Etiket arşivi: Zafer Karlı

Sorularla EVRAD-I KUDSİYE

Bu yazımızda Evrad-ı Kudsiye olarak da bilinen Evrad-ı Bahaiye duası hakkında bazı soruların cevaplarını vermeye çalışacağız.

 

-Evrad-ı Kudsiye’yi kim tertiplemiştir?

Bahaeddin Muhammed B. Muhammed’ül Buhari (1318-1389) tarafından tertip edilmiştir. Sürekli yapılan gizli zikrin kalblerde vücuda getirdiği “nakş”a izafeten kendisine Şah-ı Nakşibend denilmiştir. Baba tarafından nesebi İmam-ı Cafer-i Sıddık Hazretlerine dayanan Şah-ı Nakşibend; kerametlerin fazla bir değer taşımadığını, bir tarikata bağlanmanın yeterli olmadığını ifade ederek, tekkelerde fazla oturmamasıyla geleneksel sufilikten farklı hareket etmiştir.

-Evrad-ı Kudsiye duasının içeriği hakkında bilgi verir misiniz? Bir marifet dersi olduğuna içerdiği hangi hakikatler ile işaret edilebilir?

Bu dua, ayetlerden ve hadis-i şeriflerde geçen dua metinlerinden oluşmaktadır. Bu kudsi münacatta Allah’tan mağfiret talebine delalet eden iki ayet, Cenab-ı Hakk’ın kudreti üzerine, akılları hayrette bırakan azametine işaret eden ayetler, tevekkül üzerine olunması için üç ayet, rızıkların yaratılması hakkında dört ayet ve onlarca kez peygambere naat, güzel sıfatların methi ile salâvat-ı şerifeler vardır.

 

-Evrad-ı Kudsiye hangi hakikatlere işaret ederek başlamaktadır?

“Allahümme entel melikül hayyül kayyumül mübin” ile başlayan dua metninde şu manalar dikkati çekmektedir:

Allahümme:

Genellikle bu söz dua makamlarında kullanılır. Ayrıca İsm-i Âzam olduğu rivayeti vardır. Dua ihtiyaçlar ve kulluk makamının zahir olduğu yer olduğu için bu lafızla başlandı. Bu lafızda yokluğun sırları vardır. O´nun için “Ya Allah” lafzı kullanılmadı. Çünkü bu sözde fark ve ayrılık vardır. Allahümme’de ise birliğin mertebeleri bulunmaktadır.

 

Entel Melikül :

İltica şiddetli bir yöneliş olduğu için sığınma ifade eden hitap zamiri olarak Entel Melikül denmiştir. Çünkü mülk O´nunla var olur. Varlığın bekası ve fenası O´nsuz olmaz. Allah Melik’dir; âlemlerdeki her şeyin sahibidir. Bu sebeple Allah tüm mahlûkatın dua ile iltica kapısıdır.

 

Hayy :

O´nun hayatı her şeyin hayat sebebidir. Hayatı başka bir şeyin desteğine ihtiyaç duymaz. Mülk, gerçek hayat sahibinin elinde ancak muhafaza olur.

 

Kayyum :

Yok olma ve değişmesi olmayandır. Varlık, O´nunla hakikate çıkar. Her şey O´ndan, yine O´na olandır. Buna göre Mahlûkatın kendi vasfına bağlılığı yani haddini aşmaması, yükselme sebebidir. Her şeyin hakkı olan hakikatin gereği Allah Teâlâ için varlık, mahlûkat için yokluk sıfatı vardır.

 

Mübin :

Kullarına gerekli şeyleri açıklayan, doğru yolu dilediğine izhar edendir. Yani kulun kalbine hakkın sırlarını vererek, hakikati görmesini sağlayandır. Bu görme kulu irfan sahibi yapacaktır.

 

Bu açıklamalardan sonra ilk cümleye şöyle bir meal vermek uygun düşecektir.

Allah’ım!

