Etiket arşivi: Yusuf Özkan Özburun

”Ben Okuma Bilmem”

Soruları kadar büyüktür insan. Büyük sorular demek engin cevapların duası, talebi demektir. Neyin duasındaysanız, nelerin talibiyseniz onlarla muhatap olur, o türlü cevaplara nail olursunuz. Fakat, ‘çünkü insanlar yıllar boyunca, hiç soru sormadan durur’ bir şarkıda söylendiği gibi.

Dağ taş soruya durur, kurt kuş soruya durur, gökle yer birlik edip bir sual olur, içimizin kuytuları soru işaretleriyle doludur ama gel gör ki insan kendi üstüne kapanır, uyuşmanın koynunu bulur. Hatta zannımca her şey bir sorudur, varolan her şey bir soruyu önümüze kondurur: Ayağımıza takılan taş, beton duvarlarda gülümseyen çiçek, bir sosyal hadise, başa gelen bir musibet, içimizden geçen bir duygu durumu, okunan bir ayet hep aynı soruyu kıyılarımıza vurur: Men rabbuke? (Rabbin kim?)

Yani ki elest bezminde sorulan soru bugün hâlâ hayatın bütün kıvrımlarında yankılanmaya, şimdi ve burada sorulmaya her an devam eder: Men rabbuke?

Bahar bahçesinde tennure giymiş ağaç soruyor: Men rabbuke?

İçindeki şuurlu yasa olan vicdanın soruyor: Men rabbuke?

Ağlayan bir çocuğun gözyaşları soruyor: Men rabbuke?

Elest bezminde ruhlara sorulan soruyu ve verilen cevabı yaşadığımız gündelik hayatın içinde sayhalandırmadıkça, hayatımızı samimi bir cevap arayışına, bir ‘ince derde’ dönüştürmedikçe Hıra Mağarası’nda Emin Muhammed’in (a.s.m) sorduğu varlık sorularının cevaplarını çözemeyeceğiz. ‘Derdin senin mürşidindir’ diye elbet boşuna dememiş Hz. Mevlana. Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) ilk olarak indirilen Alak Suresi’nin ilk beş ayetinin, Peygamber’in belki aklı erdiği ilk günden o güne ama özellikle inzivaya çekilmeye başladığı 35 yaşından vahyin indiği 40 yaşına kadar olan süreçte sorduğu hayati varlık sorularına bir cevap mahiyetinde olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Belki bir açıdan bakıldığında Kur’ân’ın tamamını tüm mahlukat ve tüm insanlık adına sorular soran bir Peygamber’e verilen cevaplar şeklinde okuyabiliriz. Şöyle bir bakalım isterseniz:

Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?

Vahyin cevabı: ‘İkra, bismi rabbikellezi halak’ (Yaratılışı rububiyetiyle terbiye eden Rabbinin Esma’ül-Hüsna’sı, isimleri ile oku!)

Hz. Peygamber’in sorusu: İnsan ne’den ve nasıl yaratıldı?

Vahyin cevabı: ‘Halakal insane min alak’ (O, insanı bir kan pıhtısından, alak’tan yarattı ve yaratmaya devam ediyor’¦)

Kur’an’ı, cümle varlıklar ve tüm insanlar adına temsilci olarak soru soran bir Peygamber’e verilen cevaplar manzumesi şeklinde bir usul ile baştan sona okuyabilirsiniz. Çok da ilginç sonuçlara varılacağı kesin. Bu girizgahtan sonra sadede gelelim:

Geçmişten günümüze, bilim de, felsefe de kimi zaman fıtrata yaklaşarak, kimi zaman fersah fersah uzak düşerek olayları, insanı, kainatı hatta vahyi okumaya çalışıyor, benzer sorular soruyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz sorunun birincisini (Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?) bilim, ‘Doğa’nın işleyiş ve yapısı nasıl çözülebilir?’, felsefe ise, ‘Doğanın anlamı ve oluşumu cevherinde (tözünde) nedir?’ tarzında soragelmektedir. Bu soruş biçimleri bile (hatta kavramsallaştırma tarzları bile) felsefe, bilim ve ‘iman ilmi’ arasındaki farka işaret etmekte fakat asıl ayrım cevaba ulaşma ve cevabı dillendirme biçimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Felsefe ve dünyevi bilimi oluşturan zihinler sözkonusu sorulara eşyanın kendi varlığından, görünen bağlantılarından ve kendisinde ne olduğundan hareketle çözümlemeler ortaya koymaktadır: Doğa bir olayın diğerini doğurduğu bir döngü içinde, kendi içinde parçalanabilen parçacıkların birliğinden oluşmaktadır. Ya da, ‘Kendinde şey olarak doğanın anlamlılığı tartışmalıdır, oluş başlı başına bir soru yumağıdır’ filan gibi cevaplar geliştiriliyor.

