

Öğretmen atamalarında KPSS sınavı ile ilgili olumsuzlukların benzerleri ilköğretimde SBS sınavı ile ilgili olarak yaşanmaktadır. Sınav yoluyla ölçme ve değerlendirme tüm dünyada standart bir uygulamadır ve ABD’de bile SBS türü ulusal sınavlar vardır. Ancak orada ulusal veya bölgesel sınavlar normal bir dersin yıl içi sınavı gibi hiçbir başvuru yapılmadan her öğrenciye kendi sınıfında ve okulundaki öğretmenler tarafından verilir. Sınavların gayesi de öğrencileri sıralamak değil değişik konularda belirlenen beceri hedeflerine ne derece ulaşıldığını ölçmek ve eksikleri olan öğrenci ve kurumları belirleyip eksikleri telafi yoluna girmektir. Yani sınavlar öğrencilerden ziyade öğretmen ve okul yöneticileri için bir stres kaynağıdır. Aileler de kendi çocuklarının okul ve bölge içindeki izafi performanslarını görüp ona göre gerçekçi bir beklenti içine girerler. Gerekirse belli konularda özel destek alırlar.

ABD’de ihtiyaç olunca kısa süreli özel ders alma vardır, ama okuldan sonra veya hafta sonları dersaneye gitme diye bir kavram yoktur. ABD’de 20 yıldan fazla kalan ve iki çocuğunu da orada ilkokula gönderen biri olarak, ABD’de “Dersane” diye bir tabela ne gördüm ve ne de duydum (özel müzik ve spor dersleri veren yerler bahsimizin dışındadır). Zaten ABD’de ilköğretimi bitirenler kendi mahallelerindeki liseye gitmek zorundadır. Böylece servis araçlarında trafikte uzun saatler geçirme derdi de yoktur. Başka bir mahalledeki daha iyi olarak bilinen bir liseye gitmenin yolu, o mahalleye taşınmaktır. Liselerde ders geçme sistemi vardır ve kimi öğrenci fen ağırlıklı dersler alırken kimisi sosyal kimisi de sanat ağırlıklı dersler alır. Yani genel liseler aynı zamanda bir meslek, sanat ve spor lisesidir ve her lisenin birçok spor dalında aktif takımı vardır. O kadar ki bir spor dalında yer almayan öğrenci neredeyse hiç yoktur. Lise öğrencilerinin büyük çoğunluğu kendi okulunda veya bir bölge okulunda bir veya birkaç meslek dersi de alır ve genel liseyi bir meslek sahibi olarak bitirir veya 16 yaşına gelince isterse liseyi terkeder. O yüzden isteyen her lise mezunu üniversiteye girebilmesine rağmen mezunların üçte biri, 2 veya 4 yıllık bir üniversiteye başvurmaz bile.

İlaç ile zehir arasındaki fark, dozajıdır. Bizde SBS türü sınavları zehir yapan unsur, sınavların eğitimin merkezine oturması ve eğitimin tek çıktısının ve öğrenci başarısının tek ölçütünün bu sınavdan alınan puanın olmasıdır. Sonunda maddi gücü olanlar bu sıralamada daha yukarılara tırmanmak için çocuklarını dersanelere koşturmakta ve bu imkanı olmayan çoğunluk ise baştan kaybetmişlik psikolojisine bürünmektedir. Sonunda öğrenme heyecanının yerini olumsuz rekabet, küskünlük, kıskançlık, gerginlik, ümitsizlik, yetersizlik, başarısızlık ve hatta kızgınlık gibi olumsuz hisler almaktadır. İtibarın tek kaynağının para olduğu ve zenginlerin kral gibi muamele görüp fakirlerin horlandığı bir toplumda değerlerden ve değer eğitiminden ne kadar bahsedilebilir?

Temel değerim puan olduğu ve herkesin değerinin SBS türü sınavlardan aldığı puanla ölçüldüğü ve zihinlerin test ve sınavlardan başka bir şeyle meşgul olmadığı bir ortamda acaba değer eğitimi ne derece etkin olur? Öğrencilerin sıralamada birbirinin önüne geçme telaşında olduğu bir ortamda yardımlaşmayı mı öğreteceğiz, sevgiyi mi veya empati yapmayı mı? Arşivleri sahte sağlık raporları ile dolu olan okullarda doğruluk eğitimi mi vereceğiz? Bazan merak ediyorum, acaba okullarda devam mecburiyeti olmasa ne olacaktı? Raporlarla sahtekarlığı meşrulaştırdığımız gibi, her sabah “Türküm, doğruyum…” nakaratı ile de yalanı da sıradanlaştırmış bulunuyoruz. Toktamış Ateş gibi tarih uzmanları okullarda öğretilen resmi tarih ile gerçek tarih arasında ciddi tezatlar olduğunu söyleyedursun, biz ulus devlet oluşturma yolunda ve herkesi aynı tornadan çıkmış parçaya döndürme telaşında yalan da olsa hala resmi tarihi öğretmeye devam ediyoruz. Bunu haklı çıkarmak için başka ülkelerin de böyle yaptığı yalanına yapışıyoruz. Özümüz ile sözümüz aynı olmadığı sürece çocuklara dürüstlüğu nasıl öğreteceğiz?

Ögrencilerine sigara içmemeyi telkin eden bir öğretmenin yapması gereken ilk iş sigarayı bırakmaktır. Milli Eğitim Bakanlığı da değerler eğitimine başlamadan önce müfredattan tüm yalanları ayıklamalı ve başta sahte sağlık raporları olmaz üzere sahtekarlığı kurumsallaştıran uygulamaları önlemenin yolunu bulmalıdır. Sonra, ilköğretimin bilhassa son yıllarında eğitimi felç eden SBS türü ulusal sıralama sınavlarına gerek bırakmayacak düzenlemeleri devreye sokmalıdır. Meslek liseleri dışında, isimleri ne olursa olsun genel liseden fen liselerine ve ögretmen liselerine kadar tüm liselerin temel hedefi ve tek başarı ölçütü ÖSS sınavındaki başarıdır. Kuruluş misyonlarını kaybetmiş ve aslında aynı tip olan bu liseleri tek tipe çevirerek (örneğin Anadolu Lisesi) herkesin kendi mahallesindeki liseye gitmesi sağlanmalıdır. Böylelikle SBS’ye gerek kalmayacağı için en azından ilköğretim kurumlarında gerçek eğitime dönülmesinin yolu açılmış olacaktır.

SBS sınavının adaleti sağladığı tezi de yanıltıcıdır ve evrensel bir değer olan adalete zıttır. Çünkü büyük çoğunluğu mağdur ve mahzun etmektedir. Acaba SBS sınavını kazanamayanların kolunu, bacağını parça parça edeceğimizi önceden ilan etsek sonra da bunu yapsak, bu adil olur mu? Peki, küçük bir azınlık komşularıyla aynı mahalle okuluna gitme yerine elit okullara gidebilsin diye sınavı kazanamayan 14 yaş gurubundaki büyük körpe çoğunluğun vakar, özgüven, itibar, geleceğe bakış, ümit gibi manevi uzuvlarını parça parça ederek onları adeta manevi mevtalara çevirmek acaba ne kadar adildir?

SBS’nin kaldırılması uygulamasına elit bir azınlık karşı çıkacaktır. Ama bu düzenleme bu elit çevrenin yarış atına dönüşecek olan çocuklarına da büyük bir iyilik olacaktır. Liselerin çoklu müfredatı tek tipe çevrilip SBS’nin kaldırılması fikri en kısa zamanda hayata geçirilmelidir. Ulusal sıralanma stresinden arındırılmış okullarda değerler eğitimi hastane, hapishane ve yaşlılar evlerine yapılan gerçek dünya ziyaretleri ve rol oyunlarıyla çok daha etkin ve zevkli olarak yapılabilecektir.

AHLAKİ (ETİK) DEĞERLERİN TEMELİ: MENFAAT VEYA FAZİLET

Materyalist dünya görüşüne göre insan akıllı bir hayvandır. İnsan da hayvan gibi maddi bir bedenden ibarettir. Hayat bir mücadeledir. Yaşamak için kuvvetli olmak lazımdır. Zayıf olan ezilir ve yok olur. Gaye maddî menfaattir. İlişkilerde “şahsi menfaat” ve “millî menfaat” esastır. Bir ABD özdeyişinde ifade edildiği gibi, “There is no such thing as free lunch” yani “Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur.” Hedef, arzu ve ihtiyaçları tatmin edip rahat içinde yaşamaktır ve alınan toplam hazzı maksimize etmektir. Akıl, menfaat sağlama mücadelesinde kıymetli bir alettir.

Bireysel menfaati bencilce azamî seviyeye çıkarma mücadelesinin neticesi çatışmadır. Çatışma ise herkesin menfaatine zıttır. Çatışmayı önlemenin yolu, mutabakat sağlayıp toplumsal menfaati ön plana çıkarmaktır. Çünkü toplumsal menfaat pastası büyüdükçe, herkese daha büyük bir pay düşecektir. Toplumsal mutabakat sağlamanın ve hayatın tadını kaçıran çatışmayı önleminin yolu da adaleti esas almaktır. Akıl, bunu gerektirir. Toplumsal mutabakatın neticesi de kanun ve kurallardır. Etik veya ahlaki kurallar bunun bir alt grubudur. Akla dayalı etik kurallar toplumsal barış ve huzurun, barış ve huzur da menfaatların korunması için bir gerekliliktir. Aksi taktirde hayat zehir olur ve herkesin menfaati tehlikeye girer.

Buradan çıkarılabilecek sonuç, dünya hayatına da en yüksek menfaati moral değerlerin sağladığıdır. Ancak modern dünyada, moral değerlerin kaynağı olan dinin geri planda kalmasıyla bir boşluk oluşmuştur. Etik değerlerin tesisi, bu boşluğu laik bir çerçevede doldurma gayretidir.

Materyalist yaklaşımda menfaat amaç, etik kuralların sağladığı zemin araçtır. O yüzden menfaat ve etiklik çatışırsa, zemin kayması mümkündür. Küçük hesaplar sonucu böyle bir zemin kaymasını önlemek için etik değerlerin akla kalıcı olarak nakşedilmesi gerekir; bu da eğitimle olur.

Menfaat yerine fazilet veya erdem odaklı hayat felsefesine göre insan maddî bedenle beraber ruhu da olan manevî bir varlıktır ve maddî hazlarıyla beraber manevî lezzetleri de vardır. Hayat bir yardımlaşmadır ve kuvvetlilerin zayıflara yardım etme sorumluluğu vardır. İlişkilerde menfaat yerine fazilet ve moral (manevi) değerler esastır. Hayatın gayesi maddi arzu ve hevesleri tatmin değil, insan olarak yükselmek ve ruhen gelişmektir. Bu da doğrulukla olur. Moral değerler kalbe nakşedildiği ve onlara uyma meyli içten geldiği için insan üzerindeki etkileri gayet kuvvetlidir. Bu değerleri ihlal etmenin cezası yine kalpte vicdan azabı olarak hissedilir. Bilgeliğe veya vahye dayanan manevi değerler akla dayanan etik değerleri de kapsar. O yüzden aralarında çelişki söz konusu değildir. 

Adalet güzeldir; ama ihsan daha güzeldir. İnsanlar adalete razı olurlar, ama ihsana cezbolurlar. İnsan, ihsanın esiridir denir. İnsanların hayattaki hedefi mutlu olmaktır ve hayattan lezzet almaktır. Madde ve onunla alakalı maddi hazlar sınırlı ve geçicidir, zaman ve mekana tabidir. Bu hazlar hayvanlarda da vardır. Mana ve onunla alakalı manevi hazlar ise sınırsız ve daimidir, zaman ve mekan üstüdür. Maddi hazların merkezi nefis (arzu ve hevesler), manevi hazların merkezi ise kalptir. Ancak bu hazların varlığı ve büyüklüğü tecrübe ile keşfedilir. O yüzden yüksek insani hazların yaşanacağı tecrübelere maruz bırakılmak – yaşlılar evinde kimsesiz bir yaşlıya bir hediye götürüp onun yüzündeki mahzunluğun mutluluğa dönmesini seyretmek gibi – değerler eğitiminin en etkin bir yolu olabilir.

ÖZLÜ SÖZLERLE MORAL DEGERLER[1]

Aşağıda derlenen özlü sözler, insani ve ahlaki değerlerin önemini ve bu değerlerin eğitim ile olan ilişkisini gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir:

“Manhood, not scholarship, is the first aim of education.”

Eğitimin ilk hedefi bilimsellik değil insanlıktır.

Ernest Seton

“Integrity without knowledge is weak and useless, while knowledge without integrity is dangerous and dreadful.”

Bilgisiz doğruluk zayıf ve faydasızdır; doğruluksuz bilgi tehlikeli ve esef vericidir.

Samuel Jackson

“Bir insanı akıl yönünden eğitip ahlak yönünden eğitmemek, toplumun başına bir bela yetiştirmek demektir.”

“To educate a man in mind and not in morals is to educate a menace to society.”

Theodore Roosevelt

“A man who has never gone to school may steal from a freight car; but if he has a university education, he may steal the whole railroad.”

“Hiç okula gitmeyen bir adam bir vagondan çalabilir; ama eğer üniversite eğitimi varsa, bütün demiryolunu çalabilir.”

Theodore Roosevelt

“There is not in all America a more dangerous trait than the deification of mere smartness unaccompanied by any sense of moral responsibility.”

“Tüm Amerika’da beraberinde hiç bir ahlakî sorumluluk hissi taşımayan yalın zekiliği yüceltmekten daha tehlikeli bir akım yoktur.”

Theodore Roosevelt

“The things that will destroy America are prosperity at any price, peace at any price, safety first instead of duty first, the love of soft living and the get rich quick theory of life.”

“Amerika’yı imha edecek olan şeyler ne pahasına olursa olsun zenginleşme, ne pahasına olursa olsun barış, önce vazife yerine önce güvenlik, rahat yaşama olan düşkünlük ve çabuk zengin olma hayat teorisidir.”

Theodore Roosevelt

“Character, in the long run, is the decisive factor in the life of an individual and of nations alike.”

“Uzun vadede, bireylerin ve de ülkelerin hayatında belirleyici faktör karakterdir.”

Theodore Roosevelt

“The measure of a man’s character is what he would do if he knew he never would be found out.”

“Bir insanın gerçek karakterinin ölçüsü, asla ortaya çıkmayacağını bildiğinde ne yapacağıdır.”

Thomas B. Macaulay

“Nobody will know. Nobody except you. But you have to live with yourself. And it is always better to live with someone you respect – because respect breeds confidence.”

“Hiçkimse bilmeyecek. Senin dışında hiç bir kimse… Ancak sen kendinle yaşamak zorundasın. Ve saygı duyduğun biriyle yaşamak her zaman daha iyidir. Çünkü saygı özgüveni doğurur.”

Jerome Weidman

“Because you’re able to do it and because you have the right to do it doesn’t mean it’s right to do it.”

“Bir şeyi yapabilme gücünün olması ve onu yapma hakkına sahip olman onu yapmanın doğru olduğu anlamına gelmez.”

Laura Schlessinger

“The true measure of a man is how he treats someone who can do him absolutely no good.”

“Bir insanın büyüklüğünün gerçek ölçüsü, kendisine asla bir fayda sağlayamayacak olan bir kişiye nasıl davrandığıdır.”

Samuel Johnson

“Cowardice asks the question, ‘Is it safe?’ Expediency asks the question, ‘Is it politic?’ Vanity asks the question, ‘Is it popular?’ But, conscience asks the question, ‘Is it right?’ And there comes a time when one must take a position that is neither safe, nor politic, nor popular but one must take it because one’s conscience tells one that it is right.”

“Korkaklık ‘Bu güvenli midir?’ sorusunu sorar. Menfaatçilik ‘Bu akıllıca mı?’ sorusunu sorar. Gösteriş, ‘Bu popüler mi?’ sorusunu sorar. Ama vicdan ‘Bu doğru mu?’ sorusunu sorar. Ve bir an gelir, kişi öyle bir pozisyon almak zorunda kalır ki ne güvenli, ne akıllıca ve ne de popülerdir; ama kişi o pozisyonu vicdanı kendisine doğru olduğunu söylediği için almalıdır.

Martin Luther King, Jr

“The true test of civilization is, not the census, nor the size of the cities, nor the crops, but the kind of man that the country turns out.”

“Medeniliğin gerçek testi ne nüfus, ne şehirlerin büyüklüğü, ne de yetiştirilen üründür; sadece ülkenin yetiştirdiği insan tipidir.”

Ralph W. Emerson

“What is morally wrong can never be advantageous, even when it enables you to make some gain that you believe to be to your advantage. The mere act of believing that some wrongful course of action constitutes an advantage is pernicious.”