Sen bütün varlıkların gerçek maliki ve onlarda görünen her türlü fiil, hal, şe’n ve tasarrufun sahibi olan Melik’sin; varlıklara hayat verip canlandıran, Kendi hayatı ise zati, ezeli ve ebedi olan Hay’sın; varlığınla bütün varlıkları düzenli bir şekilde ayakta tutan; fakat Kendi varlığı hiçbir varlığa bağlı olmayan Kayyum’sun, Kâinattaki bütün varlıkların dayandıkları tek gerçek Senin isim ve sıfatlarının tecellileridir ve Sen, zatın gerçek olduğu gibi, şuunat, sıfat, isim ve fiileri de gerçek olan Hak’sın; Peygamber ve kitaplar göndererek Kendini tanıttıran ve razı olacağın şeyleri insanlara, cinlere ve dilediğin varlıklara bildiren Mübin’sin .

 

-Evrad-ı Kudsiye hakkında Bediüzzaman Hazretleri ne demiştir?

“Şah-ı Nakşıbend’in kudsî bir evradıdır ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmdan âlem-i mânâda ders almıştır” demiştir. Bu bilgiyi Hamza bin Şemsad, Menbau’l-Esrar isimli kitabında şöyle nakletmiştir : “Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ‘Bana bu evrâdı Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) âlemi mânâda öğretti. Her gece bana ders verip talim ederdi. Hatta yanında ezberledim’ buyurmuştur.”

 

Bediüzzaman Hazretleri evrad-ı kudsiyeyi nasıl okurdu?

Üstad Hazretleri bu duâyı, iki salâvat arasında yapılan dualar makbul olur kaidesince bir salâvat-ı şerife demeti olan Delâli’n-Nur’dan bir miktar okuduktan sonra okur, dua bitince Delâli’n-Nur’dan kalan kısmı okurdu.

 

-Evrad-ı Kudsiye gibi kudsi virdlere devam etmenin manevi hayatımıza kazançları nelerdir?

Cenab-ı Hak “Kim de Ben’im zikrimden yüz çevirirse bilsin ki; onun dar bir geçimi olur ve kıyamet gününde Biz onu kör olarak haşrederiz.”(Tâhâ,124) ve “Kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse, ona bir şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun yakın arkadaşı olur.” (Zuhruf; 36) ikazında bulunmaktadır. İhlâs ile yapılan ibadet ve ezkarlardaki devam ise muhabbetullaha vesiledir. Nitekim İbn Abbas’tan (r.a.) rivâyet olunan bir hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Kim kırk sabah Allah Teâlâ´ya ihlâslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.” (Feyzu’l-Kadîr, 6/43)  İmâm Münâvî (rh.) bu hadîs-i şerifin baş kısmını, “Kim kırk gün ibâdetini Allâh’a ihlâsla yaparsa…” diye açıklamış ve ihlâslı olmayı da şöyle izah etmiştir:

A‘zâlarını, aklî mîzanlara ve şer‘î hükümlere muvâfık mâlum ve mu‘tedil tasarrufların dışına çıkmaktan korumak… Onları nebevî nasîhatler, hakîmâne tenbihler dâiresinde kullanmak ve bilhassa lisan ve hayâlini fâsit itikatlardan, bâtıl mezheplerden, âdi ve düşük hayallere dalmaktan koruyup onların boş emel ve dipsiz kuruntularla oyalanmasına meydan vermemek…

 

-Evrad-ı Kudsiyenin hasiyet ve faydaları hakkında büyük zatların keşif ve tespitleri var mıdır?

Bediüzzaman Hazretleri evrad-ı kudsiyenin yüz hâsiyeti ve faydası bulunduğunu söyler. Ayrıca Şeyh Ebu Ahmed (k.s.) şöyle buyurur: ‘Evrâdın içinde bir ism-i şerif vardır ki, yer ile gök hazinelerinin kapıları bu isimle açılır’.Muhammed Dımeşkî’den (k.s.) rivayet olundu ki, ‘Kim bu evrâdı hâlis bir niyet ile okursa, bedeninden bütün hastalıklar Allah Teala’nın izni ile kalkar’.

Bazı rivayetlerde ise  şu dikkat çekici açıklamaları görüyoruz:

‘Kim bu evrâdı okursa, Allah Teala ona nûr, hikmet ve yakîn ihsan eder. Sihirden, hasetten, nazardan korur; onun bütün sıkıntı ve üzüntülerini giderir. Ona izzet kapısı açılır’.