Bilim ve felsefenin en genel anlamda ortak noktası ise (mutlaka içinde farklılaşan yanlar olmakla birlikte ki Demokritos ile Pascal’ı, Einstein ile Hawking’i aynı kefeye koyamazsınız) varlığı ‘kendine işaret eden bir levha’ gibi anlamaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Yani levhanın hammaddesi ve diğer levhalarla bağlantılarının araştırılması biçiminde özetlenebilecek bir kavrama etkinliği.

İman ilminin usulüyle bilgiye ulaşmak, cevaplara varmak ise başka bir düşünme, kavrama ve algılama şeklini gerekli kılıyor. Bir kere, eşyaya ‘kendini gösteren bir levha gibi’ değil adı üstünde levha gibi, ‘kendinden başka bir şeyi işaret eden’ anlamlı bir harf gibi okumak niyetiyle bakmayı gerekli kılıyor. Sağlıklı bir niyet ve bakış açısıyla yaradılışa bakmak ise Vahiyle pişmiş, Esma taliminden geçmiş, her şeye Rabbin bir ismi penceresinden görmekle mümkün olabiliyor. Daha net konuşalım. Okunacak dört kitap var: Olaylar kitabı, kainat kitabı, insan kitabı ve vahiy kitabı. Bu dört kitabın oku’nması da yaradılışın oku’nması sonucunu doğuruyor. Yaradılışın okunması ise ayetin bize işaret ettiği gibi Rabbin ismi ile (buradaki ‘ism’i Esmau’l-Hüsna’dan kinayedir) mümkündür.

Yaradılan her şeye bir Esma tefekkürü ile yaklaşmazsak oku’mak sözkonusu olmaz. O halde mü’min bir zihnin ve kalbin ciddi anlamda, tıpkı Hz. Yusuf’un kuyuda ‘talim-i Esma’ yapması gibi Esma tefekkürü terbiyesinden geçmesi gereklidir. Baktığın her şeye ya bir ilâhî ismin ilk harfi ya da ilk kelimesi gözüyle bakmak gerekmektedir. İsimlerin göründüğü yer olarak varlığı oku’mak bizi Rabbin terbiyesine, o terbiye ile kendi nefsimizi terbiyeye götürmelidir ki öğrendiklerimizin ilim olduğunun sağlaması da burada gizlidir. Nefs terbiyesine dönük olmayan hiçbir öğrenme ilim değil, olsa olsa veri, data, malumat, kültür, bilgi cinsinden bir yığındır. Peki bu çerçevede yaradılışı Rabbin isimleri ile oku’maya başlamanın öncesinde ne vardır? diye sorarsak bu soru bizi başka bir ayetin kapısına iletir. Aynı zamanda meleklerin duası olan ayet şöyledir:

‘Sübhaneke la ilmelena illa maallemtena inneke entel Alimu’l Hakim’ (Sübhan olan Allah, seni tenzih ederiz ki biz bilmiyoruz, senin öğrettiklerin (talim ettiklerin) dışında, sensin Alîm ve Hakîm olan.) Meleklerin duası olan bu ayet önceki tahlillerle birlikte düşünüldüğünde bize âdeta iman ilminin, mümince bir epistemolojinin (marifet nazariyesinin) ana kodlarını, elifbasını sunmaktadır. Şöyle ki:

1-Yaratıkları aracılığıyla Yaradan’ı tenzihe yönelik olmayan hiçbir bilme eylemi ‘ilm’e (el-İlm) dönüşemez.