“Sana avantaj sağladığına inandığın bir kazanç sağlamanı mümkün kılsa bile, ahlâkça yanlış olan asla avantajlı olamaz. Yanlış bir hareket tarzının bir avantaj sağladığına inanma davranışı bile yeterince esef vericidir.”

Marcus Tullius Cicero

“Politics that revolves around benefit is savagery.”

“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”

Bediüzzaman

“When my sons are grown up, I would ask you, O my friends, to punish them, … if they seem to care about riches, or anything, more than about virtue.”

“Çocuklarım büyüdüğü zaman, dostlarım, sizden rica ediyorum; eğer servet veya başka bir şeye faziletten daha fazla değer veriyorlarsa, onları cezalandırın.”

Socrates

“A man without ethics is a wild beast loosed upon this world.”

“Etik değerleri olmayan bir adam, bu dünyaya salıverilmiş vahşi bir hayvandır.”

Manly Hall

“The world has achieved brilliance without wisdom, power without conscience. Our is a world of nuclear giants and ethical infants.”

“Dünya hikmetsiz dehayı ve vicdansız gücü başarmıştır. Dünyamız nükleer devler ve etik cüceler dünyasıdır.”

General Omar Bradley

“Without ethics, everything happens as if we were all five billion passengers on a big machinery and nobody is driving the machinery. And it’s going faster and faster, but we don’t know where.”

“Etikliğin olmayışı şuna benzer ki biz beş milyar yolcu olarak büyük bir makine üzerindeyiz ve makineyi kimse sürmüyor. Ve makine hızlandıkça hızlanıyor, ama nereye bilmiyoruz.”

Jacques Cousteau

“The highest reward for a man’s toil is not what he gets for it but what he becomes by it.”

“Bir kişinin yaptığı iş için en yüksek mükafat karşılığında ne aldığı değil, onunla ne olduğudur.”

John Ruskin

“Try not to be a man of success, but rather to be a man of value.”

“Bir başarılar adamı değil, değerler adamı olmaya çalış.”

Albert Einstein

“Humanity has every reason to place the proclaimers of high moral standards and values above the discoverers of objective truth. What humanity owes to personalities like Buddha, Moses, and Jesus ranks for me higher than all the achievements of the inquiring constructive mind.”

 “İnsanlık yüksek moral standart ve değerleri tesis edenleri objektif doğruları keşfedenlerin üzerine koymak için her sebebe sahiptir. Insanlığın Buda, Musa ve İsa gibi kişiliklere olan borcu bence sorgulayıcı ve yapıcı akılların başarılarına olan borcundan çok daha yüksek seviyededir.”

Albert Einstein

“I am sent to complete high morality.” “Religion is high morals.”

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”  “Din güzel ahlaktır.”

Hz. Muhammed

“Piety and morality are but the same spirit differently manifested. Piety is religion with its fact toward God; morality is religion with its fact toward the world.”

 “Dindarlık ve etiklik kendini değişik tarzlarda gösteren aynı ruhtan başka birşey değildir. Dindarlık, hakikatı Allah’a dönük olan dindir, etiklik ise hakikatı dünyaya dönük olan dindir.”

Tryon Edwards

“Ethicity is a modern world religion stripped off divinity.”

Etiklik, uluhiyetten arındırılmış bir modern dünya dinidir.

Yunus Çengel

“To ignore evil is to become an accomplice to it.”

“Kötülüğe göz yummak, ona ortak olmaktır.”

Martin Luther king, Jr.

“The world is a dangerous place to live; not because of the people who are evil, but because of the people who don’t do anything about it.”

“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötü olan insanlar yüzünden değil, bu konuda hiçbirşey yapmayan insanlar yüzünden.”

Albert Einstein

“The concern for man and his destiny must always be the chief interest of all technical effort. Never forget it among your diagrams and equations.”

“İnsanlık ve onun kaderine göstereceğiniz hassasiyet, tüm teknik çalışmalarınızda her zaman ilk önceliğiniz olmalıdır. Diyagram ve denklemleriniz arasında bunu asla unutmayın.”

Albert Einstein

“Silence becomes cowardice when occasion demands speaking out the whole truth and acting accordingly.”

“Durum tüm doğruları söylemeyi ve ona göre davranmayı gerektirdiği zaman susmak, alçaklıktır.”

Mohandas Gandhi

“The three hardest tasks in the world are neither physical feats nor intellectual achievements, but moral acts: to return love for hate, to include the excluded, and to say, “I was wrong”.

“Dünyadaki en zor üç iş ne fiziksel beceri ne de entellektüel başarıdır, sadece ahlakî davranışlardır: nefrete sevgiyle karşılık vermek, dışlananları dahil etmek ve ‘hatalıydım’ demek.”

Sydney Harris

KAPANIŞ

Üstün veya büyük insan, insaniyeten gelişmiş ve kalbi nefsine, yani insanlık yanı heveslerine hakim olan insandır. En büyük hazzı almak değil vermektir (ihsan, ikram, cömertlik). İnsanlığı gelişmiş bir insanın başkasına yemek yedirmekten aldığı haz, kendisinin yemek yemekten aldığı hazdan üstündür. Annelerin yüceliğinin arkasındaki bir sır budur.  

Benzer şekilde üstün medeniyet, adaleti aşıp fazileti esas alan medeniyettir. Bu medeniyet, madde değil mana medeniyetidir. Nefis değil kalp medeniyetidir. Adaleti de içeren fazilet (insani değerler) tabanlı medeniyet, dünyada yaygın ve kalıcı haz ve huzuru sağlayacaktır. Zıtlaşmayı, kucaklaşmaya çevirecektir. Bunun gözlemsel delili, tarih boyunca insanlıkta değişim ve gelişimin (yükselme) esas olmasıdır. Akılların gelişip vicdanların uyanmakta olduğu, fıtratların geçici hazlara razı olmayıp daimilerini aradığı bir ortamda insanlar en daimi huzuru ve en ulvi hazları sağlayan faziletten aşağısına razı olmayacaktır. Ve insanlık, gelecekte, zorlama etik değerleri değil cezbedici insani değerleri tartışacaktır. En büyük menfaati de faziletin yani insani değerlerin sağladığını hayretle görecektir. İnsanlık en parlak medeniyeti de o zaman yaşayacaktır.

[1] Tüm tercümeler Yunus Çengel tarafından yapılmıştır.

Prof. Dr. Yunus Çengel

www.ulegder.net

Mucize – Fizik Kanunları İlişkisi

Giriş

Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin kıssaları anlatılırken onların gösterdikleri mucizelere de yer verilir: “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asan ile denize vur’ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.” (Şu’ara, 26:63). 

Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’minler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Al-i İmran, 3:49).

Saat yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve ‘Süregelen bir sihirdir’ derler.” (Kamer, 54:1-2). 

Andolsun ki biz Mûsâ’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik. Onlar ise; ‘Bu çok yalancı bir sihirbazdır’ dediler.” (Mü’min, 40:23-24).

(İçlerinden bazıları)Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilahlarınıza yardım edin’ dediler. Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol dedik.” (Enbiya, 21:67-68).

Bu ve benzeri ayetler olağanüstü hadiseler olan mucizelerin dinî bir realite olduğunu ve mucizelerin peygamberlik davasının ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir.

“Aciz bırakan” anlamına gelen mucize, peygamberlerden zuhur eden ve insanların benzerini yapmaya güç yetiremediği olağanüstü hal, söz ve hareketlerdir. Mucizeler, Allah tarafından gönderildikleri iddiasıyla ortaya çıkan kişilerin iddialarının Allah tarafından doğrulandığını gösteren delil ve şahitlerdir. Mucizeler, normal şartlarda yani evrende hükümferma olan fizik kanunları açısından bakıldığında, meydana gelmesi mümkün olmayan ve bir veya birkaç temel kanunu açıkça ihlal ettiği için fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi doğal fenlerin “imkansız” damgasını vurduğu doğaüstü hadiselerdir. Bu yüzden mucizeler, dikkatleri fizik kanunlarının mahkumu değil hakimi olan ve kanunları istediği gibi değiştirip iptal edebilen sonsuz kudret ve irade sahibi bir Zat’a çevirirler. Fizik-ötesi hadiseler olan mucizelerin varlığı, akıl sahiplerine fizik-üstü bir Zat’ın varlığını gösterirken mucizeleri izhar eden kişinin de kendi namına değil o Zat adına hareket ettiğini gösterir. Zaten bu yüzden mucize gösteren insanların birinci ve en temel iddiası, kendisini bu harikulade hallerle donatıp insanlara elçi olarak gönderen o Zat’ın varlığıdır. Mucizeler, doğrulukları ile bilinen ve kendileri için hiçbir şey istemeyen hak peygamberlerle yalancı peygamberleri birbirinden ayıran turnusol kağıtlarıdır.

Şu ayetler de halkın peygamberlerden mucize beklentisine dikkat çeker: “Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir.”  (Şuara, 26:154). “Dediler ki: ‘Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!’ De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut, 29:50). “Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getiremez.” (Ra’d, 13:38). Nitekim Hz. Muahmmed’in (SAS) nübüvvet davası şöyle ifade edilebilir: “Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.“[1]

Kur’an’da “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde yaratandır” (Hud, 11:7) ve “Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan yarattık ve onu imtihan edeceğiz” (İnsan, 76:7) ayetleriyle belirtildiği gibi, din bir tecrübedir ve dünya bir imtihan meydanıdır. O yüzden mucizeler teklif kanununa uygun bir tarzda akla kapı açarlar, ama iradeyi elden almazlar. Aksi halde imtihan sırrı bozulur ve dünyanın yaradılış hikmeti yok olur. Bu teklif kanunu, mucizelerin belli bir mahalde kısa bir süre için vuku bulmasını gerektirir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu’cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.”[2] Yani mucizelerin gökte daimi parlayan güneş gibi değil, yerde bir anda yanıp sönen bir flaş gibi olması gerekir. Öyle ki insanların bir kısmı bizzat şahit oldukları mucizeleri nübüvvet iddiasında bulunan kişinin ciddiyet, doğruluk ve yüksek ahlakıyla bir araya koyunca peygamberlik iddiasını aklın ve vicdanın gereği olarak kabul ederken diğer bir kısmı müşahede ettikleri harikulade halleri bir göz yanılması ve sihir olarak yorumlayıp peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi mecnunluk ve mahir bir sihirbazlıkla itham ederek iman davetini reddedebilsinler.

Mucizeler peygamberlik davasına delil olarak kullanılmakla sınırlı değildir. Nitekim mucizeler inananlara ihtiyaç anında Allah’ın lütuf, ihsan ve ikramının bir nümunesi olarak ve imanlarını takviye için de gösterilmiştir. Peygamberlerin bereket duasıyla bir tabak yemekten yüzlerce kişinin doyması ve bir sürahi sütten bir o kadar kişinin doya doya içmesi gibi çok sayıda mucize nakledilir. Tabiat kanunlarının açık bir ihlali olan bu tür yoktan varolma hadiseleri peygamber olmayan mübarek zatlardan da südur edebilir ki Allah’ın ikramının bir tezahürü olan bu hadiselere keramet denir. Yani bir ilahi ikram olarak meydana gelen olağanüstü hadiseler peygamberlerden südur ediyorsa mucize, aksi taktirde keramettir.

Görünürdeki Tabiat Kanunları – Mucize Çelişkisi

Fiziğin en temel kanunlarından birisi “madde yoktan var olmaz, var iken de yok olmaz” şeklinde ifade edilebilen “maddenin korunumu prensibi”dir[3]. Sekiz dilimli bir pizzanın 3 dilimini alınca geriye 5 dilim kalacağı basit gözleminden madde-enerji dönüşümlerini de dikkate alarak yapılan en hassas bilimsel ölçümlere kadar her şey bu prensibin doğruluğunu teyid etmektedir. Ancak bazı dindar çevreler inkar edemedikleri bu bilimsel gerçeğe mesafeli durmaktadırlar, çünkü bunu Allah’ın yoktan var etmesine bir reddiye olarak algılamaktadırlar. Aslında fen bilimleri sadece objektif gözlemlere dayanarak görüneni ifade etmekte ve Allah’ın yoktan var edip etmemesi konusunda hiçbir şey söylememektedir. Çünkü bu konu fen bilimlerinin ilgi alanı dışındadır. Bilim insanlarının doğa-üstü bir varlık hakkındaki sözleri bilimin gereği değil kendi görüş ve düşünceleridir.

Yer çekimi kanununu keşfeden ve klasik fiziğin babası olarak bilinen Isaac Newton, evreni büyük bir saat gibi bir makina olarak görme fikrine itiraz eder ve bilim ile görüş farkına şöyle dikkat çeker: “Yer çekimi kanunu gezegenlerin hareketlerini açıklar, fakat gezegenleri kimin harekete geçirdiğini açıklayamaz.” Keza, fikirlerinden dolayı kilise tarafından afaroz edilen Galileo, Il Saggiatore adlı kitabında, bir bilim insanının pozisyonunu kainat kitabını okumaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan bir kişi olarak tanımlar: “Felsefe (bilim) bu büyük kitapta – yani kainatta – yazılmıştır. Öyle bir kitap ki her zaman gözlemlerimize açıktır, ama önce biri dilini anlayıp yazıldığı harfler bilinemezse anlaşılamaz.” Modern fiziğin babası olarak biline Albert Einstein da varlıklara yazılmış birer kitap olarak bakar: “Biz içinde farklı dillerden bir sürü kitabın bulunduğu büyük bir  kütüpaneye giren küçük bir çocuk pozisyonundayız.  Çocuk bu kitapları birinin yazmış olması gerektiğini bilir ama nasıl olduğunu bilemez,  kitapların yazıldığı dilleri anlayamaz.  Çocuk belli belirsizce kitapların organizasyonunda bir düzen olduğundan şüphelenir ama ne olduğunu anlayamaz.  Bu bana göre en zeki insanlarin bile Allah’a yaklaşımı.  Biz evreni mükemmel bir şekilde organize edilmiş görürüz ve evrenin belli kurallara uyduğunu anlarız ama bunları  kabaca, belli belirsizce anlarız.”[4] Bediüzzaman Said Nursi varlıkları birer harf veya kelime ve tüm evreni de tek bir kitap olarak görür ve ondan “kitab-ı kebir-i kainat” olarak bahseder.

İnsanların hiç yoktan var olmayı akıllarına sığdıramaması da meseleyi daha müşkül hale getirmekte ve kafa karışıklığına yol açmaktadır. Biz insanlar açısından maddenin (daha doğrusu madde+enerji’nin) korunumu, ihlali mümkün olmayan muhkem bir kanundur. Zaten bu kanunun bir gereği olarak yoktan enerji var ettiği iddiasıyla ortaya çıkan bütün devr-i daim makinesi iddiaları kategorik olarak reddedilir. Ama bu durum, din felsefesi açısından bakılınca, kanunu koyan Allah’ı bağlamaz. Çünkü iradesiyle kanunu koymaya gücü olanın kanunu değiştirmeye ve gerekirse geçici olarak iptal etmeye de gücü vardır. Tüm mucizeler ve kerametler bir veya birden fazla tabiat kanununun bu şekilde geçici ve sınırlı olarak iptal edilmesine dayanır. Zaten bu yüzden Allah’ın elçisi oldukları iddiasıyla ortaya çıkanlardan iddialarını ispat için halkın ilk talebi, normal şartlar altında vuku bulması imkansız olan mucize göstermelerini istemek olmuştur. Çünkü halk da gayet iyi biliyor ki beş kişilik bir yemek ile beş yüz kişiyi doyurmak, ancak maddenin korunumu kanununun geçici iptali ile mümkündür ve bunu da bilim insanları dahil hiç kimse kendi gücüyle yapamaz.

Her şey böyle yerli yerine ve doğru bir perspektife oturtulunca bir kişi gayet iyi bir fizikçi olmakla beraber mucizelere de gönül rahatlığıyla inanan gayet inançlı biri – yani içinde hiçbir çelişki yaşamayan dindar bir fenci – olabilir. Örneğin “Newton’un birinci, ikinci ve üçüncü kanunları” olarak bilinen fiziğin en temel kanunlarını formüle eden Isaac Newton, İncil üzerinde de ciddi çalışmalar yapan son derece dindar biri idi. Gelmiş geçmiş en büyük iki fizikçiden ikincisi olan Albert Einstein da ateistliği reddetmiş ve tanrı inancı olan biri olduğunu ifade etmiştir. Allah’a inanıp maddenin korunumu gibi fizik kanunlarına olan inancından dolayı mucizelere inanmakta zorlanan bir kişi, inandığı Allah’ın vasıflarını önkabullerden sıyrılarak tekrar etraflıca değerlendirmelidir. Evreni bir kudret mucizesi olarak hiç yoktan var ettiğine inanılan bir Zat, hikmeti iktiza ederse, istediği şeyi istediği zaman yoktan var edebilir. Bereket kavramı da bu çerçevede değerlendirilebilir.