‘Bir kimse bu evrâdı okursa, ehl-i beyti arasında (ailesi içinde) kavgası olmaz, dirlik ve sevgi içinde geçinir. Ve onun üzerine nûrdan bir çadır kurulur, cinler ve şeytanlar o çadırı geçip eve giremezler’.

‘Her ne murad (hayırlı bir istek) için okunursa, Allah Teala’nın izni ile kabul olunacağı bildirilmiştir’.

 

Sonuç :

Bizleri, ahirzamanın fitnesinden muhafazaya vesile olacak bu kudsi vird ile Rabbani terbiye yoluna girip muhabbetullaha erişmeyi Cenab-ı Hak nasip etsin. Amin.

ZAFER KARLI

Kaynaklar :

  • TDV İslam Ansiklopedisi, IV. Cilt, s. 458-459
  • www.halisece.com
  • Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye
  • İsmail Hakkı Altuntaş, Kutsî Dua (Bahâiye)ile Rabbânî Terbiye
  • Gülser Keçeci-Evrad-ı Bahaiye Şerhi, Buhara Yayınları
  • Mesnev-i Nuriye

 

Zafer Karlı’nın Risale-i Nur Hizmeti ile Meşgul Bir Kardeşe Yazdığı Mektup

Hizmet-i Kur’aniye’de gayretli, sarsılmaz, sebatkâr ve halis kardeşim Abdullah,

İman ve Kur’an hizmetinde göstermiş olduğun gayret ve kararlılığından ötürü Allah’a hamd olsun. Verdiğin mücadele, uğruna çaba sarf ettiğin dava cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.

Cenab-ı Hakk seni Risale-i Nur gibi pek kudsi bir hakikatle meşgul ettiği için ne kadar şükretsen azdır. Sana düşen mümkün olduğunca ihlâs, takva ve amel-i salih ile layık olmaya çalışmaktır. Bizim ulaşmak istediğimiz nokta rızay-ı ilahidir. Bu da Muhammedî (asm) bir ruh taşımak için olanca gücümüzle çalışmak demektir.

Kelam-ı İlahi’nin verdiği dersle kâinat kitabını okuyarak marifete erişebileceğimizi biliyoruz. Bu hakikatleri Risale-i Nur Külliyatı dercetmiştir. Onun için Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bu zamana bakan bir dersi olan risaleleri mümkün olduğunca dikkatlice mütaala etmek, çokça okumak bu neticeye kemal manada ulaşmanın yegâne çaresidir.

Yaptığımız ve yapacağımız hizmetlerde her daim kalbimizin mümkün olduğunca ayine-i Samed olmasına dikkat etmek ve bize sunulan her bir ikramın neticesinde şükrün en geniş mertebelerini kuşatacak manalarla Cenab-ı Hakk’a yönelmek asli vazifemizdir.

Asla unutulmamalıdır ki; bizim hizmetimiz okuma eksenli, insan merkezlidir. Merhum Ceylan Ağabeyimizin de notlarında dediği gibi “okumayanın hizmeti muvakkat olur.” Yani, yanmayan yakamaz… Öyleyse önce “Sen” aklını, kalbini ve ruhunu Cenab-ı Hakka yönelteceksin. Davranışların ve yaşantınla Muhammedî (asm) aynada güzel görünmeye çalışacaksın… ölçümüz Kur’an ve Sünnettir.

Sana yakışan, bu çetin yolda asla ümidini kaybetmeden Kur’an’a yönelmen, dergâh-ı ilahinin kapısını dua, istiğfar, salâvat, secde ve edep ile çalmandır.

Her iki cihanda huzuru yakalaman, kıyamet günü de Allah’ın Şanlı Peygamberi (asm) ve O’nun güzide sahabeleri ile birlikte haşrolman dileğiyle…

Allah’a emanet ol.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Sorularla Ashab-ı Kehf

—Eshab-ı Kehf ne demektir?