2-Bilme eylemine girişen, hilkati oku’maya talip olan kişi her işin başında edep ve tevazuu giyinip ‘bilmiyorum’ demenin erdemini kuşanmalıdır. ‘Ben bilmem, bilmiyorum, biz bilmiyoruz’ demeyen hiçbir kişi veya zümre bilmenin hakikatine ulaşamayacaktır.

3-‘Bilmiyorum’ demek tasavvur ve zihnimizi dünyevi kavram ve düşünme biçimlerinden arındırıp ‘ümmileşme’ye giden kapıyı açacaktır. Ancak ümmi bir zihinle (yani dünyevi kalıpların kirinden arınmış bir zihinle) yaradılış okunabilir.

4– Ya bir ilâhî isimden kalkmayan ya da bir ilâhî isme varmayan her türlü bilme çabası anlamsızlığa, kaosa gömülmeye mahkumdur.

5-Kendisi gayret gösterdikten sonra öğrendiklerinin, kendisinde görünen meziyetlerin ve ilimlerin ancak Alim ve Hakim olan, Sübhan olan Rabbin bir talimi olduğunu anlamayan kişi tevhid ve iman ilmi olan marifetullahın kokusunu alamayacaktır.

Bu dört kitap bize hâl diliyle, hatta kaburga kemiklerimizi birbirine değdirircesine sıkarak sürekli, her an ‘Oku’ diyor’. Tüm kâinat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor. Bizden dudağımızı Mağaradaki Ümmi’nin (a.s.m.) titrek dudaklarına yaklaştırıp, meleklerin tenzih diliyle söylediği gibi bir tek cümleyi söylememiz bekleniyor: ‘Ben okuma bilmem!’

Yusuf Özkan Özburun / Zafer Dergisi

Said Nursi neden gazete okumazdı?

Yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu.

Başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gitmek” diye bir tabir var Anadolu’da. Bu tabir hatırıma geldikçe, sahip olduğu iğreti düşünce, yorum, klişe anlayış, donuk malumat ve değerlerle hayat meydanına dalan modern insanın hüsranını hatırlarım… Söz konusu ödünç ‘kaşıkları’ da hazır ve draje bir şekilde yazılı, görsel, elektronik medyadan alan atıl akıl sahiplerini, kendimi de hesaba katarak düşünür, hüzünlenirim.  

Eski zamanların semadan haber getiren manevi liderlerinin yerini günümüz cilalı imaj devri’nin parlak yaldızlı sunucuları, spikerleri, muhabirleri, köşe yazarları, senaristleri, yazı teknisyenleri, yorumcuları aldı adeta… Onların gün boyu dört bir koldan üfürdükleri, söyledikleri, değişik etkin yöntemlerle beynimize ve kalbimize zerk ettikleri afyonlanmış yorum, kanaat, kavram, bakış açısı, hislenme biçimleri, davranış örüntüleri ile hayata, olaylara, dünyaya, insanlara, varlığa yaklaşıyoruz. Farkında mıyız?

İzlediği son dizinin replikleriyle bütün bir hafta konuşan, düşünen, davranan insan sayısını hiç düşündünüz mü?

Etkili bir reklam spotunu temcid pilavı gibi tekrar ederek ‘hafızlık’ edenler az mı?

Haber programlarını izleye izleye her şeye, bir enkırmen ağzıyla yorum getiren kitleleri görmüyor muyuz?

İzlediği tartışma programının sunduklarıyla ekonomi-politik, vatan kurtarma, sosyolojik ve stratejik analiz yapanlar az mıdır?

En çok ‘bildiğini’ iddia eden naylon aydına bakın, bütün fikirleri en son okuduğu gazete yazısından, dinlediği bir tebliğden ibaret değil midir?

Daha da derin düşünen ve yazan zamane mütefekkir, en son okuduğu kitap, makale, teori ve analizlerden devşirdiği bulamacı, terkipten telife yükselen keyfiyetten uzak bir şekilde önümüze ‘löp’ diye kusmuyor mu?