Farklı bir Varlık Boyutu Olarak Tabiat Kanunları

Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir ve bu, evrende de böyledir. Mesela sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse her şey havada uçuşmaya başlar ve tam bir kaos olur. Atom çekirdeklerinde quark ve protonları bir arada tutan güçlü kuvvet yok oluverse tüm atomlar parçalanıp evren bir parçacık bulutuna döner. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede yaşayanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma olan evrensel bir iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar – yer çekimi kuvvetinin dünyada her şeyin yerçekimi kanununa itaatini sağlaması gibi.

Maddenin her zerresinin tüm fizik kanunlarına tam itaati ve kanunların ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir unsur yoktur – aynen kanunlara itaat eden insanların vücutlarında da ‘kanun’ maddesi diye bir unsur olmaması gibi. Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütle çekim kanunu ve hiçbir ısı iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir.  Aynen bir ülkede belli bir yılda hiç gelir vergisi toplanmamış olsa bile vergi kanununun gelirin veya gelir üreten insanların parçası olmamasından dolayı o ülkenin tamamında hala geçerli olması gibi. O yüzden kanunlar maddede tezahür eder, maddeye nüfuz eder, maddeye tam hükmeder; ama madde değildir. Ve dolayısıyla dıştan gelip maddeye hükmeden ‘irade’ sıfatı gibi fizik aleminin dışındandır. Yani fizik kanunlarının kendileri, fizik alemi dışında bir alemin varlığını iptal değil teyid eder ve hatta gerektirir.

Bilimsel Devrim ve Dinden Uzaklaşma

Batı dünyası 5’inci yüzyılda Roma’nın çöküşüyle başlayıp 15’inci yüzyılda İstanbul’un düşüşüne kadar süren 1000 yıllık Orta Çağ döneminde ekonomiden edebiyat, sanat ve bilime kadar tüm sahalarda genel bir durgunluk ve gerileme yaşamıştır. Günlük hayatta din en baskın etken ve din adamları doğrunun tek temsilcisi idi. Bu çağ Kilise’ye olan kuvvetli itaat ve din adamlarının mutlak otoritesi ile bilinir. Aristoteles’in (M.Ö. 384-322) fiziksel evren ile ilgili dünyanın evrenin merkezi olması ve gezegenlerin dairesel yörüngelerde hareket etmesi gibi doktrinleri Kilisenin doktrinleri olarak adopte edildi. Fakat 16. Yüzyılda Nicolaus Copernicus (1473-1543), Johannes Kepler (1571-1630) ve Galileo Galilei (1564-1642)’nin gözlem ve deneye dayalı çığır açıcı çalışmaları ve ardından 17. Yüzyılda Isaac Newton’un (1643-1727) fiziğin 3 temel kanununu formüle etmesi Aristoteles’in doktrinini yıktı ve kilisenin itibarını sarstı. Evren hakkında gözlem, deney ve muhakemeye dayalı bu yeni bilgi edinme metodu bilimsel metodun temellerini attı ve modern bilim çağını başlattı. Bilgi üzerindeki kıskacını gevşetmeye yanaşmayan dini otoriteye karşı yapılan bu isyan sonraları ‘bilimsel devrim’ olarak adlandırıldı ve bilim geliştikçe kilisenin gittikçe daha çok zemin kaybetmesini netice verdi. Devam edegelen bilimsel buluşlar asırlar boyu süren anlayışları sarstı ve halkın dünya görüşünü değiştirdi. Ve sonunda akıl yürütmeye dayalı modern düşünce tarzını netice verdi.

Dünyanın güneş sisteminin merkezi olması gibi doğruluğu sorgulanmadan yüzyıllar boyu devam edegelen inançları yıkan ve doğal olaylara mantıklı izahlar getiren bilimsel buluşlar Batı’da kilisenin otoritesini ciddi olarak sarstı ve tüm dinî gerçekler hakkında artan bir şüpheciliğe yol açtı. Her şey kritik olarak sorgulanıyor ve yeni sorular yeni buluşlara kapı açıyordu. İnanç ve tevekkül çağı; yerini muhakeme çağına bırakırken, bilimin temsilciliği de ilham kaynaklı dini otoriteden akıl ve gözleme dayalı bilimsel kuruluşlara geçti. Neticede tüm bilinen evren, bilimlerin çalışma sahası ilan edildi ve din metafizik ve moral değerler sahasına çekilmeye zorlandı. Artık kilisenin duruşu zayıflamış ve dini gerçeklere güven sarsılmıştı. Fen bilimlerinin baskınlığı mucizeler ve doğa-üstü varlıklardan söz eden kutsal kitaplar gibi tabiat kanunlarını ihlal eden her şeye şüpheyle yaklaşılmasına sebep oldu. 20’nci yüzyılın başlarında dine ve her nevi kutsala enaniyetle tepeden bakan oldukça başarılı ve bir o kadar da haddini bilmez bir bilim müessesesi vardı. Bilimsel çevrelerde mantıklı bir kişinin Allah’a inanmasının mümkün olamayacağı bile konuşuluyordu. Hatta kimileri fenlerin ve materyalist dünya görüşünün egemenliğinin yaygınlaşmasıyla din ve inancın artık geçmişte kalan şeyler olacağını iddia edecek kadar ileri gidiyordu.

Deizm ve Tabiat Tanrı (Panteizm)

17. yüz yılda Newton’un evrendeki düzenin arkasında evrensel bir kütle çekimi olduğunu keşfetmesi, evrenin tabiat kanunları tarafından idare edildiği tarzında yeni bir anlayışa kapı açtı. Bu ve Keppler, Copernicus ve Galileo gibi geçmiş doğa bilimcilerinin çalışmaları, bazılarında akıl-tabanlı bilimsel yaklaşımın dine uygulanması fikrini uyandırdı. Bu gelişmeler aynı zamanda Allah’ın evreni yarattıktan sonra tabiat kanunları uyarınca harekete geçirip sonra da kendi haline terk ettiği görüşlerine kuvvet kazandırdı. Alfred Montapert’in ifadesiyle, “Tabiat kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir.” Bu anlayış “deizm” denen inanç sistemi veya felsefik görüşünün temelini oluşturdu. Deizm, dar manada teizm (dünya işlerine müdahale eden bir Allah’a inanma), politeizm (birçok tanrının varlığına inanmak) ve ateizm (bir tanrının varlığını tamamen reddetme)’den farklı bir inanç anlayışı getirmektedir.

Tabiat, evrenin yaratılışından beri yürürlükte olup her zaman ve zeminde geçerliliğini sürdüren ve kendileri gözle görülmedikleri ve maddi vücutları olmadığı halde varlıkları gözlemlerle sabit olan kanunların toplamından ibarettir. Yani tabiat, yerçekimi ve enerjinin korunumu gibi ‘tabiat kanunları’nın tamamından oluşan madde-dışı bir varlıktır. Madde-dışı veya fizik ötesi olması hasebiyle tabiat zaman ve zemine tabi değildir. Başka bir ifade ile zaman ve zemin üstüdür ve hiçbir yerde olmamasına rağmen (etkisiyle) her yerdedir. Einstein’in ifadesiyle “evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder.”[5] Madde-üstü bu vasıflar tabiatın tanrılaştırılmasına yol açmış ve kökleri milattan öncesine Plato’ya kadar uzanıp Hollandalı filozof Baruch Spinoza’nın 17’nci yüzyılda felsefik altyapısını oluşturduğu ve Albert Einstein ve Stephen Hawking gibi önde gelen fizikçilerin de mensubu olduğu panteizm felsefik akımına yol açmıştır. Panteizm tanımını ‘Allah her şeydir, her şey Allah’ klişesinde bulur ve panteizmde madde, kuvvet ve kanundan ibaret olan Tabiat ile Allah aynı gerçeğin iki değişik ismidir. Ancak bu görüş sonraları çok kısıtlayıcı bulunmuş ve Allah’ın kainat üstü bir varlığı da olduğunu kabul eden panenteizm felsefik akımı doğmuştur.

Bediüzzaman ve Tabiat

Risale-i Nur külliyatının müellifi Bediüzzaman bir bilim felsefecisi gibi en derin konulara dahi el atmaktan kaçınmaz ve yaratılışla ve tabiat fikriyle yakından ilişkilendirildiği için kanun ve kuvvet gibi fiziğin en temel kavramlarının mahiyetini sorgular. Materyalist düşünürler büyük patlama sonucu oluşan bildiğimiz fizik alemini varlığın tamamı olarak sunarken Bediüzzaman alem-i şehadet diye tabir ettiği bu evrene “varlıkların cesedi” olarak bakar. Tabiatı da bu cesedin unsur ve uzuvlarının davranışlarını bir düzen ve kayıt altına alan yaratılış kanun ve kaideleri olarak tarif eder ve tabiatı yaratıcının eserlerini bir kitap gibi basan ilahi bir matbaa olarak görür: “Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a’zasının ef’allerini [unsur ve uzuvların iş ve hareketlerini] intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye [İlâhi yaratılış kanunları] vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki [yaratılış kanunları], “Tabiat” veya “Matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır [isimlendirilir]. Evet, tabiat, hilkat-i kâinatta cârî [geçerli] olan kavanin-i itibariyesinin mecmu’  ve muhassalasından [görünmeyen, varlığı neticelerinden anlaşılan itibari kanunların tamamı ve bileşiminden] ibarettir.”[6]

Bediüzzaman’a göre kanun denen şey; tabiat denen bu yaratılış anayasasının bir maddesi veya kısmı, kuvvet ise kanunların hükmünün icra edilmesidir. Örneğin yerçekimi kanunu tabiatın bir parçasıdır. Yerçekimi kuvveti ise yerçekimi kanununun hükmünün icra edilmesi ve dolayısı ile her şeyin kanunun öngördüğü tarzda yerin merkezine doğru çekilmesidir.

Tabiat kanunlarının hükümlerinin evrenin başlangıcından beri icra ediliyor olması ve insanın bazen hayali hakikat suretinde görme ve göstermeye olan meyli, hayalin baskısıyla aslında hava gibi gayet latif olan tabiatı genişlendirip kesifleştirerek, tabiata adeta gerçek bir vücut giydirilmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki adeta görünmeyen çok güçlü bir el atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şeye tam hükmetmekte ve kanunları tavizsiz uygulamaktadır. Halbuki tabiat ve genel kuvvetler olarak bilinen şeyler şu evrene sebep ve kaynak olabilecek kabiliyette değillerdir. Ancak evrenin sanatkarından habersizlik ve inkarı mümkün olmayan harika düzenin zorlamasıyla, akılları hayrette bırakan kudret eserlerini aslında matbaadan öte bir şey olmayan tabiattan bilmek, kitabın varlığını matbaanın varlığının doğal bir sonucu olarak görmek gibi geçersiz bir muhakemenin ürünüdür. Bediüzzaman’a göre tabiat olsa olsa bir su arkıdır ve hayalin ölçüsüz müdahalesiyle su kaynağı ile karıştırılmamalıdır. Kitabı matbaanın bir telif eseri olarak gören geçersiz yaklaşım çok saplantılara ve hayret mucip hallere yol açmıştır.[7]

Bediüzzaman, insanların tabiatı gözle görülmeyen kudretli bir hükümdar olarak hayal etmelerini çok da garipsemez. Çünkü insanın hür iradesiyle yaptığı işleri düzenleyen kanun ve kaidelere, pekala, yaptırım gücü olan dirayetli bir hâkim olarak bakılabilir. Bir dağ köyünden şehre ilk defa inen ve ortalıkta trafik polisi görmeyen bir kişi, arabaları kırmızıda durduran şeyin trafik kanunu olduğunu kabulde pek zorlanmayacaktır. Keza rüşvet suçuna ağır cezalar öngörülen bir ülkede rüşvete bu ceza kanununun engel olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Veya Kur’an’daki orucu farz kılan ayeti gündüz yenip içilmesine izin vermeyen keskin görüşlü ruhanî bir varlık olarak hayal edenler olacaktır. Aslında bir kanun, kaide ve ayetin yaptırım gücü ne kadarsa, tabiat kanunlarının da yaptırım gücü o kadardır. Nasıl trafik kurallarının kendi başlarına trafiği düzenleme güçleri yoksa, tabiat kanunlarının da evrende kendi başlarına hayranlıkla gözlemlediğimiz düzeni sağlama güçleri olamaz. Keza bir canlının genetik haritasının çıkarılmış olması ve her hücrenin çekirdeğinde o canlının tüm özelliklerinin yazılı olması, tek bir hücrenin klonlama yoluyla belli kanunlar muvacehesinde o canlıya dönüşmesini basitleştirmez. Aksine, harikalığını güneş gibi parlatır.

Bir cep telefonunun tüm özellikleri ve üretim aşamalarının tüm detayları ve mühendislik çizimleri portakal çekirdeği büyüklüğündeki bir hafıza aletine yazılabilir. Şimdi bu çekirdeği cep telefonunun yapımında kullanılan malzemelerin bolca bulunduğu bir toprağa gömüp yerden bir cep telefonu (veya daha da garibi, dallarında yüzlerce cep telefonu asılı bir cep telefonu ağacı) çıkmasını beklesek bizi herhalde akıl hastanesine gönderirler. Ama nedense tabiatta defalarca gözümüz önünde meydana gelen bundan çok daha garip olayların – göz alışkanlığından olsa gerek – farkına bile varmıyoruz.

Örneğin bir portakal ağacının ve meyvelerinin bütün özellikleri ve ağaç büyüyüp meyveler oluşurken geçilecek bütün aşamalar çekirdeklerinde yazılıdır. Çekirdekteki genetik kodları okuyabilen bir kişi, bütün bunların detaylarını verebilir. Çekirdek uygun şartlar altında toprağa gömülünce çekirdeğin kökler oluşturup etrafından gerekli malzemeleri almasını ve adeta nanoteknoloji kullanarak atomik ölçekte üretim yapmasını, sağlam bir gövde ve dallar oluşturmasını, yapraklar dokumasını, güzel kokulu çiçekler açıp portakal yapımına geçmesini, her portakal içinde karanlık bir bölmede hiçbir alet kullanmayarak şeffaf zarlarla ayrılmış dilimler içinde gayet hijyen bir şekilde portakal suyunu tutabilen yüzlerce lifler yapmasını, sonunda her meyvenin dışını son derece sanatlı ve süslü su geçirmez koruyucu bir kabukla örtmesini nedense hiç garipsemiyoruz. Maddenin bir düzen içindeki hareket ve değişimlere bakıp perde arkasında işleyen kanunları görüyoruz, ama nedense perde arkasında o görünmeyen el kitabına göre işleyen mucizevi tezgah ve tezgahtarları görmezden geliyoruz. Toprağa bir portakal tohumu ekerek gözünün önünde devasa bir portakal ağacının büyümesini ve dallarında portakallar oluşmasını hayretle seyreden bir kişinin büyük bir gururla “artık ben portakal yapıyorum” iddiası ne kadar geçerli ise, canlıların çekirdeklerini kopyalayıp onlardaki gen dizilimleriyle oynandıktan sonra bu çekirdeğin uygun şartlarda üzerindeki yazılım doğrultusunda gelişip büyümesini seyredenlerin “ben yeni bir canlı yaptım” iddiası da o kadar geçerlidir.

Bir kişi evde çöpe attığımız yemek ve sebze artıklarını hiç elektrik kullanmadan hijyen bir şekilde yumurtaya dönüştüren bir ev aleti yapacak olsa, herhalde böyle harika bir aletin mucidine en yüksek ödülleri layık görürdük. Ama aynı şeyi binlerce yıldır yapan tavuğu farketmiyoruz bile. Keza, mağara ağzı gibi bir dehlizden daimi şekilde yeni arabalar çıkıp kamyonlara yükleniyorsa o dehlizin arkasında işçisi, mühendisi, tüm tezgahları ve elektrik şebekesine bağlantılarıyla tam teşekküllü bir araba fabrikasının olduğundan emin oluruz ve aksini iddia edenlerin aklından şüphe ederiz. Ama belli sıcaklıkta belli bir süre tutulan bir tavuk yumurtasının bir gün kabuğunun çatlayıp içinden bir civcivin yürüyerek ve merakla etrafına bakarak çıkmasını hiç garipsemeyiz. Civcivi görünce “tabiat kanunları” deme kolaylığına kaçarız ama bir dehlizden çıkan yeni arabayı görünce “üretim teknikleri” deyip malzemenin belli şekillere girip gerekli bağlantıları oluşturarak arabanın kendi kendine meydana geldiğini söyleyerek işin içinden çıkamayız – tabi deli damgası yemek istemiyorsak.