Eshâb, Arapça bir kelime olup, sahip kelimesinin çoğuludur. Sahib, dost, arkadaş, yârân manalarına gelmektedir. Buna göre eshâb, dostlar, yaranlar, arkadaşlar anlamına gelmektedir. Kehf ise, dağlarda oyulmuş ev gibi yerlere denmektedir. Genellikle bunu ifade için mağara kelimesi kullanılır. Küçüğüne Gâr, büyüğüne de Kehf denir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı ise, İn’dir. Şu halde Eshâb-ı Kehf kelime olarak, Mağara Dostları, Mağara Arkadaşları, Mağara Yârânı anlamlarına gelmektedir. (1) Kavram olarak ise, zamanın hükümdarının zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınıp, orada 309 yıl uyuyan, uyandıktan sonra da vefat eden ve Kur’an’da bahsi geçen gençleri ve birde köpekleri Kıtmîr’i ifade etmektedir.

—Eshâb-ı Kehf’in öneminden bahseder misiniz?

Kur’an’da bir sûrenin ismi Kehf’dir. Sadece bu bile Kur’an’da Eshâb-ı Kehf’e verilen önemi belirtmesi açısından yeterlidir. Kur’an gibi en son ve mükemmel bir dinin 114 sûreden müteşekkil kitabının sûrelerinden birinin isminin Arş-ı Â’lâ’ca Eshâb-ı Kehf olarak isimlendirilmesi, şereflerin en büyüğüdür. Ayrıca Kur’an’da XVIII. sûreye bu eşhasın unvanları verilmekle kalınmamış; aynı sûre içinde konu ile ilgili bizi aydınlatacak önemli bilgilere de yer verilmiştir. Bu sûrede tam 18 ayet (9-26) Eshâb-ı Kehf’e ayrılmıştır.

—Eshâb-ı Kehf’in sayısı kaçtır?

Meal ve tefsirlerde Kehf Suresinin 22. ayetinde “yedidir, sekizincisi köpekleridir” ifadesinin müslümanlarca söylendiği belirtilmekte, hatta bizzat Hz. Peygamber (s) in Hz. Cebrail (a) dan bu sayıyı haber verdiği belirtilmektedir. (2)

—Eshâb-ı Kehf’ten Yemliha şehre yiyecek almaya gittiğinde yakalanmıştır. Yakalandığında başlarından geçeni nasıl anlatmıştır?

Yemliha başlarından geçen hikâyeyi şöyle anlatır: “Biz Tevhid dinine bağlı gençlerdik. Kral Dakyanus, bizi putlara ibadet etmeye ve onlara kurban kesmeye zorluyordu. Biz ise, bunu kabul etmeyerek Bencilus dağındaki bir mağaraya sığındık. Ben şimdi arkadaşlarıma yiyecek almak için geldim.” (3)

—Eshab-ı Kehf’in Anadolu dışında başka yerlerde de olduğu söylenmekte midir?

Çin’den İspanya’ya kadar tam 33 yerde Eshab-ı Kehf’in sığındığı mağara olarak gösterilen yerler vardır. (4)

—Eshâb-ı Kehf mağarasının birden fazla yerde gösterilmesinin sebebi nedir?

Birinci olarak, gerek İsrailiyatta gerekse konunun incelendiği İslâm Tarihi ile ilgili kaynaklarda ve tefsirlerde, Eshâb-ı Kehf’in sığındıkları mağara değişik yerlerde gösterilmektedir. Aslında ihtilafın özü burada yatmaktadır. İkinci olarak, Eshâb-ı Kehf’in uyudukları iddia edilen yerler birbirine çok benzemektedir. Meselâ herbirinde mağaranın üzerine yapıldığı belirtilen mescidin bulunması bunun en güzel örneğidir. Üçüncü olarak da halkın, böyle tarihi ve dini mahiyeti olan “Faziletli Gençleri” bağrına basmak ve kendilerine yakın olmak arzu ve istekleridir. Bundan daha tabii bir irade olamaz.

—Eshab-ı Kehf’in Tarsus (Efsus)’da olduğunun temel kaynakları nelerdir?