Ödünç ve iğreti kavram, düşünce, yorum, malumat, teorilerle düşünmemek… Bunları kendi nefsine tatbik ederek, aklın ve kalbin imbiğinde süzüp salih amele dönüştürme çabasıyla hallenmek… Zihnini enformatik cehalet’in vadilerinde mecnuna dönmüş bir vaziyette gezdirmemek… Aktüel politikanın günübirlik cangılında taraf olarak sığlaşmamak, küçük hesapların yüzeyselliğinde kaybolmamak…

Düşüncenin ve  duyguların şirazesini dağıtmamak… Günübirlik olayların yalınkat, bir kaşık suda fırtına koparan, önce pireyi deve yapıp sonra o deveyle çöllere revan olan, ardın da yolunu izini kaybedip feryatlar koparan bir divaneye dönüşmemek… ‘Afaki tefekkür’den ziyade ‘enfüsi tefekkür’e odaklanmak… Geçici dünyevi hayattan ve medeniyetlerin geniş dairedeki inşaasından çok ebedi hayatın inşaasına ve hayatın küçük medeniyetinin inşaasına  gayret etmek…: Üstad Said Nursi’nin ta eski Said döneminde fark ettiği (örneğin, Sünuhat isimli eserine bu gözle bakılmasını öneririm) yeni Said döneminde ise iyice belirginleştirdiği gazete okumamak, radyo dinlememek, dünya hadiselerinin anlatılmasına müsaade etmemek tarzında belirginleşen üslubunu ve usulünü bir de bu çerçevede anlamak gerektiği kanaatindeyim… 

Bundan yaklaşık on yıl kadar önce memleketimizin önde gelen şair ve yazarlarından birine bir mecliste, sohbet etmek yerine gazetelere gömülmeyi tercih ettiği esnada “Gazetenin parça parça, kopuk kopuk dizaynının“, bir sayfada ekonomi, diğerinde magazin, bir diğerinde spor vs. şeklinde düzenlenmesinin dahi zihindeki basamak basamak yürüyen ‘gidimli düşünce’yi öldürdüğü şeklinde bir yorum arzetmiştim. Fakat hazret her şeyi fazlaca bilmenin kibriyle bu yorumu anlamamayı tercih etmişti…

Gazete, yapısal olarak dağınık ve kopuktur. Derinleşmeye müsait değildir. Gazeteden beslenerek derin bir düşünce evreni inşa edemezsiniz, olsa olsa birbirinden uzaklara savrulmuş gecekondular kurarsınız.

Aynı şekilde televizyon kültürüyle, film izleyerek, haber dinleyerek, ciddi bir dikkat dağınıklığına, yüzeyselliğe, taraftarlığa, indirgemeci, gelgeç yorumlara sahip olursunuz. Televizyon bir saniyede yirminin üstünde karenin ard arda geçmesiyle görüntü oluşturan, birbirinden kopuk ve bağımsız görüntülerin sürekli geçmesiyle, dinmeyen hareketliliğiyle izleyiciyi pasifize eden, tamamen atıl duruma düşüren bir mahiyete sahiptir.

Üstelik farklı bir algılama yapısı oluşturur ki buna ‘hareket odaklı algı’ diyebiliriz. Yani kişiyi pasif eğlenceye müptela ederek insan zihnini, düşüncelerini, hayal gücünü, duygularını korkunç bir atalete alıştıran algı tarzından bahsediyorum. (Hareketsiz bir zemin üzerinde tamamen aktif olmayı gerektiren kitap okuma faaliyetine başladığında uykusu geldiğinden yakınan biçare insanın feryadını, ödev yapmak yerine hep çizgi film izlemek isteyen çocuğun mızmızlanmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekmez mi?)

Görüntü zaten hazır vaziyette en cazip ve rafine yöntemlerle, dramatizasyonun tüm imkanlarıyla servis ediliyor, neyin hayalini kuracak, hangi konuda derinlikli muhakeme yürüteceksiniz? Görüntüsüz dinlenildiğinde kişinin hayalini kamçılayan bir müzik eseri, görüntü kalıbında dondurulduğunda, o malum nağmenin hep o malum hatunu ya da boynu bükük manken çocuğu çağrıştırması başlı başına bir ‘çağrışım daralması’ değil midir? Düşüncenin ana damarlarından biri olan serbest çağrışım adeta katledilip çuvala konuyor…

Televizyon karşısında yüzde doksanın üzerinde siz pasifken, radyoda bu durum yüzde elliye yakındır (bu noktada Üstad Said Nursi’nin radyoda beşte dördü zevk ve eğlenceye hasredilmiş bir yayın akışını tasvip etmeyen, tam tersine beşte dördünün hakikatin seslendirilmesine, beşte birinin de meşru eğlenceye ayrılmasını işaret eden yorumlarını hatırlamak gerekiyor), kitap okurken ise neredeyse yüzde yüze yakın bir şekilde siz aktifsiniz.