Tabiat Kanunları: Sanatkar değil Şablon

Bediüzzaman evrende cari olan tabiat kanunlarının, fabrikalardaki üretim teknikleri gibi, sadece birer şablon olduklarını nazara verir ve bu güçsüz, bilgisiz ve şuursuz kanunlarla kör tesadüfün asla kaynak, fail ve san’atkar olamıyacaklarını ifade eder. Dikkatleri de yumurtadan yeni çıkmış bir civciv misali san’at ve mühendislik harikası eserlerden aklın bir gereği olarak perde arkasındaki ilmi ve kudreti sonsuz olan müessir san’atkara çevirir. Portakal ve civciv örneklerinde olduğu gibi, bu sonsuz ilim ve kudret sahibi her şeyi o kadar kolay yaratmaktadır ki her şey gözönünde adeta kendi kendine oluvermektedir. Yani şu evrenin san’atkarının görülmesine mani olan şey, O’nun ilim ve kudretinin sonsuzluğudur.

Bediüzzaman her bir türün bir ilk atası veya Âdem’i olduğunu ifade eder ve Darwin’in türlerin bir tesadüfler zinciri sonrası birbirinden evrimleşerek ortaya çıktığı tezini reddeder. Yüz binlerce türün her birininin ilk atalarının sonradan ve birbirinden bağımsız olarak meydana geldikleri konusunda da jeoloji, zooloji ve botanik bilimleri ile hikmet denen her şeyin bir gayeye ve faydaya yönelik olduğunu ifade eden bilim felsefesini şahit gösterir. Hatta daha da ileri giderek her varlığın var olma ve yok olma şanslarının birbirine eşit olduğunu ama var edildiğini dikkate vererek her türün her bir ferdinin de sonradan her şeyi hikmetle yapan bir sanatkarın kudret elinden çıktığını ifade eder. Delil olarak da Alfred Montapert’in “evrenin görünmeyen hükümeti” olarak tarif ettiği kanunların gerçek bir varlığı olmadığını ve varlıklarının ekvator çizgisi gibi farazi olduğunu söyler. Sebeplerin şuursuz olduğunu ve dolayısı ile bu kadar hayret verici yaradılış silsileleri ve bu silsileleri oluşturan her biri acaip birer ilahi makina olan sayısız fertlerin son derece sanatlı bir şekilde hiç yoktan vücuda getirmeye  kabiliyetlerinin olmadığını da ilave eder.[8]

Bediüzzamana göre, parçacıkların hareketinin arka planındaki kanunlara ve sebeplere olağanüstülük verilmesinin sebebi, olağanüstü bir varlığı kabul etmemekten doğan zorunluluk ve çaresizliktir: “Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan [parçacıkların hareketi] teşekkül-ü enva’ [türlerin oluşumu] gibi umûr-u bâtılaya [asılsız işler] ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun [işler] esas-ı fasidesini [bozuk olan esas, çürük temel] tebeî [dolaylı, kasdî olmayan] nazarıyla adem-i derkinden [kavrayamama] neş’et eder [doğar]. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa [yönelirse], muhaliyet [imkânsızlık] ve adem-i makuliyetine [akla uygun olmayış] hükmedecektir. Faraza kabul etse de, “tegafül-ü ani’s-Sâni'” [yaratıcıyı unutma, onu görmezlikten gelme] sebebiyle hasıl olan ızdırar [mecburiyet, çaresizlik] ile kabul edebilir.” [9]

Bediüzzaman devamla üstün yaratılışlı bir varlık olarak, insanın özü itibariyle daima hakkı aradığını ve fıtraten hakikate meyilli ve taraftar olduğunu ifade eder ve maksadının saadet olduğunu söyler. Ancak bazan yüksek kaliteli zannıyla veya kaliteli bir şey bulma ümidi kaybedilince kalitesiz ürünlere talip olabildiği gibi, gerçeğin net olarak görülmediği durumlarda yüzeysel bakışın etkisi ve şartların da zorlamasıyla kolaycılığa kaçarak akıl, vicdan ve fıtratına rağmen gerçek dışı şeyleri gerçek olarak kabul edebilmektedir. Bediüzzaman, gerçek olarak sunulan tezlerdeki çelişkileri dikkate vererek insanları insaf, akıl ve mantıklarını kullanmaya ve fikirlerin gerçekliğini sorgulamaya davet eder. Örneğin varlıklardaki akılları hayrette bırakan eşsiz sanat ve güzellik ile kör tesadüfün nasıl bağdaşabileceğini, tüm bilim dalları her şeyin ilim ile yapıldığını ilan ederken yeni varoluşların arkasındaki gerçek itici gücün nasıl şuursuz sebebler olabileceğini ve gerçek bir varlığı olmayıp hayalde cisimleştirilmiş bir fikirden ibaret olan tabiatın nasıl varlıkların kaynağı olabileceğini sorgular.[10]

Bediüzzaman herbir parçacığın komşularıyla bir araya gelip karşılıklı danışıp haberleşerek anlamlı bir düzen oluşturabilmesi için herbir parçacıkta parlak bilim insanlarının akılları ile beraber dahi siyasetçilerin diplomasisi olması gerektiğini söyler ve aklın bu ihtimali reddettiğini ifade eder. Hakikatsız fikirlere dolaylı olarak uzaktan bakıldığı zaman doğru olmalarına bir ihtimal verilebilir. Ancak inceden inceye derinlemesine inceledikçe, doğru olma ihtimali ortadan kalkar. Bediüzzamana göre herbiri birer sanat harikası olan varlıkları kör tesadüf ve parçacık hareketine vermek insanlığa yakışmaz: “Evet, insan düşündükçe, cemi’ sıfat-ı kemaliye [mükemmelliği ve eşsizliği gösteren tüm sıfatlar] ile muttasıf [vasıflanmış] olan Sâni’den [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istiğrab [garipseme] ve istinkâr [inkâr etme] ettikleri şu hayret-efza [hayret veren] masnuatı [san’atlı bir şekilde yaratılan varlıklar] tesadüf-ü amyâya [kör tesadüf] ve hareket-i zerrata [parçacıkların, atomların hareketi] isnad ettikleri [dayandırdıkları] için, insanı insaniyetten pişman eder.” [11]

Risale-i Nur’da Yoktan Varetmek

Bediüzzaman müellifi olduğu Risale-i Nur eserlerinde birbiriyle çelişir görünen mucizeler ve tabiat kanunları ile ilgili kafa karışıklığının kaynağının geçersiz olan yaratan ile yaratılan kıyaslanması olduğunu ifade eder ve her şeyi doğru perspektife yerleştirerek din-bilim gerginliğine mahal bırakmadan meseleyi kolayca halleder.

Bediüzzaman varlıklara açık bir göz ve uyanık bir kalp ve önyargıdan arındırılmış bir akıl ile bakar ve sap ile samanı ayırarak rastgele parçacık hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddia edilen kuvvet ve şekillerin türlerin özünü oluşturamıyacağına dikkatleri çeker: “Harekât-ı zerrattan husulü [hasıl olma, meydana gelme] dava olunan [öne sürülen] kuvvet ve suretler, araziyetleri [zâtî olmayan hâl ve keyfiyet] cihetiyle enva’daki [nevler, türler] mübayenet-i cevheriyeyi [özdeki farklılık] teşkil edemez. Araz [bir varlığın bizzat kendinde olmayan ve ona ilişen, takılan özellikler] cevher [öz, esas, fıtrat] olamaz.”[12] Gözlemlere ve aklî muhakemeye dayalı bu tesbitten sonra Bediüzzaman türleri ve türlerin alt guruplarını birbirinden ayıran bütün özelliklerin adem-i sırf diye tabir ettiği mutlak yokluktan yani hiç yoktan varedildikleri hükmünü çıkarır.

Allah’ın hiç yoktan var etmesi ile ilgili soruyu Bediüzzaman şöyle takdim eder: “Eğer desen: Delil-i ihtiraî [hiç yoktan varetmenin delili] i’tâ-i vücuddur [vücut verme, var etme]. İ’tâ-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir [var olanın yok edilmesinin arkadaşıdır]. Halbuki adem-i sırftan vücudu [hiç yoktan var oluşu] ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı [var iken tamamen yok oluşu] aklımız tasavvur edemiyor [almıyor, hayal edemiyor].” Bu konuda aklın zorlanması ve hayalin aciz kalmasını aldatıcı bir kıyaslamanın vahim bir sonucu olarak değerlendiren Bediüzzaman şu cevabı verir:  “İcad ve ibda-i İlahîyi [Allah’ın hiç yoktan icat ve var etmesini] abdin san’at ve kesbine [kulun san’at ve işlemesine] kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate [varken yok etme] veyahut icad etmek [yoktan var etmek] gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye [meridyenler gibi gerçek varlığı olmadığı halde var sayılan şeyler, işler] ve terkibiyede [var olan maddelerden yeni şeyler yapmaya dayanan işler] bir san’at ve kesbi [işleme, elde etme] vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.” [13]

Bediüzzaman insanın hiç yoktan var olmak ve var iken yokoluvermek gibi dünyada benzerini görmediği şeyleri (sihirbazların şapkadan tavşan çıkarması veya bir fili yok edivermesi gibi – tabi el çabukluğu ve göz yanılmasıyla) aklen kabulde zorlanmasının temel sebebini Allah’ın eserlerine O’nun tarafından bakmak yerine yaratılanlar tarafından bakmak olarak verir: “İnsan kâinatta mümkinatın [varlıklar, varlığı da yokluğu da mümkün olan şeyler] öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf [hiç yoktan var etme] ve i’dam-ı mahz [tamamen yok etme] etsin. Halbuki, hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası [temeli] müşahedattan neş’et eder [gözlemlerden kaynaklanır]. Demek, âsâr-ı İlahiyeye [Allah’ın eserleri] mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla [hayret verici eserleriyle] müsbet [varlığı sabit] olan kudret-i Sâni’in [her şeyi san’atla yaratan Allah’ın kudreti] canibinden [tarafından] temaşa etmek [bakmak] gerektir. Demek ibadın [kullar] ve kâinatın, umûr-u itibariyeden [meridyen daireleri gibi gerçekte olmayıp varsayılan şeyler, işler] başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume [gerçekte olmayıp varsayılan güç] içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor [bakıyor]. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un [varlığı zorunlu ve kendinden olan Allah] canibinden, kudret-i tâmmesi [tam ve noksansız kudret] nokta-i nazarından [bakış açısı] bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” [14]

Bediüzzzaman devamla birinin eserlerini muhakeme ederken onun özelliklerinin göz önüne alınması gerektiğini ifade eder. Bu meyanda, eserleri birer mucize olan ve bakanları hayrette bırakan mükemmel ve sonsuz ilahi kudreti gözardı ederek, Allah’a kendimizden birine bakıyormuş gibi sınırlı ölçülerle bakmanın geçersizliğine dikkat çeker.

Bediüzzaman evrendeki genel düzenin bir göstergesi olan ve kendilerini sebep-sonuç ilişkileri olarak gösteren kanunları Allah’ın adetleri olarak takdim eder, ancak belirli kurallara bağlanmamış sıra-dışı olayları da nazara vererek Allah’ın iradesinin hiçbir kayıt altında olmadığını ifade eder ve dikkatleri sebeplerin kendilerinden sebepleri koyana çevirir: “Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının [adetler] gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye [kanun dışılıklar] ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye [şekil ve suret değişiklikleri] ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla[şahsiyetlerin farklılıklari ile], zuhur ve nüzul [meydana çıkma ve inme] zamanının tebeddülüyle [değişme] meşietini [ihtiyar, irade], iradetini [dileme, tercih], fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan fâil] olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve her şey, her anda, her şe’nde [durum, hal], her şeyinde O’na muhtaç ve rububiyetine münkad[egemenliğine boyun eğen] olduğunu ilâm etmekle [bildirmekle] gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbaba çevirir [insan ve cinlerin dikkatlerini sebeplerden sebepleri koyana döndürür].” [15]

Örnek olarak da hava ve bulut hareketleri ile bazı meyve ağaçlarının tüm şartlar uygun olmasına rağmen bazı yıllar meyve vermemesini gösterir. Güneşin ve ayın bir yıl sonra nerede hangi saatte doğacağı bellidir, ancak aynı şeyi cansız ve iradesiz olmalarına rağmen bulutlar ve yağmur için söylemek mümkün değildir. Yani yağmurun nerede, ne zaman ve ne miktarda yağacağı kurallara bağlanmamıştır ve bu yıl bol yağmur almış olan bir bölge gelecek yıl kuraklık yaşıyabilir. Yağmurdaki belirsizlik olayı tek başına her şeyin kanunlarla önceden belirlendiği ve dolayısı ile kanunların mutlak hakim olduğu tezini savunan determinizm düşüncesini ciddi olarak sarsmaktadır.

Bediüzzaman yaratılışta en yüksek derecenin hayat ve rahmet olduğunu söyler ve bunların cisimleşmiş hali olan yağmuru belli sebeplere bağlamıyarak ve sıradanlaşmasına meydan vermiyerek Allah’ın insanları bu nimetleri farketmeye ve yok olabileceğini düşünerek şükretmeye teşvik ettiğini ifade eder: “Vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet [hayatın kaynağı ve merhametin tam kendisi] olduğu için, elbette o âb-ı hayat [hayat suyu], o mâ-i rahmet [rahmet suyu], gaflet veren ve hicap [örtü] olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl [nimet veren, hayatı verici, merhamet ve şefkat sahibi olan yüce Zat], perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.”[16]

Bediüzzaman insanların – tek yumurta ikizleri dahil – simalarındaki farklılığı da yine yaratıcının iradesine ve tabiat üstülüğüne vermekte ve tabiat kanunlarının adeta bilgisayar kontrollü torna tezgahları tarzındaki mutlak belirleyiciliği önyargısını kırmaktadır. Tüm insanların yüzleri penguenlerde olduğu gibi aynı olsaydı, hiç kimse mevcut tabiat kanunlarına bir aykırılıktan söz etmez ve bunu yadırgamazdı. Hatta bunu daha doğal görürdü. Ancak kendimizi içinde bulduğumuz göz alışkanlığı birçok sıradışılığı sıradanlaştırmakta ve ülfet, sorgulanması gereken konularda insanları hissizleştirmektedir.

İrade

Katı bir determinist olan Fransız matematikçi ve astronom Pierre Simon Laplace (1749 – 1827) determinizmi somut bir şekilde şöyle açıklar: “Evrenin bu andaki haline geçmişinin sonucu ve geleceğinin sebebi olarak bakabiliriz. Belli bir anda tabiatı harekete geçiren kuvvetlerin tamamını ve tabiatı oluşturan her şeyin tüm pozisyonlarını bilen bir Zihin, eğer aynı zamanda bu verileri analiz ettirebilecek kadar kapsamlı ise, bu Zihin evrendeki en büyük cisimlerin hareketinden en küçük atomların hareketine kadar tüm hareketleri bir tek formülde ifade edebilirdi. Öyle bir Zihin için hiçbir şey belirsiz olmayacaktı ve gelecek, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önünde hazır olacaktı.[17]” Bu ifadeler, varlıklarla birlikte düşüncelerin de sırf-madde fikriyle sınırlanmasının ve dolayesiyle madde ve kanunlar yoluyla maddeye etki eden kuvvet dışında bir varlık tanımamanın doğal bir sonucudur.

Maddeye olan bu çakılmışlık önde gelen birçok düşünürü bile zor durumda bırakmıştır. Örneğin Albert Einstein fiziğe olan kesin inancı yüzünden katı bir determinist olmuştur ve insanların bile serbest iradesinin olmaması gerektiğini savunmuştur: “Insanların hareketleri bilardo topu, gezegenler ve yıldızların hareketleri kadar önceden bellidir. İnsanların hareketleri kontrolleri dışında fizik ve psikolojik kanunlarca belirlenir. Bir böcek için de belirlenmiştir, bir yıldız için de.”[18]

Bir teorinin doğruluğunu ispatlamak mümkün olmıyabilir, ama yanlışlığını ispatlamak gayet kolaydır. Bunun da en basit yolu gözlemlerle çeliştiğini göstermektir. Bir örnek vermek gerekirse, nehre bırakılan bir tahta parçasının su içinde ne tür hareket edeceği ve hangi zamanda nerede olacağı önceden bilinebilir. Çünkü hareket nehir ve tahtanın bırakma anındaki fizikî durumları ile beraber ilgili fizik kanunlarına bağlıdır ve cansız olan tahtanın buna karşı çıkması söz konusu değildir. Ancak nehre bir hayvan veya insan bırakılacak olursa ne olacağını kimse kesin olarak öngöremez. Çünkü hayvan ve insanlar fizik kanunlarına tabi olmakla beraber onların mahkumu değildir ve serbest iradeleriyle fiziğin öngöremiyeceği birçok hareketleri yapabilirler. Hatta akıntıya zıt yönde de gidebilirler. Cansız bir insan bedenini nehre atacak olursak bu bedenin aynen tahta parçası gibi fizik kanunlarının öngördüğü şekilde hareket ettiğini görürüz. Bu da canlılarda fizik kanunlarına tabi olmıyan yani fizik üstü bir varlık boyutunun varlığını apaçık bir şekilde gösterir ve insanın sadece bir fiziksel bedenden ibaret olduğu fikrinin geçersizliğini kesin olarak ispatlar.