Eshâb-ı Kehf’in yeri konusunda bizim müracaat edebileceğimiz birinci derecede kaynak, Kur’an’daki Eshâb-ı Kehf hadisesini bütün ayrıntılarıyla ortaya koyan ve Kur’an’ın her kelimesini titizlikle ve dikkatle tefsir eden müfessirlere ait tefsir kitaplarıdır. Bunlardan rivayet tefsirlerinin en büyüğü sayılan Taberi, Eshâb-ı Kehf’in sığındığı mağaranın bulunduğu dağın adını “Bencilüs” olarak belirtmiştir.(5)Taberî’den sonra gelen müfessirler ve diğer ilim adamları da bu dağın adının “Bencilüs” olduğunda ittifak etmişlerdir.(6) O halde burada üzerinde durulması gereken mesele “Bencilüs” dağının yerini tespit etmek olacaktır. Tarsus’da Eshâb-ı Kehf mağarasının bulunduğu dağa halkın dahi Bencilüs dediğini hemen ifade edelim.

Eshâb-ı Kehf üzerine bir kitap yazan Osmanlı müellifi Muhammed Emin, Eshâb-ı Kehf’in mağarasının bulunduğu dağın isminin “Pencilûs” veya “Bencilüs” olduğunu ve “Tarsus” ta bulunduğunu belirtir.(7) Yine İslâm Âleminin yetiştirdiği önemli simalardan hem tefsirde hem de kelam ilminde otorite olan Müfessir Fahreddin Razi, Tefsir’ul-Kebir isimli muazzam tefsir eserinde “ ..Müfessirler diyorlar ki, Yemliha’nın yanındaki paranın üstünde, Eshâb-ı Kehf’in zamanında, şehirdeki Melikin sureti vardı. O şehre bugün Tarsus denir.” diyerek konuyu gayet net bir şekilde ortaya koymuştur. (8)

Bu müfessirlerin dışında aşağıdaki müfessirlerde tefsirlerinde Eshab-ı Kehf’in Tarsus’ta olduğunu zikretmişlerdir:

Zemahşerî’ Keşşaf isimli eserinde (9) Kadı Beyzavî Esrar’ut-Te’vîl ve Envâr’ut-Tenzil isimli eserinde (10) Nesefi’nin tefsirinde, (11) gelmiş geçmiş en kısa ve en sağlam tefsirlerden sayılan Celaleyn’de de Eshâb-ı Kehf’in sığındığı mağarasının bulunduğu şehrin ismi “Tarsus” olarak belirtilmektedir.(12) Yine muasır tefsirlerden Tefsir’ul Merağî’de de “mezkûr yer Tarsus’tur” denilmektedir. (13)

—Tarsus’un ismi başka kaynaklarda ve dillerde nasıl ifade edilmiştir?

Tevrat’ta Afsus, İncil’de Arsus ve Arap dilinde Tarsus’tur. (14)

—Osmanlı arşivlerine göre Eshab-ı Kehf nerededir?

Hem Tarsus hem de Adana Salnamelerinde Eshab-ı Kehf’in Tarsus’da olduğu belirtilmektedir. (15) Yani Osmanlı otoriteleri bu esası kabul ederek Salnameler hazırlamışlardır. 1285 tarihli Haleb Salnamesi’nde Afşin’de Eshâb-ı Kehf’in sadece makamlarının bulunduğunu belirtmesi ve Tarsus’la ilgili kısımlarda ise mağaralarının olduğunun beyân edilmesi de dikkat çekicidir.

—Meşhur seyyah Evliya Çelebi, dünyaca ünlü ve en sağlam kitaplardan sayılan Seyahatname’sinde Tarsus ve Eshab-ı Kehf hakkında bilgi var mıdır?

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde aynen şöyle yazmaktadır: “Ve bu şehrin şimalinde iki saat baid yerde ziyaretgâh-ı Eshab-ı Kehfe on iki yaranlar ile varub ziyaret etdük. Lakin mağaranın kapısı mesdud. İçinde ne âsâr var idüğü na malûm. Ancak bir kovan-ı zenbur-misal bir şadadır istima olunur. Ziyaretgâhı kadîmdir. Ve bir kere Maraş iline Elbistan ovasında Elbistan subaşılığında bir mağaralarda eshab-ı kehf diye ziyaret etdik. Amma aslı yokdur. Asıl hakikatte Eshab-ı Kehf bu Tarsus’da (olmak) müvecceh zibadır.” (Sümer Hoca, Evliya Çelebi’nin Elbistanı, dolayısıyla Afşin’i görmediğini iddia etmiştir. Yani Evliya Çelebi’nin görmeden karar verdiğini söylemek istemektedir (Sümer, 32). Oysa Seyahatname’deki ifadeden de anlaşılacağı üzere Evliya Çelebi Elbistan’ı ziyaret etmiştir.) (16)

—Bazılarına göre Elbistan’da olduğu söylenen Eshâb-ı Kehf hakkında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde hangi bilgiler vardır?