Kitap okurken tüm hayalinizi, kavramlarınızı, zihinsel eforunuzu, hafızanızı seferber etmek durumundasınız. Üstelik okuduğunuz kitap gibi bir kitapsa, düşünceniz ve hayaliniz basamak basamak ardışıklı düşünmenin izini sürmeyi öğrenecek, dehanın annesi olan dikkatin yoğunlaşmasını temin edecek ve oradan da enfüsi tefekkürün kapılarını zorlayan bir tazyik oluşacaktır.

İşte tam da bu nedenle derin tefekkür alışkanlığının oluşması için anlamlıca kitap okumanın yerini hiç bir şey alamamış ve alamayacaktır. Kainatı ve vicdanı bir kitap gibi okumak, vahyin inşa ettiği bir tasavvur, bakış açısı ve niyet ile her şeyi okunacak bir kitaba dönüştürmek ise başka bir bahis… 

Fakat bazı şeyleri iyi anlamak gerekiyor, zamana ve zemine dikkat etmek icap ediyor. Bir başkasının kendine has yolculuğunda yaşadığı süreçleri es geçerek sadece ulaştığı sonuçları kendine ölçü almak aldatıcı olabilir…

Zamanın ve zeminin koşullarına, kendi özel iç dinamiklerimize, şahsi nefs terbiyemiz esnasında geçtiğimiz yolların özelliklerine dikkat etmemiz gerekiyor.  Demek istiyorum ki yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu. Eski Said’in okuduğu gazeteler de doğrusu bugünün gazeteleri değildi. Bu da önemli bir nokta. Volkan Gazetesi’ni ya da Tercüman-ı Ahval’i, hatta İctihad’ı alın okuyun neredeyse bir fikir dergisi okur gibi olursunuz. (Üstelik, Cumhuriyet öncesi dönemin iyi kötü bir halifenin bulunduğu, imanın verili kabul edildiği ve dolayısıyla İslami Medeniyet’in oluşumunun toplumsal ve siyasal alanda görüldüğü, dağılmaya yüz tutmuş bir İslam memleketinin kurtarılma telaşının bulunduğu bir dönem olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.)

Yani görüntü manyaklığına teslim olmuş, fotografları kestiğinde geriye kevgire dönmüş bir kağıt parçası kalan bugünün gazetesi ile Eski Said’in okuduğu gazete tamamen aynı değildi.

Aynı şekilde Yeni Said döneminde radyoda risale-i nurdan bir bahsin okunacağını duyup arabanın radyosundan bunu dinleyen, dinlerken de vahdetten kesretin çıkması hakikatini hava zerreleri ile yayılması yönüyle tefekkür eden Said Nursi de gözden kaçırılmamalıdır. 

Demem o ki, başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gidenler, kendi enfüsi gündemleri (tefekkürleri) olmadığı için çoğu kere dünyevilerin gücün medyası kanalıyla oluşturduğu yapay ve afaki gündemlerin peşine takılanlar, malumatını hal ile ilme ve oradan da marifete dönüştürme derdinde olmayanlar, evlerini bir hakikat medresesi, bir marifet tekkesine dönüştürmenin izini sürmeyenler, çağın atalet tuzaklarına gözü kapalı atılanlar, kendisini idamla yargılayan kara cübbeli hakimlerin karşısında umarsızca yamalı cübbesinin söküğünü diken Said Nursi’yi anlayamayacaklardır…

Cümleleri sadeleştirerek anlaşılırlığı artıracağını sanmak zavallılığından öteye gidemeyecek, göğe çıkmak yerine göğü yere indirmeye çalışmanın bayağılına razı olacaklardır…

Yusuf Özkan Özburun – Haber7

ozkanozburun@hotmail.com

‘Üstün insan’ ‘insan-ı kamil’e karşı

Antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır.