Bu basit deneyden de görülebileceği gibi, evrende madde ve kuvvet ile beraber bunların cinsinden olmayan bir iradenin varlığı ve güç ve irade sahibi varlıklar için fizik kanunlarının bağlayıcı olmadığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir ve dolayesiyle bilimsel bir gerçektir.  Cansız varlıklarda ve bitkilerde fizik kanunları tam hakimdir ve bu varlıkların bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak insan ve kısmen hayvan gibi kast ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir. Tek başına bu basit gözlem bile evrenin sırf madde ve kanunlardan ibaret olduğu önkabulünü yıkmaya ve zihinleri izlerini kendimizde gördüğümüz madde ve kuvvet üstü varlık ve alemlere çevirmeye yeterlidir. Bu merdiveni tırmanan kişiler için olağan şeyler mucize, mucizeler olağan şey olur.

Kapanış

Ülfet perdesi aralanınca, tüm varlıkların mucize eserleri olduğu görülür – 21 gün sonra çatlayan bir yumurtadan yürüyerek çıkan bir civcivgibi. İrade, fizik kanunlarına tabi büyük patlama evrenini delen bir oktur. İradenin varlığı, varlık aleminin madde-enerjiden ibaret olmadığının kesin delilidir. Kanun irade sıfatından gelir ve fizik kanunları evrensel bir iradenin varlığını yansıtır. Bizim fizik kanunlarını ihlal etme konusundaki aczimizi Allah’a teşmil etmek ve mucizeleri muhal görmek, Allah’ı da kendimiz gibi bir varlık olarak görme düşüncesinin bir sonucudur. Halbuki Allah’ın kudret ve iradesi her şeyi kuşatmıştır ve her türlü aczden müstağnidir. İrade sahibi bir kanun koyucu, kanunların mahkumu değil hakimidir. Fizik kanunları, kanunu koyan Allah’ı bağlamaz. Çünkü iradesiyle kanunu koymaya gücü olanın kanunu değiştirmeye ve gerekirse iptal etmeye de gücü vardır. Tüm mucizeler ve kerametler bir veya birden fazla fizik kanununun geçici ve sınırlı olarak iptal edilmesidir. Zaten bu yüzden mucizeler peygamberliğin gerekli ve yeterli bir şartı olmuştur. Neticede Allah’ın adetleri tabiat kanunları, adet dışı olaylar ise mucize veya keramettir.

 Prof. Dr. Yunus Çengel

www.NurNet.Org


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup, Üçüncü Nükteli İşaret, http://www.nuriklimi.org.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup, Dördüncü Nükteli İşaret, http://www.nuriklimi.org.

[3] Madde aslında enerjinin bir şeklidir, ve o yüzden enerjinin veya madde artı enerjinin korunumu prensibi daha geneldir. Ancak nükleer reaksiyonlar gibi madde-enerji dönüşümünün söz konusu olmadığı durumlarda madde ve enerjinin ayrı ayrı korunduğu fikri kolaylık sağlıyan geçerli bir yaklaşımdır.

[4] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 387, Simon & Schuster, New York, 2007.

[5] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 388, Simon & Schuster, New York, 2007.

[6] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 138, http://www.nuriklimi.org.

[7] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 139, http://www.nuriklimi.org.

[8] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 134, http://www.nuriklimi.org.

[9] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.

[10] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.

[11] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.

[12] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.

[13] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 141, http://www.nuriklimi.org.

[14] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 141, http://www.nuriklimi.org.

[15] Said Nursi, Sözler, 16. Söz, Küçük bir Zeyl, s. 281, http://www.nuriklimi.org.

[16] Said Nursi, Sözler, 16. Söz, Küçük bir Zeyl, s. 282, http://www.nuriklimi.org.

[17] Laplace, Pierre Simon, A Philosophical Essay on Probabilities, s. 4, translated from the 6th French edition by Frederick Wilson Truscott and Frederick Lincoln Emory, Dover Publications, New York, 1951.

[18] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 391, Simon & Schuster, New York, 2007.

Uzakdoğu Üniversitelerinde Gündem: “Risale-i Nur”

Risale-i Nur eserleri ve hizmetleri ilk olarak 1980’li yıllarda Malezya’ya gitmiş ve okunmaya başlamıştı. Ciddi anlamda okumalar 1980’li yıllarda ABD ve Avrupa’da, özellikle İngiltere’de okuyan gençler orada Risaleleri tanıması ve ülkelerine döndüklerinde kendi çaplarında Risale-i Nur hizmetlerini yaymaya başlamalarıyla oldu. Ancak külli manada ilk duyuru, 1999 senesinde Malezya UKM (University Kabansaan Malaysia) üniversitesinde yapılan ve üç gün devam eden, başta ABD, Türkiye, Mısır, Avustralya, Filipinler, Endonezya, Brunei ve Tayland olmak üzere birçok ülkeden akademisyenlerin de iştirak ettiği büyük bir sempozyumla yapıldı. Bu sempozyumdan sonra yörede daha ciddi çalışmalar başlamış oldu. İlki 1999’da yapılan sempozyumdan sonra Malezya’da 5, Endonezya’da 16, Filipinler’de ve Avustralya’da 3’er tane olmak üzere bölgede çok sayıda sempozyum yapıldı. Bu arada İstanbul’da yapılan sempozyumlara gelen akademisyenler yörelerinde ilmi ve akademik çalışmalarını yürüttüler. Nihayet günümüzde Risaleler ve Said Nursi bölge ülkelerinde çok sayıda master ve doktora çalışmasına konu oldu.

Bu çalışmaların devamı olarak 2-9 Aralık 2012 tarihlerinde Türkiye ve İngiltere’den bölgeye giden akademisyenlerin yanı sıra bölge ülkelerinden de çok sayıda akademisyenin katılımıyla Malezya üniversitelerinde bilhassa bilim–din ilişkilerine odaklanan BİLİMİN KÜLTÜR VE MEDENİYET OLUŞUMUNDAKİ KİLİT ROLÜ: RİSALE-İ NUR PERSPEKTİFİ konulu bir dizi akademik toplantıda Risalelerin bu anlamda oynadığı rol ele alındı.

Malezya’nın önemli düşünce kuruluşlarından olan IAIS-Uluslararası İleri İslam Düşüncesi Enstitüsü ile İİKV’nin ortaklaşa düzenlediği konferans 4 Aralık Salı günü yapıldı. Bu konferanstan önce 3 Aralık Pazartesi sabahı UKM’de ve aynı gün öğleden sonra Uluslararası İslam Üniversitesi İslam Birliği Enstitüsü’nde ve 5 Aralık günü ise Malezya Putra Üniversitesi’nde 3’er saatlik paneller yapıldı. Bu panellere çok sayıda öğretim üyesi ve öğrenci katıldı. Konuşmacıların sunumlarından sonra  Risalelerin daha iyi anlaşılmasına yönelik soru-cevap seanslarına geçildi.

Bu toplantılarda İngiltere’den Prof. Dr. Colin Turner ile Mahshid Turner, Türkiye’den Prof. Dr. Yunus Çengel, Prof. Dr. Faris Kaya ve Doç. Dr. İsmail Latif Hacınebioğlu birer tebliğle katıldılar.

Konferansın açılış bölümünde Uluslararası İleri İslam Düşüncesi Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Hasim Kamali ile İstanbul İlim ve Kültür Vakfı İcra Kurulu Başkanı Prof. Dr. Faris Kaya konferansin duzenleyicisi sifatiyla  birer konuşma yaptılar. Konferansın açılış konuşmalarında Bediüzzaman Said Nursi’nin bilime bakışının ve fen bilimleri ile dini ilimleri bir çeşit mecz ederek ele almasının, İslam dünyasının ihtiyaç duyduğu bir yaklaşım şekli olduğu ve örnek alınması gerektiği hususu üzerinde duruldu.

Risalelerde fen bilimlerinin nasıl işlendiği örneklerle ortaya konuldu ve bilhassa mana-i ismi ve mana-i harfi kavramları üzerinde duruldu.

Daha sonra üç oturum halinde akademisyenler uzmanlık alanlarında risalelerin konuya ilişkin bakış açısını ortaya koymaya çalıştılar. Çok ciddi bir akademisyen kitlesinin takip ettiği konferans oturumlarının sonunda soru-cevaplarla konu daha da derinlemesine ele alındı.

Akademisyen heyeti Malezya konferansı sonrası Endonezya’ya geçti. Biri Palembang Üniversitesi’nde 6-7 Aralık tarihlerinde, diğeri 8 Aralık 2012 tarihinde Bandung’da olmak üzere iki uluslararası katılımlı konferans yapıldı. Bu konferanslara Colin Turner, Yunus Çengel, İsmail Latif Hacınebioğlu, Mahshid Turner ve Faris Kaya’ya ilaveten üniversite rektörü Prof. Dr. Eflatun Mukhtar, Mısır Ezher Üniversitesi’nden Prof. Dr. İsmail Abdunnebi Sahin, Cakarta Serif Hidayetullah Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mulyadhi Kartenagara, Dr. İsmail Sukardi (Palembang Üniversitesi), Prof. Dr. Muhammed Sirozi (Palembang Üniversitesi) ve Prof. Dr. Amany Lunis (Serif Hidayetullah Üni.) ‘Prof Dr hamid Zarkasy (Darusselam Islam Enst)’Prof Dr Abdulrezzak (Palembang Univ), Prof Dr Amin Suyitno (Palembang Univ) ve Prof Dr Dusky Ibrahim ( Palembang Univ ) de birer tebligle  katıldılar.

Güney Sumatra Valiliği ve Palembang Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen iki günlük Pelambang Konferansını takriben 300 kişiden oluşan bir akademisyen topluluğu takip etti. Konferansın ilk günü akşamı ise eyalet valisi, Alex Noerdin’in konağında takriben 1500 kişilik bir heyete akşam yemeği verdi. Bu yemek esnasında da Said Nursi’nin bilime bakış vizyonunun önemi üzerinde duruldu.

İİKV

Konferansın oturum başlıkları ve sunulan tebliğ başlıkları şöyle:

Birinci Oturum: İnsanlık İçin Daha İyi Bir Geleceğin Tesisinde Bilgi, Bilim, İman ve Ahlakın Yeri ve Önemi: Said Nursi’nin Yaklaşımı

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Kerim Douglas Crow (Principal Fellow, IAIS Malezya)

Konuşmacılar:

1) Prof. Dr. Colin Turner (Durham University, İngiltere)

Yaradılışı Okumak: Said Nursi ve ‘Mana-i İsmi’ ve ‘Mana-i Harfi’ Kavramları

2) Prof. Dr. Yunus Çengel (Adnan Menderes Üniversitesi)

Nursi’nin Bilimlere Bakışı ve Bilimsel Metod

3) Prof. Dr. Zulkifli Haji Mohd Yusoff & Ms. Betania Kartika Muflih (University of Malaya, Malezya)

Kur’anî ve Kozmik İşaretler Vasıtasıyla İmanı Kuvvetlendirmek: İmam Bediüzzaman’ın Yaklaşımı

İkinci Oturum: Said Nursi’nin Bilim ve Kalkınmaya Dair Görüşleri

Oturum Başkanı: Dr. Daud Batchelor (Associate Fellow, IAIS Malezya)

Konuşmacılar:

1) Prof. Dr. Muhammad Sirozi (State Institute for Islamic Studies [IAIN] Palembang, Endenozya)

İslam Dünyasında Bilimin İhyası: Bediüzzaman Said Nursi’nin Bazı Fikirleri

2) Doç. Dr. İsmail Latif Hacınebioğlu (Süleyman Demirel Üniversitesi)

Holistik Bilgi Yaklaşımı Vasıtasıyla Epistemik Tercihler: İlahi Birer Kitap Olarak Tabiat, Bilim ve Vahiy

3) Mrs. Mahshid Turner (Durham University, İngiltere)

Dinin ve Maneviyatın Fiziksel ve Ruhsal Sağlığa Etkileri Bilimsel Olarak Ölçülebilir mi?

Üçüncü Oturum: Said Nursi’nin  Medeniyet Ölçeğinde Tecdid Anlayisi

Oturum Başkanı: Mr. Abdul Karim Abdullah (Research Fellow, IAIS Malezya)

Konuşmacılar:

1) Doç. Dr. Hj Fadhlullah Jamil (University Science Malaysia, Malezya)

Bediüzzaman’ın Malay Dünyası Üzerindeki Nüfuz ve Tesiri: Genel Bir Değerlendirme

2) Doç. Dr. Saim Kayadibi (International Islamic University Malaysia, Malezya)

Said Nursi’nin Dünya Görüşündeki Medeniyet Parametrelerinin İhyası: Ontolojik Mücadele

3) Dr. Mohammed Farid Ali (Research Fellow, IAIS Malezya)

Merhamet ve İyilik Aracı Olarak Kanaat: Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’una Hususi Atıflarla

Bu konferansta sunulan tebliğler, daha sonra Enstitü dergisinin özel sayısı olarak yayınlanacaktır.

Endonezya Konferanslari

Nuraniyet ve Kuantum Âlemi

            Giriş

Nur kelimesinin karşılığı lugatlarda ‘aydınlık, parıltı, parlaklık, ışık, ziya’ olarak verilir ve nur her çeşit karanlığın zıddı olarak ifade edilir. Nur, aynı zamanda Allah’ın 99 isminden biridir ve bu isim, bütün nurların kaynağı, yaratıcısı ve vericisi anlamında kullanılır. Yani Allah Nur’dur ve bütün âlemleri ve dilediğini nuruyla nurlandırır. Nur kelimesi ayrıca manevi aydınlığa sebep olan Kur’an, iman ve peygamber için de kullanılır – iman nuru, nübüvvet nuru gibi. Nurlu olan veya melekler gibi nurdan yaratılan şeylere nuranî ve nurlu olma haline de nuraniyet denir. Nur’un zıddı, daha doğrusu yokluğu, zulmettir – aynen ilmin yokluğu cehalet, ışığın yokluğu karanlık ve ısının yokluğu soğukluk olduğu gibi.

Kur’an-ı Kerim’in 24üncü sûresinin ismi Nur’dur ve Nur sûresinin 35. Ayetinde nur bir örnekle şöyle izah edilir:

Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak kadar berraktır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir[1].

‘Nur’ kelimesi Kur’an’da 43 yerde geçmektedir[2]. Binbir ismiyle Allah’a bir yakarış olan Cevşen-ül Kebir duasının 46. cüzünde Allah’ın Nur ismi şu ibarelerle vasıflandırılır:

Ey nurların nuru, ey nurları nurlandıran nur, ey nurlara şekil veren nur, ey nurları yaratan nur, ey nurları takdir edip belirleyen nur, ey bütün nurların kendi tasarrufu altında olan nur, ey bütün nurların evveli olan nur, ey bütün nurların ahiri olan nur, ey bütün nurların fevkinde olan nur, ey benzeri olmayan eşsiz nur!”

Nur ile ilgili diğer bazı ayetler ise şöyledir:

Yahut (inkârcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur[3]”.

Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler[4].

Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (Amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir[5].

Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” [6].

Nur, fiziki bir karşılığı olmamasına ve ne olduğu tam olarak anlaşılmamasına rağmen, güzel çağrışımları olan ve ifade ettiği mânâ sevilip kalbe ferahlık veren latif bir kelimedir. O yüzden Nur ve nur kelimesinden türetilen birçok isim bilhassa letafetleriyle melekleri andıran kız çocukları için yaygın olarak kullanılır:

Nur, Nuran, Nuray, Nurbanu, Nurcan, Nurcihan, Nurdoğan, Nurdan, Nurfidan, Nurgül, Nurhayat, Nuriye, Nurnigar, Nursel, Nursema, Nurselin, Nurseven, Nurşen, Nurtane, Nurten; Ayşenur, Binnur, Fatmanur, Halenur, İlknur, Öznur, Şennur, Tubanur.