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Elbistan’da Eshâb-ı Kehf medresesi ile ilgili belgeler bulunmasına rağmen, bunların hiç birinde Eshâb-ı Kehf’in Afşin’de olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır. Bilakis Maraş İcmalinde “hademe-i makam-ı eshâb-ı kehf” tabiri kullanılmaktadır ki, bizim de kanaatimiz budur. Yani Maraş Tapu Tahrir Defterlerinde yer alan kayıtlar, Eshâb-ı Kehf’in mağarasının Tarsus’ta olduğunu teyit etmektedir; aksine bir kayıt mevcut değildir.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

 

KAYNAKLAR:

*Bu yazının hazırlanması ve aşağıdaki kaynakların belirtilmesi Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ve ekibi Öğr. Gör. Yaşar Baş, Öğr. Gör. Rahmi Tekin, Arş. Gör. Osman Kaşıkçı’nın “Arşiv Belgeleri Işığında Tarsus Tarihi ve Eshab-ı Kehf” adlı eserinden nakil yoluyla yapılmıştır.

  • Miras, Kâmil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, C. IX, Ankara 1984, sh. 200; Elmalı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. V, İstanbul 1982, sh. 3224; Duman, Bilâl, Eshâb-ı Kehf in Düşündürdükleri, İçel Kültürü, S.I, sh. 13.
  • Sahih-i Buhari Tercümesi, IX, 203; Krş. Gökcan, Fahri, Kur’an-ı Kerime Göre Eshâb-ı Kehf Kıssası, Tayyib Okiç Armağanı, sh. 131-146.
  • Hâzin Tefsiri, III, 186 vd.; Muhammed Emin, 12 vd.
  • Massignon, Opera Minora, C. III, 151–159
  • Taberî, Tarih’ul-Ümem, IV, 134.
  • Misal kabilinden bkz. Elmalı, V, 3232; Bağdadî, Hâzin Tefsiri, III, 190; M. Emin, 16.
  • Emin, 16.
  • Fahreddin Razi, Tefsir’ul-Kebîr, C. XXI, Tahran, T.siz, sh. 103.
  • Zemahşerî, Mahmûd, El-Keşşâf FîTefsîr’il-Kur’an, C. I, Mısır 1318, sh. 205. Her nasılsa Faruk Sümer Hoca, Zemahşerî’nin “Efsus” dediğini yazmaktadır. Bir zühul olsa gerektir (bkz. Sümer, Ashab-ı Kehf, 33). Efsus denilse bile, bundan kasdın Tarsus olduğu 19. âyetin tefsirinde tasrîh edilmiştir.
  • Kadî Beyzavî, Esrar’üt-Te’vil ve Envâr’üt-Tenzil, C. II, İstanbul 1314, sh. 7. Sayın Faruk Sümer hoca bu müellifin de “Efsus” dediğini belirtiyor (36). Oysa Beyzavî bu şehrin “Tarsus” olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca başka bir yerde Efsus de -‘ bile, bundan kasdın Tarsus olduğu 19. âyetin tefsirinde tasrîh edilmiştir.
  • Ebul Bereket Mahmud En-Nesefî, Medârik’ut-Tenzil ve Hakaik’ut-Te’vil, (Hazin Tefsiri kenarında) C. IH, Mısır 1328, sh. 193.
  • Celâlüddin Mahallî/Celâlüddin Suyûtî, Celaleyn Tefsiri, C. II, İstanbul, T.siz, 4.
  • Merağî, A. Mustafa, Tefsir’ul- Merağî, C. V, Beyrut 1974, sh. 118.
  • Akalın, Ş., İçel Kültürü, Tarsus Tarihine Ait Bir Risale, S. XI, Mayıs 1990, sh. 4.
  • Adana Salnamesi, 1308 (M. 1890), 98; Tarsus Salnamesi, H. 1320, 190.)
  • Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, 332.