 

 

MEDENİYET DEMEK, çoğu kere, insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından, insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaratılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında, her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.

İnsanlık tarihi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi olduğunu göstermektedir. Ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin belirttiği üzere, yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da ‘ölü’ hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren medeniyetlerin başında ise, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma’nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile İslâm ve özelde Osmanlı medeniyeti gelmektedir.

Sözkonusu medeniyetler, varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir ‘insan modeli’ inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kâinatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsî ve kurumsal gelişimlerini gerçekleştirmelerine yarayacak bir âlem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunabilmesidir.

Konuyu daha da somutlaştırmak için, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları âlem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra, sözü bugüne getirerek, antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulduğu Friedrich Nietzsche’nin ‘üst/üstün insan’ (über mensch) modeliyle, İslam ve Osmanlı tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cîlî ve Azizüddin Nesefî’de karşılığını bulan ‘insan-ı kâmil’ anlayışına karşılaştırmak istiyorum. Zira, özellikle antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, işyerinde bir yaşama stili sunmaktadır. İslâm ve Osmanlı’da billurlaşan ‘insan-ı kâmil’ ideali ise, bu zamanın şartlarında yeniden üretilmesi gerektiğini bir süredir vurguladığım ‘insanî gelişim’ ile yakın irtibatı bulunuyor. Ki, insanî gelişim, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kâinata, ruhuna, âhirete, ıslah-ı nefse ve bir ahlâk-a’lâ’ya nisbet etmeyi öngörmektedir.

Kuşbakışı bakıldığında, antik Yunan ve onun devamı olan Roma’da dünya görüşünün omurgasını daima mitolojinin oluşturduğu görülür. Mitolojinin temelini ise, tanrılar, yarı-tanrılar ve tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde sıralanan katmanlı bir model belirlemiştir. Yani, mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde, insan, yapıp etmeleriyle bir şekilde tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşılık, ta en başından beri, İslam medeniyetinin âlem tasavvuru ‘esmâü’l-hüsnâ’ya, tek olan Allah’ın sonsuz güzel isimlerine dayanmaktadır. Bütün varlık âlemi sürekli yaratılış içinde esmâü’l-hüsnânın bir yansımasıdır. İnsan bu ilâhî isimlerin kendisinde en yoğun biçimde yansıdığı varlıktır ve ‘Allah’ın ahlãkıyla ahlâklanmak,’ yani O’nun isimlerinin cilvesini kendi üzerinde yansıtmak, O’nun güzel isimlerine bir ayna olmak suretiyle, beşerîlikten kurtulup kemale doğru yürümelidir.

Osmanlı toplumuna bakıldığında, esmâü’l-hüsnâ merkezli bu insanî gelişim anlayışının, Tanzimat’la birlikte yükselişe geçen Batıdan ithal hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar hâkim olduğu görülmektedir. Oysa Batıda, Roma’nın MS 312’de Hıristiyanlık’la evliliğe razı olmasından sonra mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis’e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (tanrılar, yarı-tanrılar, tanrılaşmak isteyen İnsanlar), üçlü ve vasıtalı bir model (Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds) sunuyordu. Bu minvalde Hz. İsa’nın tanrılaştırılması, diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, sözkonusu medeniyetlerin âlem tasavvuruna, dünya görüşüne ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılma noktalarını irdeleyecek olursak, Batı medeniyetine nisbetle İslâm medeniyetinde:

• mitolojinin karşısında esmâü’l-hüsnâ’nın,

• teslisin karşısında tevhidin,

• Tanrıya benzeme (teşebbühü bi’l-vacib) çabasının karşısında ise Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın (tahallik-ı bi ahlâkillah),

• dünya eksenli yaşayışa karşılık ahiret odaklı yaşamanın,

• herşeyi pratiğe indirgeyip kâinata egemen olma çabasının yerine, kâinatın âhengine katılmaya dayalı bir temaşa anlayışının hüküm sürdüğü söylenmelidir.

Şimdi, geldiğimiz noktadan yirminci yüzyıla sıçrayarak, felsefesini antik Yunan, pagan Roma ve Zerdüşt’ün şahsında sembolize edilen vahiyden mücerred Doğu mistisizmi üzerine kuran Nietzsche’nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu ‘üstün insan’ı ile İslâm medeniyetinin sebebi ve sonucu olan ‘insan-ı kâmil’in temel temel özelliklerini ve ayırıcı vasıflarını belirgin kılmamız gerekiyor.