Erkekler için de yaygın olarak kullanılan bir kaç isim; Nureddin, Nuri ve Nurullah’dır. Zamanımızın büyük müfessiri Bediüzzaman Said Nursi de telif ettiği külliyatına ‘Risale-i Nur’ adını vermiş ve ilim şahikası olan eserlerini nur ile ilişkilendirmiştir.

            Işık, Ziya ve Nur

Işık, ziya ve nur kelimeleri, aralarındaki nüans farklarına ve değişik çağrışımlarına rağmen çok defa eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bazen da bu kelimelere mesnetsiz olarak özel manalar yüklenmekte ve mecaz manalar gerçekleriyle karıştırılmaktadır. Esas olarak ışık, ziya kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Dolayısıyla ışık ve ziya, güneş ve lambalardan gelen gözle görülüp aletlerle ölçülebilen ve kendini aydınlık olarak gösteren maddî veya fizikî varlığı temsil ederler. Nur ise ilim ve iman gibi gözle görülmesi veya aletlerle ölçülmesi söz konusu olmayan ancak akıl ve kalpte (ki madde-dışıdır) aydınlık olarak varlığı hissedilen madde-dışı veya fizik ötesi varlığı temsil eder. Yani ışık ve ziya maddî aydınlanma, nur ise manevî aydınlanma ile alakalıdır. Ancak aydınlanma ile olan bu ortak bağdan dolayı nur da metaforik manada ışık ve ziya olarak tarif edilir ve bir bakıma cisimleştirilir.

            İlim Işığı

Nur kavramını anlamak için basit bir örnek, ilimdir. Bildiğimiz ışık, biyolojik göz ile varlıkların ve olayların dış yüzünü görmemizi sağlar. İlim, varlıkların ve olayların iç yüzünü aydınlatıp mahiyetini akıl gözüne gösteren madde-dışı bir ışık yani nurdur. Bildiğimiz ışık varlıkların dış yüzünü ve dışa dönük fiziksel özelliklerini, bilgi ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve mahiyetini gösterir. İnsanlık için aydınlanma, ilim ışığı ile olur. Biyolojik göz, bildiğimiz ışık ile hali görür. Akıl gözü ise nurani ilim ışığı ile hal ile beraber geçmiş ve geleceği görür ve insanı ‘zaman üstü’ bir varlık yapar. Biyolojik göz ışıksız ortamda yani karanlıkta göremez ve ışık olmasaydı gözün varlığı anlamsız olurdu. Akıl gözü de cehalet ortamında göremez ve ilim olmasaydı aklın varlığı abes olurdu. İlim kâinatta ezelden beri var olan manevî bir katman veya ışıktır ve zaman-mekan üstüdür. Toplumları aydınlatmada, ilim güneşi münevverlerin yaydığı ilim ışığı, gökteki güneşin verdiği ışıktan önemsiz değildir. İlim tahsilinin temel gayesi ve neticesi, kişinin akıl ve fikir âleminin inşası, imarı ve aydınlatılmasıdır. Tabi bu fiziki değil nuranî bir aydınlanmadır.

Pozitif bilimlerin kaynağı gözlemdir ve bilimsel araştırmalar, varlıklar ve olaylar gözlenerek yapılır. Çünkü atomdan galaksilere her şeyin madde-dışı sağlam bir ilmî yapısı vardır ve her şey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür. Bilimsel çalışma denen şey varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretlerinden ibarettir. Bu da varlıkların yapısındaki ilim pırıltılarını gözlemleyerek, pırıltıların kaynağı olan evrensel ilim güneşini akıl gözü ile görmek ve göstermekle yapılır. İnsan olmadan evvel de ilim vardı, çünkü fenlerin de dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi evrende her şey ilim ile yapılmıştır.

Evrende her şeyin ilim ile yapılıyor olması ve adeta varlıklardan ilim ışıldaması evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir nurani ilim ışığının varlığını gösterir – aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık âleminin varlığını göstermesi gibi. Ancak varlıkların temel yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur ve dolayısıyla varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil madde-dışıdır, yani manadır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil, manevî akıl gözü ile algılanabilir.

            Güzellik ve Sanat Işığı

Benzer şeyler güzellik ışığı (nuru) ve sanat ışığı için de söylenebilir. Hayatta ne olduğu bilinmeyen, ancak görüldüğü zaman tanınan şeyler vardır ve herhalde güzellik, estetik ve sanat bunların önde gelenlerindendir. Güzellik, “Ölçülülük ve uyumluluktan doğan bir manevi ışık veya nur” olarak tanımlanabilir. Yani madde veya hareket öyle bir hale getirilebilir ki, güzellik ışığını alıp yansıtabilir – aynen karbon atomlarının bir kristal halinde dizildiklerinde bildiğimiz fizikî ışığı alıp pırıl pırıl yansıtabildiği gibi. Çirkinlik de güzelliğin yokluğu olarak tanımlanabilir. Estetik de güzelliği tanımlama bilimimi veya sanatıdır. Gülü görmek başka, güldeki güzelliği görmek başkadır. Birinciyi biyolojik göz görür, ikinciyi ise güzellik anlayışına sahip şuurlu varlıklar manevi kalp gözleriyle görürler. Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır – elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir.

San’at ise madde, renk, şekil, ses, hareket veya kelimelerle yapılan ve şuurlu varlıklarda hayret, hayranlık, takdir, merak, beğeni, efsun ve nihayet yüksek haz gibi hisleri uyandıran yaratıcı iş ve hareketlerdir. Sanatkâr, ham maddelerini öyle bir şekilde bir araya getirip bir manzume oluşturur ki manevi sanat ışığı (nuru) eserinde parlamaya başlar. Benzer şekilde, hayat, şefkat, adalet, irade, akıl, fikir, şuur, güzel koku, temizlik ve sevgi için de manevi ışık (nur) tanımlamaları yapılabilir.

            Madde, Enerji ve Nuraniyet

Bildiğimiz fizik âlemi enerjiden oluşur. Fiziğin başlangıcı olan ve 13.7 milyar yıl önce meydana geldiği hesaplanan büyük patlamanın ilk safhalarında sadece enerji vardı. O safhada her şey her şeyin içindeydi ve bir hacim kaplamaktan bahsetmek söz konusu değildi. Patlamanın ilk saniyesinin kesirlerinde sıcaklığın hızla düşmesi ve enerjinin yoğuşmasıyla önce quark ve gluon gibi temel parçacıklar ve akabinde onların da birleşmesiyle proton ve nötronlar oluştu. Elektronların oluşması ve madde-karşı madde etkileşimleriyle parçacıkların büyük bir kısmının tekrar enerjiye dönüşmesi ilk saniye içinde yer aldı. Sıcaklık ilk dakikalarda bir milyar dereceye düştü ve bir kısım protonlarla nötronlar birleşip helyumun çekirdeğini oluşturdu. Ancak protonların büyük kısmı hidrojen çekirdekleri olarak varlıklarını sürdürdü. Hesaplamalara göre, büyük patlamadan 379 bin yıl sonra çekirdeklerle elektronlar birleşip atomları (çoğunlukla hidrojen) oluşturdu ve madde ile enerji ayrışmaya başladı. Maddeye dönüşmeyen enerji de kozmik geri plan radyasyonu olarak varlığını sürdürdü[7].

Madde moleküllerden, moleküller atomlardan ve atomlar da elektron, proton ve nötron gibi atom altı parçacıklardan oluşurlar. Madde enerjinin yoğuşmuş bir şeklidir ve madde ve enerji Einstein’in meşhur E = mc2 formülüne göre birbirine dönüşebilir. Hatta denebilir ki madde, enerjinin letafetini kaybedip kesifleşmiş bir halidir. Maddenin iki temel özelliği kütlesinin olması ve yer kaplamasıdır. Dolayısıyla madde, ‘kütlesi olan ve hacim kaplayan şey’ olarak tanımlanır. Madde ve enerji fizikî varlıklardır, her ikisi de fizik kanunlarına tabidirler ve gözlenip ölçülebilirler. Ancak maddeden farklı olarak enerji (güneşten gelen ışık gibi) bir hacim kaplamaz ve durağan kütlesi yoktur (enerjinin E = mc2 formülünden hesaplanan eşdeğer kütle karşılığı vardır). Yani enerji, kesif olan maddeden farklı olarak, kütlesi olmayan ve tek başına bir hacim kaplamayan latif bir varlıktır. Ancak fiziki bir varlık olarak belli kısıtlamalara tabidir – örneğin elektromanyetik radyasyonun hızı, ışık hızını geçemez.

Madde ve enerji aynı bütünün iki parçası ve adeta birbirinin kaynağıdır. Güneşte madde daimi olarak enerjiye dönüşmekte ve güneş enerjisi dünyaya ısı ve ışık olarak saniyede 300 bin kilometre hızla gelmektedir. Yani madde, kütlesiz ve yer kaplamayan bir şeye (madde-dışına) dönüşmekte ve maddenin hiç bir zaman ulaşamayacağı bir hızda hareket etmektedir. O zaman denebilir ki, görünen fizik âlemini teşkil eden ve varlıkları gözlemlerle sabit olan madde ve enerji aynı tür varlıklar değildir. Biri kesif, diğeri latiftir. Latif olan şeylerde bir derece zaman ve zemin üstülük vardır ve latif şeylere yarı nurani de denir. Kısmı kayıtlılık hali olan letafet veya yarı nuranilik varsa, bunun uzantısı olan zaman ve zemin kayıtlarından tam sıyrılmışlık hali olan tam nuranilik ve nur da vardır.

O zaman varlıkları tam nuraniyetten tam kesafete kadar uzanan bir letafet-kesafet cetvelinde sıralamak ve varlıklara nur-madde karışımı olarak bakmak gerekir. Gözlemlerle sabittir ki, varlıklarda atom altı seviyede nuraniyet, atom üstü seviyede ise kesafet hakimdir. Örneğin atom-üstü kesif bir varlık olan tenis topunun hem yeri, hem de hızı ölçümlerle tam bir kesinlikle belirlenebilir. Ancak atom-altı latif bir varlık olan elektronun hem hızı hem de yeri belirlenemez. Hızı belli ise yeri belli değildir. Yani hiçbir yerde değildir veya her yerde olabilir. Hatta aynı anda iki farklı yerde olabilir. Ancak elektronun bazı yerlerde olma ihtimali daha yüksektir ve bu ihtimal dağılımı bir dalga fonksiyonu olarak ifade edilir. Bu fenomen fizikte ‘Heisenberg’in belirsizlik prensibi’ olarak bilinir. Zaten bu yüzden atom altı dünyada kuantum teorisi, atom üstü dünyada ise Einstein’in izafiyet teorisi hâkimdir ve bu iki teoriyi birleştirecek bir ‘birleşik teori’ tüm gayretlere rağmen henüz ortaya konamamıştır. Fizik-dışı paralel evren veya çoklu evren türü yaklaşımlarla bazı fenomen izah edilmeye çalışılmış, ancak nuraniyet kavramı açıkça ortaya konmadığı için bir yere varılamamıştır.

Biz elektronu parçacık olarak hayal ederiz, ama elektron aynı zamanda dalgadır – aynen elektromanyetik dalgalar gibi. Elektronun dalga özelliği, girişim deneylerinde net olarak görülmektedir. Zaten o yüzden atomaltı dünyada parçacık-dalga ikilemi özelliği kuantum mekaniğinin temel taşlarından biridir. Yani elektron ve diğer atom altı parçacıklar bazen parçacık gibi davranırlar, bazen da dalga olarak. O zaman denebilir ki, atom altı parçacıklar ne parçacıktır, ne de dalga. Çünkü bunlar çok farklı özelliklerdir. Örneğin ses havada dalga olarak yayılır ve tabancadan çıkan kurşun bir kütle parçası olarak gider. Bunların zıddı olamaz. Keza, bir meyve hem elma hem de aynı anda armut olamaz. Eğer oluyorsa o meyve ne elmadır ne de armut. O zaman atomaltı parçacıklar öyle bir şey olmalıdır ki iki zıt karakterde – hem dalga hem de parçacık – tezahür edebilsin. Bu da ancak kesafetten uzaklık yani nuraniyete yakınlık ile olabilir.

Benzer bir argüman genelde elektromanyetik dalga olan ancak parçacık özelliği (foton) da gösteren ışık için de verilebilir. Elektrondan çok daha küçük olan ve elektrik yükü olmayan atom altı parçacık nötrino ise kesafetten o kadar uzaktır ki, adeta varlık yokluk arasındadır ve ölçülmesi son derece zordur. CERN’deki deneylerde varlığı teyid edilmeye çalışılan ve ‘Tanrı parçacığı’ olarak bilinen Higgs parçacığının küçüklüğünden dolayı nuraniyete daha da yakın olduğu görülecektir – tabi eğer ölçülmesi mümkün olabilirse.

Masa ve sandalye gibi maddeden yapılan kesif varlıklardan farklı olarak, enerjiden (örneğin ışık) yapılan latif varlıkların kütlesi yoktur ve yer de işgal etmezler. Başkalarının olduğu yere yerleşiverirler. Nitekim havada aynı noktada elektromanyetik enerji formunda yüzlerce yayın vardır, ancak bir izdiham söz konusu değildir. Hepsi birbiri içinden saniyede 300 bin km hızla geçer. Yani bir saniyede dünyanın etrafını birkaç kez dolaşabilir ve adeta bir anda her yerde bulunur. Keza, lamba, kütlesi olan ve hacim işgal eden bir şeydir ve dolayısıyla kesiftir. Ancak lambadan çıkan ışık kütlesizdir, hacim işgal etmez ve belli bir yeri yoktur – adeta her yerdedir. Sadece, ışığın şiddeti lambadan uzaklaştıkça azalır.

Nuraniyete en yakın madde şekli muhtemelen karanlık madde ve nuraniyete en yakın enerji türü de karanlık enerjidir. Çünkü karanlık madde ve karanlık enerji ilmen vardır, ama deneysel olarak gözlemlenememiştir. Hesaplamalar gösteriyor ki, galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan  çekim kuvvetinin görünen kütle ile sağlanması mümkün değildir. O halde “karanlık madde” denen görünmeyen bir tür madde ilave çekim kuvvetini sağlıyor olmalıdır. Karanlık madde ışığı vermez, soğurmaz ve yansıtmaz. Elektron, proton ve nötronlardan oluşmaz. Ayrıca, 1998’de Hubble Uzay teleskobu gözlemleri gösterdi ki, uzayın genişlemesi çekim kuvvetinden dolayı yavaşlamıyor; zannedilenin aksine hızlanıyor. Astrofizikçiler, bunun ancak hiç kimsenin bilmediği “karanlık enerji” denen esrarengiz bir enerji türünün sebep olabileceği sonucuna vardılar. Çünkü bu ivmelenme etkisinin mevcut evrende hali hazırda var olan bir şeyce sebep olunması mümkün değildir. Neticede ortaya çıkan manzara, evrenin yaklaşık %70’inin karanlık enerji, %25’inin karanlık madde ve geri kalan %5’inin de aletlerle gözlemlenebilmiş nötrino dahil her şeyi içeren normal evrenden teşekkül ettiğidir. Bu demektir ki, içinde yaşadığımız evrenin büyük çoğunluğu “fiziksel” bir halde değil, “ilmen” vardır ve ancak akıl gözü ile görülmektedir[8].