Cevşenül Kebir’in 57. Babının Risale-i Nur İle Şerhi

Giriş:

‘Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok’ diye Risale-i Nurun Marifetullah konusundaki tahşidatına mukabele etmek istiyorlar. Hâlbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lakayt kalır.”

Bediüzzaman Marifetullah konusu üzerine çok fazla dururken Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa verdiği değere, Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konudaki tavsiyelerine, dua ve münacatlarına ve bilhassa vahyin bir nevi olan ve Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) daimi bir virdi olan “Hadis-i Kudsi” makamındaki “Cevşenu’l-Kebirin” Marifetullah’daki derece-i ehemmiyetine ve ehl-i tarikin marifetullahı elde etmek için daima vird olarak okudukları “Esma-i Hüsna” zikrine istinat etmektedir.

Biz burada âcizane Cevşen’in 57. Babının Risale-i Nur ile şerh ve izah ederek sadece bu fıkranın ne derece bir “Marifetullah” dersi olduğunu göstermeye çalıştık. Bunu yaparken asla kendi fikir ve düşüncemizi katmadık. Doğrudan “Ayetü’l-Kübra” ve “Münacat” ve “Tefekkürname” risalelerindeki Bediüzzamanın açıklamalarına yer verdik. Biz de bu şekilde 57. Babı anlamaya ve “Marifetullah” bahçesinden bir nebze istifade etmeye çalıştık. Bu fıkranın bizzat Bediüzzaman Hazretleri tarafından yapılan “Cevşen-i Kebir Tercümesinden” istifade ettik. Çalışmak bizden tevfik ve hidayet Allah’tandır.

  1. Babın Cümlelerinin Tercüme, Şerh ve İzahı:
  2. Ey göklerde ve ecram-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl. (57.1)

Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şahadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!..

  1. Ey zeminde ve zeminin her bir mevcûdunda vahdaniyetin delilleri, âyetleri müşahede edilen Zât-ı Zülkemâl. (57.2)

Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz’î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za’fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatının hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

  1. Ey her bir şeyde ve mahlûkta vücûb-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Vacibu’l-Vücûd. (57.3)

Sen her kusurdan ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzehsin. Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle, dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle, yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle, nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlerinin tasrihatıyla, çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san’atın kelimatıyla, çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle, her bir nebat ise tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle, şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin ve o renkler içindeki tadlarının ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının ve o güzel kokular (On iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor) içindeki nakışlarının ve o nakış içindeki ziynetinin ve o ziynet içindeki boyasının ve o boya içindeki san’atın ve o san’at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.

O nebatlardan her biri, çiçeklerinin zarif gözlerinden ve sümbüllerinin tazecik dişlerinden takattur eden ve Senin kendini kullarına tanıtıp sevdiren taarrüf ve teveddüdünün cilvelerindeki lemeattan tereşşuh eden bir tarifle, Senin tecelliyât-ı sıfâtını tavsif, cilve-i esmânı tarif ve teveddüdünü tefsir eder.

  1. Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zât-ı Cemîl-i Zülkemâl! (57.4)

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

  1. Ey mahlûkatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl! (57.5)

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte, bu dünyada böyle hayatdar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Tüm mahlûkatın Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikat:

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnu’larda birbirinden sîmaca farikalı ve şekilce zînetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

  1. Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden Hallak-ı Kerîm! (57.6)

Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ: Dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek nasılki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78:7) “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” (Hicr, 15:19) “Dağları sapa sağlam dikti.” (Nâziât, 79:32) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler, diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “La İlahe İllallah” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billah” der.

İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder” denilmiş.