Nietzsche’ye göre, ‘güçlü insan,’ güçlü iradesi olan insandır. İrade gücü, güçlü olmanın yegâne göstergesidir. O, irade gücünü herşeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerler dışlanarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunur. Bu yüzden, sadece irade gücüne sahip olan insanı âdeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil; metafizik ve ahlâk (elbette, dindışı ahlâk) anlamında güçlü olan insandır. Fakat, irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini görmez. Üstün insan, ona göre, hiçbir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Ki tam da bu noktada, insanın en temel iki varoluşsal yarası ve yasası olarak acziyet ve fakrıyetin inkârı sözkonusudur. Nietzscche için, yönünü bulamamış acz ve fakrı reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Ona göre, ahlâkın işareti, iradenin gücüdür. Ahlâklı olmak, kendisinin efendisi olmaktır. Kendisinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrıyı öldürmekten geçer. Bir diğer adımda ise, onun ‘sürü ahlâkının temeli’ olarak gördüğü geleneksel ahlâk yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki “Üç Dönüşüm” başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor. Buna göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

(1) İnsan önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. “Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın.” Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. “Evet” der. Bu ‘evet’in anlamı, düşünmeden itaat edip görevini yapmaktır. Bu ise insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına ihtiyacı olanların görünümüdür.

(2) İkinci basamakta deve aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan “Hayır” der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.

(3) Üçünü basamağa geçince, aslan çocuk olur. Çocuk da “Evet” der. Fakat bu ‘evet’ itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi olma arzusunun ‘evet’idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla ‘evet’ der.

Nietzsche, ‘üstün insan’ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünmüştür. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bir ip cambazı hikâyesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken, Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan, riskleri seven, riskleri göze alan insandır. (İşte burada, kişisel ve kurumsal gelişim üzerine yazıp konuşanların ‘risk alma’ vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendisinin efendisi olma isteğinin simgesidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. İp cambazı ip üstünde yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler; meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre, cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. Zaten ‘her zaman ölünmez’ ve ‘bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar.’ (Nietzsche’nin ilerleme için ip metaforunu seçmesi de bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip mecazı, Batının doğrusal ilerleme anlayışının Nietzsche’de insana uyarlanmış karşılığıdır. Ki, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için yatay ve doğrusal bir gelişim önermektedir.)

Nietzsche, ‘üstün insan’a giden yolda en büyük engelin sürü ahlâkı olduğunu söylüyor ve ahlâkı ikiye ayırıyordu: (1) Efendi ahlâkı: aristokratik ırkların, örneğin Romalıların ahlâkı; (2) Köle ahlâkı: aristokratik sınıfa boyun eğerek yaşamış sınıfların, örneğin Yahudilerin ahlâkı. Üstün insan, ona göre, iyinin ve kötünün ötesindedir; mevcut ahlâkî düzeni yadsıyarak kendi değerlerini silbaştan oluşturur.

Tablonun Batı tarafında bu şekilde idealize edilen ‘üstün insan’a karşı, İslâm medeniyetinin kemali hedefleyen insanı, Allah’ın hem yeryüzündeki halifesi (bkz. Bakara: 30) ve O’nun kuludur (bkz. Zâriyât: 56). Bu iki kavram arasındaki ilişkinin, İslâm’ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu anlayışta insan gelişimini, yani kemalini ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yeri ve her şeyi O’nun eseri olarak görüp Allah’ı birleyen insan, herşeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. (Zümer sûresindeki şu âyeti hatırlamanın tam sırası: “Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”)

Bu noktada, Risale-i Nur müellifi, müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

“Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta, bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin ulvî maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.” (bkz. “İkinci Şua”)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilâhî olana başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendisini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendisini bir kul olarak görür. Bütün âlem ve içindekiler onun nazarında birer emanet olarak kendisine verildiğinden ve dahası Allah’ın âyetleri olduğundan, o, çevresiyle, kâinatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barışıktır. Bu bakış açısının bir neticesi olarak, Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine, âleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden, kuşlarla, ağaçlarla, rüzgârla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek’le söyleşen Yunus’u, insanının serencamını Ney sembolüyle anlatan Mevlânâ’yı, insanların ebedî saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır olduğunu söyleyen Said Nursî’yi, bütün varını yoğunu ilâhî irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî’yi bu manevî çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir.