Kur’anda ‘Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık[9] ve ‘Cin’i de yalın bir ateşten yarattı[10] ayetlerinde bahsedilen yalın veya dumansız ateş, yani varlığına dair hiç bir fiziki emare olmayan madde/enerji türü, muhtemelen karanlık madde/karanlık enerjidir. İleride bilimin gelişmesiyle karanlık madde ve karanlık enerjiye hükmedip munipule edebilenler, cinlere de hâkim olup onları şu an hayal bile edemeyeceğimiz değişik işlerde kullanabileceklerdir. Nitekim Kur’an’da Belkıs’ın tahtının bir anda nakledilmesi hakkındaki “Cinlerden bir ifrit,’Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim’ dedi. Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi[11] ve Hazret-i Süleyman’ın (A.S.) cin ve şeytanları idaresi altına alıp faydalı işlerde istihdam ettiğini ifade eden; “Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik[12] gibi ayetler buna işaret etmektedir. Bediüzzaman, bu ayetlerden şu dersleri çıkarır:

Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: ‘Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.’ İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor.[13]

            Kuantum Mekaniği ve Nuraniyet

Kuantum dünyasında parçacıkların acaip davranışını karekterize eden ve bir anda birden fazla yerde olmayı gösteren en meşhur deney, çift-yarık deneyidir. Birbirine paralel iki duvardan öndekine ince bir yarık açılsa ve tenis topu makinesi gibi bir makineden öndeki duvara arda arda kurşun yağmuru gibi toplar atılsa, yarığa denk gelen toplar arka duvara geçecek ve yarıktan geçen topların izleri arka duvarda bir bant oluşturacaktır. Eğer öndeki duvara yan yana iki yarık açılsa, topların bir kısmı birinci yarıktan bir kısmı da ikinci yarıktan geçecek ve çarpan topların izleri arka duvarda birbirine paralel iki bant oluşturacaktır. Eğer duvarlar çizgi hizasına kadar su içinde olsaydı ve su yüzeyinde ard arda dalgalar oluşturulsaydı, ön duvardaki deliklere ulaşan dalgalar yollarına devam edecek ve arka duvara çarpacaklardı. Tek yarık durumunda beklenmedik bir şey olmayacaktı, ancak iki yarık durumunda her iki delikten geçen dalgalar girişime uğrayacak ve iki dalga tepesinin çakıştığı yerlerde dalga yüksekliği ikiye katlanırken dalga çukuru ile dalga tepesinin çakıştığı yerlerde iki dalga birbirini yok edecekti. Neticede kuvvetlenmiş dalga tepelerinin çarptığı yerlerde arka duvarda, koyuluğu duvar ortasından kenarlara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşacaktı. Yani dalga geçişi durumunda arka duvarda iki bant yerine bir dizi bant oluşacaktı.

Deney bir elektron tabancasıyla tekrarlandığında, tek yarık durumunda arka duvara çarpan elektron izleri aynen top durumundaki gibi arka duvarda yarığın tam arkasına gelen kısımda tek bir bant oluşturur. Yani elektronlar minik toplar gibi davranır. Ancak ön duvardaki iki yarık da açıldığında, arka duvarda iki bant değil, aynen su dalgalarıyla yapılan deneydeki gibi, şiddeti merkezden kenara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşur. Yani elektronlar, aynen dalga gibi, aynı anda her iki delikten de geçmektedirler. Deneyi tek bir elektron ile tekrarlayınca dahi arka duvarda bir dizi girişim bandı oluşmakta ve bu da elektronun bir dalga olarak her iki yarıktan aynı anda geçtiğini şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte göstermektedir. Yani elektronlar hareketlerine bir parçacık olarak başlamakta ve adeta duvarda iki yarığı görünce dalgaya dönüşmektedirler.

İşin daha da ilginç yanı, belli bir yarıktan elektronların hangilerinin geçtiğini gözlemlemek için yarıkların birinin arkasına bir ölçme aleti konunca, elektronlar sanki gözlemlendiklerini biliyorlarmış gibi yarıkların birinden veya diğerinden parçacık olarak geçmekte ve arka duvarda iki çarpma izi bandı oluşturmaktadır. Gözlemleme, elektronun istatistikî dalga fonksiyonunu adeta çökertmekte ve onu bir parçacığa indirgemektedir. Elektronlar sanki kendilerini belli bir konumda tutma yani kesifleştirme niyet ve iradesini hissetmekte ve nazar değmiş ve büyülenmiş gibi bu iradeye tabi olmaktadırlar.

Elektron yerine ışık (kütlesiz foton parçacıkları) kullanılınca da aynı şeyler gözlenmektedir. Yani ışık bazı durumlarda parçacık bazı durumlarda da dalga olarak davranmaktadır. Deneyler kütlesi elektrona göre oldukça büyük olan atomlarla da yapılmış ve aynı sonuç bulunmuştur. Yani bir anda çok yerde olmayı gerektiren nuraniyet özelliği atom boyutunda bile etkisini gösterebilmektedir. Ancak otomatik bir tüfekten çıkan mermilerle deney tekrarlandığında mermilerin, ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, sadece parçacık olarak davrandıkları görülür. Yani madde atom boyutunu aştığında nuraniyet vasfını hızla keybetmektedir.

Atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olmalarını izah etmek için ortaya atılan ve ciddi rağbet gören teorilerden biri ‘paralel evrenler’ teorisidir. Bu teoriye göre parçacıklar sadece bildiğimiz evrende değil, aynı zamanda evrenimizle iç içe olan sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerde de vardırlar ve bu evrenler arasında gidip gelmektedirler. Yani birinde yok olurken diğerlerinde var olmaktadırlar. Öyle görülüyor ki, nuraniyet fikri kabul edilmezse, adını vermeden nuraniyet özelliğini izah etmek hiç de kolay olmayacaktır. Hâlbuki kolay yolu zor olana tercih etmek aklın gereğidir.

            Tanrı Parçacığı

Maddenin yapıtaşları olan elektron ve nötrino gibi atom altı parçacıklar isimleri ‘parçacık’ olmasına rağmen daha ziyade dalga özelliği gösterirler ve onlara bir yer isnat edilemez. Adeta bir anda belli bir dağılım prensibine göre çok yerdedir. O yüzden atom altı dünyada kesafetten ziyade letafet yani nuraniyet hâkimdir. Zaten maddenin varlığının kaynağının Bediüzzaman’a göre nurani bir Yed-i Kudret’in ihtizazatı olduğu dikkate alınırsa o mikroevrende nuraniyetin esas olması hiç de şaşırtıcı değildir. Problem, parçacıkların açıkça gözlenen letafetinde değil, akılların kesafetindedir. Evrenin en temel yapıtaşı olduğu öne sürülen ve CERN’deki ışık hızına yakın hızlarda çarpıştırılan parçacıklarla yapılan deneylerde gözlemlenmesi ümid edilen Higgs parçacığına bilim dünyasında vicdanlara yansıyan bir mana olarak ‘Tanrı parçacığı’ isminin verilmesi de manidardır. Nuraniyetten gelerek kesafete yönelmiş böyle nim-nurani bir parçacığı gözlemlemek ve hele onu idrak etmek oldukça nurlanmış bir aklı gerektirmektedir. Henüz aynı anda iki delikten birden geçen elekronun sebep olduğu kafa karışıklığını giderememiş parçacık fizikçilerinin işi gerçekten zordur. Belki nuraniyetten gelen bu parçacık birçok aklın nurlanmasına sebep olacaktır. Parçacıkların tarlası olan nurani kaynaktan uzaklaştıkça ve parçacıklar birleşip daha büyük parçacıklar ve demir gibi ağır atomlar oluştukça kesafet peyda olmakta ve zaman ve mekân sınırlamalarının söz konusu olduğu şahadet âleminin kuralları hükmetmeye başlamaktadır.

            Zaman Kavramının Çöküşü

Yukarıda anlatılan çift-yarık (double-slit) deneyi, atom altı kuantum dünyasında mekân kavramının çöktüğünü göstermektedir. Kuantum mekaniğinin diğer bir meşhur deneyi de zaman kavramının çöktüğünü gösteren dolanıklık (entanglement) deneyidir. Aynı anda üretilen atom altı parçacıklar, birbirlerinden ne mesafede ayrılırlarsa ayrılsınlar, daimi iletişim halindedirler. Buna kuantum mekaniğinde dolanıklık denir. Örneğin, birbirinden ışık yılları mesafesinde ayrılmış olsa bile dolanıklık halindeki iki elektrondan birine yapılan bir etkiye onun ikizi anında tepki göstermektedir. Yani zaman adeta durmakta ve zamansız bir iletişim olmaktadır. Einstein ışık hızının aşılmasının imkânsız olduğu gerekçesiyle (ki atom üstü kesif varlıklar için doğrudur) dolanıklık fikrine şiddetle karşı çıkmış, ancak kuantum mekaniğinin temel kavramlarından biri olan dolanıklık fenomeni 10 kilometreyi aşan mesafelerde denenmiş ve doğruluğu teyid edilmiştir. Yani atom altı dünyada mekân kavramı ile beraber zaman kavramı da anlamını yitirmekte ve zaman-mekân üstülük yani nuraniyet özelliği ön plana çıkmaktadır.

Kuantum mekaniğinin temel kavramları ve atom altı parçacıklarla yapılan çok sayıda bağımsız deneyler ışığında, atom altı dünyası için nuraniyetin fiziksel bir fenomen (vakıa) olduğu teslim ve ilan edilmelidir. Aynı evrenin atom altı dünyası ile atom üstü dünyasında geçerli olan ama birbirine zıt kuantum ve izafiyet teorilerini birleştirecek temel unsur, nuraniyet yani zaman-mekân üstülüktür. Bu iki teorinin birleştirilmesi, ‘birleşik teori’ arayışlarına da son verecek, aynı evren için iki farklı teori olması garabetini ortadan kaldıracaktır.

Öyle görülüyor ki, kesif fizikî varlıklar atom boyutuna indikçe nuranileşmekte, en temel atom altı parçacıklarına inildikçe kesafet kayıtları ortadan kalkıp nuraniyet asıl karekter olmaktadır. Eşyanın hakikatini anlamanın yolu, nuraniyet kavramını anlamaktan ve onu yerli yerinde kullanmaktan geçer. Aksi halde ‘paralel evrenler’ teorisi gibi her birinde fizik kanunlarının farklı olduğu iç içe sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerin kabulüne mecbur kalınacaktır ki, bu hem çok meşakkatli olacak ve hem de bizi gerçeğe yaklaştırmak yerine kafamızı karıştıracaktır.

            Letafet ve Kesafet: Bir Anda Çok Yerde Olmak

İnsanlar düşüncelerini genellikle geçmiş bilgileri ve tecrübeleri ile sınırlarlar ve beş duyuları ile bizzat tecrübe etmedikleri şeyleri kabul etmekte zorlanırlar. İnsanlığın çok sayıda gözlem ve deneylere dayalı olan ve test ve teyid edilerek süzüle süzüle gelen genel birikimleri de ‘kanun’ olarak ifade edilir. Örneğin devri daim makinelerinin daha baştan önünü kesen ve onlara hayat hakkı tanımayan enerjinin korunumu kanunu, bu tür fizik kanunlarından biridir. Ancak, bu evrensel kanunlar ve prensipler, bazı incelikleri örtebilir ve gözden kaçan o inceliklerin derinliklerinde çok daha muhkem kanunlar gizlenmiş olabilir. Örneğin klasik fiziğin temelini oluşturan Newton kanunlarına göre zaman ve mekân bağımsızdır ve yerdeki bir kişinin saati ile 1000 kilometre/saat hızla giden bir uçaktaki saat aynı zamanı gösterir. Yani makro evrendeki gözlemler Newton kanunlarını doğrular. Ancak ışık hızına yaklaşılınca zaman yavaşlamaya başlar. Saatte 30 bin kilometre hızla dünya etrafında dönen bir uyduda bile hızdan kaynaklanan zaman farkı dikkate alınmak zorundadır. Yani çok yüksek hızların söz konusu olduğu durumlarda olaylara klasik Newton fiziği kurallarıyla değil, Einstein’in modern izafiyet teorisi prensipleriyle bakmamız gerekir – bunun nasıl böyle olduğunu pek anlamasak da. Einstein’ı modern fiziğin babası yapan zamanın mekâna bağlılığı olayı, çağımızda artık sıradan bir bilimsel gerçek olmuştur.

Keza, yine tecrübelerimizle sabittir ki, bir elma aynı anda ancak bir yerde olabilir. Buzdolabındaysa masada olamaz, eğer masada ise demek ki, artık buzdolabında değil (keşke olsaydı; o zaman ailelerin bütçeleri baya rahatlardı). Fakat yukarıda izah edildiği gibi, atom altı parçacık seviyesine inince bu en temel gerçeklik de çözülmeye başlar. Örneğin parçacık fiziğinde en klasik deneylerden biri, elektronun üzerinde iki delik bulunan bir kâğıdın bir tarafından diğer tarafına her iki delikten aynı anda geçerek gitmesidir – bir kişinin içeriye bir evin iki kapısından aynı anda girmesi gibi. Yani bir şey aynı anda birden fazla yerde olabilmektedir. Aklımızın almakta zorlandığı ‘aynı anda birden çok yerde olma’ olgusu modern fizikte kuantum mekaniğinin en temel kavramlarından biridir. Varlığa sırf madde gözüyle bakınca ve maddedeki zaman ve mekân sınırlamalarını dikkate alınca bunu anlamak gerçekten zordur ve Einstein gibi dahiler bile bunu kabullenememişlerdir. Bir anda çok yerde olma realitesini anlamanın yolu, nuraniyeti ve onun maddede bir yansıması olan letafet kavramını anlamaktan geçer.

Varlığı ancak laboratuvara sokarak deneylere tabi tutup ölçümler alabildiği şeylerle sınırlayan aklı gözüne inmiş maddeci yaklaşım, eski önyargılarını kırıp yeni bir açılım yapmayı reddetmekte ve tezatlar içinde bocalamakta ısrar etmektedir. Hâlbuki fizik kanunlarına tabi olmamayı ve dolayısıyla zaman ve zemin üstündeliği temsil eden nuraniyetin bir varlık boyutu olarak kabulü (daha doğrusu kabulünün cesaretle ve dürüstçe itirafı) fizik biliminin de önünü açacaktır. Enteresandır ki, varlığından hiç kimsenin şüphesi olmadığı yerçekimi gibi fizik kanunları bile nuranidir ve hiç bir yerde olmadıkları halde her yerdedir. Katı maddeci yaklaşım, fizik kanunlarının varlığını kabul ettiği sürece – ki aksi düşünülemez – nuraniyet kavramını zimnen de olsa kabul etmiş olmaktadır. Aksini iddia iki yüzlülüktür ve objektif olması gereken bilimsel yaklaşımla bağdaşmaz.

Fizik bilimi, varlığı madde ile sınırlayan materyalizm ideolojisinin kıskacından kurtulup bağımsızlığına kavuşmayı başarabilirse, tüm tecrübelerle varlığı sabit olan iradeyi de inkâr etme garabetinden kurtulup gerçeğe bir adım daha yaklaşmış olacaktır. Nehre atılan biri ölü diğeri canlı iki insanın nehirdeki hareketleri arasındaki her fark, fizik üstüdür. Çünkü ölü cesedin hareketini bir şablon tarzında tamamen fizik kanunları belirlerken canlı insanın hareketini fizik kanunlarıyla beraber fizik üstü irade boyutunun bileşkesi belirlemektedir. Bu örneğin doğruluğunu kabul edip (ki aksini iddia söz konusu değildir) fizik üstülüğü inkâr etmek bilimsellik değil, bilimsel körlük ve hatta bilimsel bağnazlıktır.

Varlıklardaki birçok sırrı ve bazen aklın almakta zorlandığı garip halleri anlamak için letafet (latiflik, nuranilik, incelik, hafiflik, ışıklılık, havailik) ve kesafet (katılık, madde-yoğunluk, ağırlık, sertlik, kütlük, zulmetlik, karanlıklılık) kavramlarını iyi anlamak gerekir. Zira materyalist felsefenin rağmına, bildiğimiz tüm fiziki varlıklar aslında letafet-kesafet karışımıdır ve dolayısıyla değişen oranlarda latif ve kesif yönleri vardır. İnsanlarda bile kadın ve erkekler madde, yani kesif malzeme olarak aynı olmalarına rağmen kadınlara letafet, zerafet, nezafet, ve nezaketlerinin ön plana çıkmasından dolayı cins-i latif denmiştir. O yüzden cins-i kesif olan erkeklerde pek de göze batmayan kaba saba hareketler kadınlarda melekliğe has letafetle bağdaşmadığı için çirkin düşmektedir. İnsan dâhil tüm varlıklara ‘kesif birer madde külçesi’ veya ‘bir torba atom yığını’ olarak bakan karanlıklı felsefenin kulakları çınlasın. Ve ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus Emre’nin ruhu şad olsun.