  1. Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, tedbirini gören ve o an levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm! (57.7)

Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme, tezyinâtındaki inâyet-i tâmme, taltifâtındaki rahmet-i vâsia, terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile, Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san’at izhar eden hayatı, tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye, mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in’ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi, kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk, cezbelerinde zâhir olan incizap, kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları, eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat, nebâtâtındaki hakîmâne tedbir, hayvânâtındaki kerîmâne terbiye, erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam, külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler, maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san’atla def’aten icad edilmesi, sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat, gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi, zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka, aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka, cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe’niyle ihata eden küllî şuur, tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel, bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları, istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti, mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları, mukadderatındaki intizam, Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları, mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, bir tek Seyyidin hizmetinde ve bir tek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından her bir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

  1. “Ey her şey her bir hacetinde ve her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcut, her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na raci olan Zât-ı Kadir ve Rabb-i Külli Şey’!” (57.8)

Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatlı yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine “La ilahe illallah” dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü:

Birincisi: Pek zâhir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manası ve hakikati her birisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikati, o hadsiz enva’ ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mâhdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki; güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. “Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

  1. Ey her şeyde zâhir bir surette lûtfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Latîf-i Habîr!” (57.9)

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki, ilminin mucizeleri, san’atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile yeryüzü bahçesini san’atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmigeçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.

Bu yeryüzü bahçelerinde meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec’aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu… Cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd’un kendisini tanıttırması, bir Rahmân’ın kendini sevdirmesi, bir Hannân’ın terahhumu, bir Mennân’ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.

Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler.

O da girdi ve gördü ki: Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle “La ilahe illallah” deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzât birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü.

  1. Ey zîşuur mahlûkatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnûatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlatını teşhir etmek için bir dellal, bir ilanname hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm! (57.10)

İnsan imân gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelinin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelinin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden imân nimetine “Elhamdülillâh” diyecektir.” (29. Lem’a, II. Bâb)

Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-Aman, el-am’an! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey, Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap… Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim’e Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mesut kıl!. Âmin, âmin, âmin!

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Risale-i Nur Okumaya Yeni Başlayanlara…

Risale-i Nur ile yeni tanışan bazı kardeşlerimiz anlayamamaktan şikâyetçidir. Evet, Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. (1) Bunun sebebi ise; “Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile fikir ile niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” olmasındandır. (2)

Ama şu bilinmelidir ki; “Kur’anın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevi tesiri ve manevi feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istila eder, kat’iyyen istifadesiz kalmazsınız.” (3)

Her risalede herkesin hissesi var, fakat herkes her şey’ini bilmek lâzım değildir. (4) Risale-i Nur’dan istifade etmek sadece aklın kavraması değildir. Çünkü Risale-i Nur başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor; onun manevi dersi de vardır. (5)

Bu sebeple nurlardan istifade etmenin formülünü üstadımız şöyle bildirmektedir: “Bir mevhibe-i İlahiyye olan o esrar (sırlar), halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek (dünyevi ve nefsi hazlardan uzak kalmak) vesilesiyle gelebilir.” (6) Bu sebeple risaleleri gazete gibi okumayınız. (7)

Risale-i Nur öyle orijinal bir şekilde konuları ele alır ki eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor. (8) Hâlbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.(9)

Son olarak risale-i nurları anlamayıp eserlerin zayi olacağını zannedenlere Bediüzzaman Hazretleri şu cevabı vermektedir :

“Cenab-ı Hakk’ın izniyle inşâallah zayi’ olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek, ekser dindar mütefekkirler, onları anlayacaklardır. Çünkü bu risaledeki ekser mes’eleleri; nefsimde tecrübe ettiğim, Furkan-ı Hakîm’in bana i’ta etmiş olduğu ilâçlardır. Fakat mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamihâ anladığım gibi anlamasınlar. Zira benim nefsim sû’-i ihtiyarıyla baştan ayağa dek, çeşitli yaralarla mülemma’ olmuştur. Öyle ise hayat-ı kalbiyesi selim olan kimseler; heva-i nefis yılanının ısırmasından hastalanan kimse gibi, tiryakın derece-i tesirini anlayamaz.

Hem de ben sünuhat-ı kalbiyemde izahat için tahririnden gelen aczden ve tağyirinden gelen havftan dolayı tasarruf edemiyorum. Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.” (10)

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :
1- Şualar – s.60 
2- Kastamonu 210
3- Gençlik Rehberi sh: 232
4- Barla Lahikası sh :344
5- Gençlik Rehberi sh:229
6- Mektubat sh:70
7- Mektubat sh:42
8- Mektubat sh:372
9- Mektubat sh:373
10- Mesnevî-i Nuriye Tercümesi/A. Badıllı sh:234