Kendisini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira, kendisini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak görürken öte yandan yeryüzünün efendisi ilan etmek, anormal bir ruh halini gösterir. Buna mukabil, kendisini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı, hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaradılışın nihaî gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaratıcının rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu ‘insan-ı kâmil’ yoludur. İlâhî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği insan-ı kâmil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle, insan-ı kâmil, yücelikle acziyetin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder.

İslâm ve Batı medeniyetlerinin taşıyıcısı olan iki insan tipine ilişkin yorumlarda, genellikle modern Batılının aktif ve üretken, geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa, bir düşünürün altını çizdiği gibi, Doğu muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükûnet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur’ân’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük (burada “Vazifemiz vaz’-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” düsturunu hatırlayalım), seçici ve diğergâm, yani celâl sıfatlarının tecelligâhı; diğer yandan cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak, ilâhî irade karşısında alıcı, temaşa edici ve teslimiyet sahibi. Bu yüzden, mü’min geçici olan ile ebedî olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile âhiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. Ve insan-ı kâmil anlayışı en billurlaşmış örneğini bu dengeyi en mükemmel biçimde kurmuş ve sergilemiş olan Resûlullah’ta bulmaktadır.

İnsanoğlunun gerçek mânâda insan olması, ancak Rabbine yönelmiş bir seyr-i sülûk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden, İslâm’ın anlayışına göre, tarih geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kâmil insanlar bu yönüyle birer ön-der’dir. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “İki günü bir olan ziyandadır” hadisi de, bu çerçevede hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, dikey, manevî ve ahlâkî bir yükselişe işaret eder. Bu dikey yükseliş, insan-ı kâmile giden yolun ana caddesidir.

İnsan, sözkonusu ana cadde üzerinde, Azizüddin Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil’inde ele aldığı dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akvâl (“Ya hayır söyle ya da sus” hadisinden beslenen bir çizgide, ya hakikat üzere konuşmak ya da susmak); iyi ef’âl (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller); iyi ahlâk (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlâk); ve maarif (herşeyden Allah’a giden bir yol bulan bir marifet ve irfan).

İslâm medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan bu insan-ı kâmil anlayışı, Batı uygarlığının ‘üstün insan’ının ‘kişisel gelişim’den medet umduğu ama umduğunu bulamadığı şu çağda, yeniden üretilmeyi bekliyor…

 

17/01/2005

© 2010 karakalem.net, Yusuf Özkan Özburun

 

Yasak Ezan

Bayram süresince, sevgili kardeşim Yusuf Özkan Özburun’la İHH’nın Tacik müslümanları için topladığı kurban yardımlarını dağıtmak, kurbanların kesimine nezaret etmek üzere Tacikistan’da olduk.. Yüzde 97’si müslüman, idarecileri de müslüman olan bir memleketin başkentinde (Duşanbe) ezan sesinin yasak olduğu için hiçbir vakit duyulmayışının hüznüyle, komünist rejimin tasallutundan resmen kurtulmuş olmakla birlikte hala daha psikolojik ve sosyal olarak kurtulunamadığını görmenin şaşkınlığı ile, her şeye rağmen yaya kaldırımına ayak basan yayaya ülkemizde gösterildiğinin bin katı saygı gösterildiğini görmenin tesellisiyle, yine her türlü yoksulluğa rağmen insanların gönüllerinin zengin olduğunu görmenin huzuruyla, bayram boyu her evde her gelene hiç kimlik sormaksızın dilediği kadar yiyebileceği ve ardından çekip gidebileceği özel bayram sofralarının hazırlandığını, bu sofraların bayram boyu hiçbir saat kaldırılmadığını görmenin sevinciyle, böylesi fakir kardeşlerimizin evlerini ve yurtlarını huzurumuzun zekatı olarak görmemiz gerektiğini farketmenin itminanı ile sizi selamlıyoruz

Senai Demirci