Taş ve demir gibi cansız maddelerde kesafet esastır. Ancak onların bile dikkatli bakışlara görülen çok latif yönleri vardır. Canlılarda ise kesif bir tül gibi olan madde, arkasındaki latif manaların üzerinde yansıdığı bir perde görevini görmektedir. Örneğin bir kiraza veya kelebeğe bakan herhalde önce onlarda yansıyan ince sanatları ve latif manaları görür ve letafetleri mana merkezi olan kalp ile hisseder. İnsan ise kesif bir beden ve latif bir ruh ile acaip bir letafet-kesafet karışımıdır ve hâkim olan unsura göre hüküm alır. Fizikî bir varlık olarak insan bedeni fizik kanunlarına tabidir ve bir anda birden fazla yerde olamaz. Nurani bir varlık olan ruh ise, zaman ve mekan üstüdür ve hiçbir fizik kanunu onu hükmü altına alamaz. Dolayısıyla bir anda çok yerde ve hatta her yerde olabilir – aynen yer çekimi kanunu gibi. Ancak insan ruh ve bedeniyle bir bütün olduğu için, ruh ve beden birlikte hareket etmek durumundadır. Bu durumda baskın olan unsurun hükmü geçecektir. Kişi eğer bedenen semiz ruhen cılız ise, o ruh o bedende adeta hapis olacak ve ruhun adeta kesifleştiği o kişide kesafet esas olacaktır. Hatta kişi sadece bedenden ibaret olduğunu bile iddia edecektir. Ancak kişi ruhen gelişkin bedenen cılız ise, tam tersi olacak ve kişinin bedeni de letafet kesbedip kişide fizik kanunlarından ziyade nuraniyet kaideleri hâkim olacaktır. O zaman da bu kişi letafet kesbetmiş bedeniyle beraber ruhun kanunlarına tabi olup aynı anda çok yerde bulunabilecektir. Ancak birçok sırlar bunu yaygın değil, istisnai bir durum yapacaktır.

Bu mesele, bedeni bir balona ruhu da havadan 7 kat daha hafif olan ve serbest bırakıldığında hızla yükselen helyum gazına benzeterek şöyle açıklanabilir: İçinde çok az helyum gazı bulunan bir balonu elimizden bırakırsak, balon yerçekiminin etkisiyle yere düşecektir. Yani latif helyum gazı birlikte olduğu kesif balon malzemesine hükmeden kanuna boyun edecektir. Böylelikle az şişmiş helyum balonu kesif bir madde gibi davranacaktır. Ancak balon helyum gazı ile iyice şişirilip bırakılırsa, görülecektir ki, helyum gazındaki yükselme kuvveti balona hükmeden düşme kuvvetine galip gelecek ve helyum dolu kesif balon semalara doğru yükselecektir. Yani beden ruha ve ruhaniyetin kanunlarına tabi olacaktır.

İnsan helyum balonu gibi uçamasa da kendini her zaman vicdan terazisinde tartabilir ve kendi letafet ve kesafet durumunu muhakeme edebilir. ‘Kendimi bir ton yükün altından kalkmış gibi hissediyorum’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, insan bir iyilik yapınca kendini hafiflemiş hissetmesi ve bir kötülük yapınca da onun ağırlığından adeta omuzlarının çökmesi bu mananın bir yansımasıdır – yeter ki vicdan terazisi bozulmuş olmasın. İnsan ilim, iman ve fazilet gibi nurani şeylerle meşgul olup letafet kesbettikçe, ayakları yerden kesilmese bile insaniyeten yükselir. O kadar ki, cesedinin ağırlığını hissetmez bile. Bedeni burada olmasına rağmen rüyada olduğu gibi aklen, kalben ve hissen çok değişik âlemlerde gezer. Herhalde gerçek yoksulluk, varlığın bu boyutundan habersizlik olmaktır.

Maddi kesif bir bedene ve ona letafet veren nurani bir ruha sahip olan insanın manevi kalbi, nuraniyetin en donanımlı bir merkezidir ve tüm nurani şeylerin alıcısı ve vericisidir. Aslında ‘pozitif enerji’ denen şey, iradenin taallukuyla söz gibi taşıyıcılarla veya vasıtasız olarak kalpten kalbe iletilen nurani manalardır. İletilen mana ilim nuru olursa, buna telepati denir. Bu mana iyi dilek olursa, yine bir nur olan şifa olur. Muhabbet nuru olursa, saadet olur.  Kur’an nuru olursa, gıda ve şifa olur. Eğer tasavvuftaki tabiriyle Şems-i Cazibedarın nuru olursa, cezbe ve istiğrak olur ve fizik kanunlarının bağları çözülmeye başlar. Acaba, insandan, varlığının farkında bile olmadığımız ve hatta inkâr ettiğimiz nuraniyeti kaldırsak, geriye bir torba karanlık atomdan başka ne kalır?

            Teoloji ve Nuraniyet

Kuantum mekaniğinde atom-altı parçacıkların bir anda birden fazla yerde olması ve birbirine zıt karakterlere bürünmesi nasıl kafa karışıklığına ve başlangıçta fizikçilerin ciddi itirazına sebep olmuşsa, teslimiyetin yerini kritik muhakemenin aldığı modern çağ teolojisinde de Allah’ın hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde olması ve bir anda çok yerde pek çok farklı şey yapıyor olması gibi klasik fiziğe aykırı kavramlar da, ciddi şekilde sorgulanmış ve hatta bir kesim tarafından akla ve bilime aykırılık gerekçesiyle inkâr edilmişir. Bir modern çağ teoloğu olan Bediüzzaman Said Nursi, aklın kabulde zorlandığı bu tür karmaşık meseleleri Risale-i Nur ismini verdiği eserlerinde nur ve nuraniyet kavramlarıyla ve yari-nurani olarak nitelendirdiği güneş analojini etkin bir şekilde kullanarak ve bunu akla merdiven yaparak kolaylıkla halletmiştir.

Bediüzzaman, varlıkları, aynadaki akislerine göre üç gruba ayırır: Kesif, maddi nurani (veya yarı nurani) ve nurani. Masa, sandalye ve hatta insan gibi kesif maddî şeylerin aynadaki akisleri o şeylerin dışındadır ve ölüdür. Örneğin bir insanın kendisi canlıdır, nefes alır, görür, konuşur, sevinir ve korkar. Ancak aynadaki görüntüsü dış görünüşten başka hiç bir özelliğe sahip değildir. Perfümün kendisi güzel kokar, ancak aynadaki görüntüsü kokmaz. Bir kişi bir aynalar galerisine girse bin kişi olur, ancak canlı olan kişinin sadece kendisidir, diğerleri ölüdürler.

Maddeden yapılmış yarı-nuranilerin akisleri yani görüntüleri, asıllarının aynı olmamakla beraber gayrı da değildir. Asıl ile görüntünün mahiyetleri farklı kalmakla birlikte görüntü, aslın birçok özelliğine sahiptir. Bediüzzaman, maddî nuranilere örnek olarak güneşi verir: “Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.”[14] Yani, dışarıya direk güneş almayan bir evi ve de güneşi görecek şekilde konan kocaman bir aynada akseden güneş, aynen güneşin kendisi gibi, eve ısı ve ışık ile beraber güneşin yedi rengini de verir. Yani aynadaki güneş, semadaki güneşin timsaliyle beraber birçok özelliğine de sahiptir. O yüzden, küçük bir cam parçasından koca denizlere kadar aynı anda binlerle yerlerde olan yarı-nurani güneş, nuraniyeti ve vahidiyet ile ehadiyeti anlamak için mükemmel bir örnektir. Tüm parlak şeylerdeki akisler her yeri ihata eden aynı güneşe aittir (Vahidiyet) ve her bir akis aksettiği yerin özelliklerine göre farklılıklar gösterir (Ehadiyet).

Nurani varlıklar için zaman ve mekân söz konusu değildir ve onların akis veya görüntüleri asıllarıyla aynıdır. Ancak, aksin asılla aynılık derecesi, aynanın kabiliyeti ile sınırlıdır. Örneğin nurani ve hayattar varlıklar olan meleklerin timsalleri hem canlıdır hem de meleklerle aynıdır. Dolayısıyla, Azrail tek bir melek olmasına rağmen, aynı anda binlerle yerde bulunabilir ve her bir yerde değişik bir çehre ile değişik işler yapabilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş mübarek zatların bir anda çok yerde bulunmaları veya bir anda uzak bir yere gidip gelmeleri meşhurdur. “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.[15] Ayetinde ifadesini bulan Mi’rac hadisesi, özü nur olup nuraniyetin bir timsali olan bir Zat için hiç de şaşılacak bir olay değildir.

Kur’an-ı Kerim’de;

Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir.”[16]

Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.[17]

De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.[18]

Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.”[19]

De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. O, Samed’dir’[20]  gibi yaratılışla ilgili birçok ayet ancak nuraniyet kavramıyla ve Allah’ın Nur olması ve hatta tüm nurların kaynağı olmasıyla izah edilebilir.

Nitekim şu tür sorular çoklukla sorulmaktadır: “Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki:’Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem her şeyin Hâlıkı O’dur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı kabzasında, her şeyin nâsiyesini tutuyor, bir iş bir işe mâni olmuyor, bütün eşyada bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’ Böyle acip bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?[21]

Bu ve benzeri sorulara tatmin edici cevap, Allah’ın nuraniyetidir ve o da güneş örneğiyle akla yaklaştırılabilir: “Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Birşey, birşeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?[22]

Nuraniyet sırrını ve Allah’ın nuraniyetini anlamayanlar, iyilik ve kötülük tanrıları icad etmek ve semayı tanrıların savaş alanı olarak tahayyül etmek zorunda kalmışlardır. Fen bilimleri tahsil edenlerin de, hiçbir yerde olmadığı halde her zaman her yerde tüm vasıflarıyla hazır ve nazır bulunan bir ilahı akıllarına sığıştıramamalarının sebebi, yine nuraniyetten habersiz olmaktır. Aynı fenciler, yedikleri abur cubur şeylerden karanlık bir ortamda elsiz ve gözsüz olarak biyoteknolojisi harikasi gayet hijyen bir yumurtanın yapımını, ne yaptığından haberi olmayan bir tavuğa vermek ve de yumurtadaki malzemenin 21 günde hiç bir el değmeden ve alet karışmadan gözümüz önünde kendi kendine bir sanat şahikası ve yaratılış mucizesi bir civcive dönüvermesini alelade tabii bir olay olarak görmezden gelmek zorunda kalmışlardır. Akla uygun ve mantıken tutarlı bir izah vermekten aciz kaldıkları zaman da her şeyi evrim kara kutusuna havale edip işin içinden çıkmışlardır. Aslında dikkatlice irdelense görülecektir ki, her yerde her şeyi yaptığı iddia edilen ‘evrim’in kendisine atfedilen şeylerin faili olabilmesi için ilim, irade, kudret ve hikmetle mücehhez ulûhiyeti ile beraber nuraniyet vasfı da olması gerekir. Hıristiyan âleminde de nuraniyet kavramı iyi anlaşılmadığı için Halık-ı Kaninatın herşeyi görür bir gözü ve her şeye yeter bir gücü olduğu anlayışında gedikler oluşmuş ve şirke çok dehlizler açılmıştır.

Bediüzzaman, 32. Söz’de, yaradılışta cereyan eden nuraniyeti bir ağaç ve meyve örneğiyle müsahhas hale getirir. Sonra da bu gözlemden hareketle tümevarım (induction) ile olayı geneller: “Şu ağacın lâakal on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, her bir meyvenin içinde, her bir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır.

Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî, ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o küllî işler münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var.

Belki ağacın her bir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.

Madem, bilmüşahede, Zât-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının bir tek cilve-i cüz’îsi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.” [23]

Bediüzzaman, devamla, güneş, ağaç ve ruhlu varlıklarda görülen nuraniyet cilvelerini merdiven yaparak nazarları yukarıya çevirir ve ilahi nurani güneşi mantık silsilesi içinde veciz bir tarzda gözleri kamaştıracak şiddette akıl gözünün önüne serer:

Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli; hem umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş bir işe mâni olur mu? Hiç bir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?

İbn-i Abbas Radıyallahu Anhın dediği gibi, “herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i“ bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi?

Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?[24]

Bediüzzzaman, mahir bir fen bilimcisi gibi dikkatli gözlemlerle varlıklarda yansıyan gerçeklikleri önce teşhis eder ve onu adeta bir cımbızla ayrıştırır, sonra da ucunu keşfettiği bu kanunun kaynağına intikal eder. Çünkü gerçek, ancak kaynağına ulaşılabilirse mükemmelleşir ve genelleşir. Örneğin yarı-nurani güneşin, ışığıyla bize adeta gözbebeğimizden yakın olduğu ve bizi ısı, ışık, ve renkleriyle kuşattığı halde, bizim fizik kanunlarıyla kayıtlanmış kesif bedenimiz yüzünden güneşten uzak olmamız gözlemi, ‘iki şey birbirinden son derece uzak iken birinin diğerine son derece yakın olabileceği gerçeğini’ görmemizi sağlamakta ve bu iki şey arasındaki farkları irdelememize imkan vermektedir. Bu da nuraniyeti anlamanın yolunu açmaktadır

            Sonuç

Avrupa’da 1920’lerde tesis edilmeye başlayan ve atom altı dünyada Newton mekaniğinin saltanatını yıkıp kendi hâkimiyetini tartışılmaz netlikte kuran Kauntum mekaniği veya teorisi, madde ile ilgili birçok ezberleri bozmuş ve varlık anlayışımızı derinden etkilemiştir. Kuantum mekaniğinin ilk kurbanı, her şeyin maddeden ibaret olduğu ve her şeyin deterministik fizik kanunlarıyla açıklanabileceği anlayışı olmuştur. Kauntum realitesinin su yüzüne çıkmasıyla ve bilimin en sağlam zemini olarak bilinen zaman-mekân anlayışının, atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve aşılamaz olarak bilinen ışık hızından çok daha büyük bir hızla (daha doğrusu zamansız olarak) haberleşmelerinin dikkatli ölçümler ve gözlemlerle teyid edilmesi sonucu çökmesiyle, büyük bir boşluk oluşmuş ve bu boşluk hala doldurulamamıştır. Bir zamanlar her şeyi anladıkları zannedilen önde gelen fizikçiler birden bire hiçbir şeyi anlamaz duruma düşmüşlerdir. Ortaya çıkan yeni fenomeni, paralel evrenler gibi kimseyi tatmin etmeyen ütopik teorilerle izah etme gayretleri de fikir jimnastiğinden ileri gidememiştir.

Kuantum mekaniği aslında zaman ve mekân üstülüğün, yani bir anda çok yerde olmanın ve her yere bir anda gidebilmenin, yani nuraniyetin, inkârı mümkün olmayan bir realite olduğunu kör gözlere bile göstermektedir. Atom üstü dünyada nuraniyeti boğan deterministik Newton kanunları ve dolayısıyla kesafet hâkim iken, atom altı dünyada madde latifleşmekte ve nuraniyet bariz bir tarzda hükmetmeye başlamaktadır. Bu gözlemler ışığında takınılması gereken en objektif yaklaşım, bilim kurumu tarafından nuraniyetin bir fenomen (vakıa) olduğunun itiraf ve ilan edilmesi ve varlıklara sadece maddî objeler olarak değil, maddî ve nuranî objeler olarak bakılmasıdır. Nuraniyet vasfı, atom altı dünyada her seviyede, atom üstü dünyada ise canlılarda ve bilhassa insanlarda hâkim olan özelliktir.

Nuraniyet kavramı ve yarı-nurani bir varlık olan güneş analojisi ile, teolojide de aklı zorlayan ve deterministik felsefe ile şartlanmış aklın kabul edemeyeceği birçok mesele kolayca halledilebilmektedir. O yüzden nuraniyet kavramı, hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde olmazsa olmaz bir kavram olarak yerini almalıdır. Bu yola girilirse din ve bilimin birbirine yaklaşacağı ve bu olursa çok kötü şeyler olacağı, yersiz korkuları ve asılsız telaşları da artık terk edilmelidir. İnsanlığın saadeti, insanların hayatında büyük rol oynayan bu iki büyük kurumun eski kırgınlıkları ve birbirini inkarı bırakıp barış yapmalarını ve birbirlerine destek olmalarını gerektirmektedir. Oluşacak olumlu hava, her iki kurumun da gelişimine katkı yapacaktır.

Prof. Dr. Yunus Çengel


[1] Nur, 35.

[2] Ömer Çelik, ‘Kur’an-ı Kerim’de Nur Kavramı’, MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17, 1998-1999.

[3] Nur, 40.

[4] Zümer, 22.

[5] Zümer, 69.

[6] Hadîd, 28.

[7] http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang

[8] http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang

[9] Hicr sûresi, 15:26-27.

[10] Rahman, 15.

[11] Neml Sûresi, 27:39-40.

[12] Enbiyâ Sûresi, 21:82.

[13] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 20. Söz, İkinci Makam, s. 347-349. http://www.sorularlarisale.com

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 16. Söz, s. 272-273. http://www.sorularlarisale.com

[15] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 16. Söz, s. 272-273. http://www.sorularlarisale.com

[16] Zümer Sûresi, 39:62-63.

[17] Yâsin Sûresi, 36:82-83.

[18] Ra’d Sûresi, 13:16.

[19] En’am Sûresi, 6:59.

[20] İhlas, 112:1-2.

[21] İsra Sûresi, 17:1.

[22] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829. http://www.sorularlarisale.com

[23] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829-830. http://www.sorularlarisale.com.

[24] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 830-831. http://www.sorularlarisale.com.