Etiket arşivi: Zafer Karlı

Ahirzaman’ın Özel Münacatı: Cevşen’ül Kebir

AHİRZAMANIN ÖZEL MÜNACATI  : CEVŞEN’ÜL KEBİR

Ahirzamanla ilgili hadislerde rivayette vardır ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın (deccalın) eli delinecek.”(1)  Allahü â’lem bunun bir tevili şudur ki: Sefahat ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, ‘Filân adamın eli deliktir.’ Yani çok müsriftir. İşte, ‘Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine musahhar eder’ diye bu hadîs ihtar ediyor. ‘İsraf eden ona esir olur, onun dâmına [tuzağına] düşer’ diye haber verir.”(2)

Bu sebepledir ki Yüce Peygamberimiz (asm); Deccal zamanında mü’minlerin yemeği, meleklerin taamı olan tesbih ve takdisler olacaktır. Kim o günde dilinde tesbih ve takdis olursa, Allah ondan açlığı giderecektir. (3)

Akşam ve sabah Allah’ı zikretmek (tefekkür etmek), Allah yolunda kılıçların kırılmasından ve yine Allah uğrunda malı, saçarcasına infak etmekten daha faydalıdır. (4) buyurmuşlardır.

İbn-i Hacer bu hadisin şerhinde şu açıklamayı yapar: “Burada zikirden maksat kâmil manadaki zikirdir. Bu ise lisanen zikrederken kalple de hamdetmek ve fikren de Allah’ın azamet ve celalini tefekkür etmekle olur. Nitekim dil, kalp ve fikirle beraber icra edilen bir zikrin sevabı hiçbir amel ile muvazeneye gelmez. (5)

Esma-i Hüsna ile örgülenmiş muhteşem bir marifet ve tevhid dersi olan Cevşen’ül Kebir ile kul, Allah’ın azamet ve celalini tefekkür eder, kendisinde ve kâinatta tecelli eden ilâhî sıfat ve isimlerin güzelliğini görünce onlara hayran olur, onların tecellisine mazhar olmak ister. İnsandaki bu terakkiyat esma-i hüsna vesilesiyle olur. Çünkü Esma-i Hüsna, tevhid ve akaidle ilgili beş temel esası ortaya koyar:

1- Bir kısmı Cenab-ı Hakk’ın varlığını bildirir. Allah’ın Hayy, Bâki, Kayyum gibi sıfatları O’nun varlığını inkâr edenleri reddeder.

2- Bir kısmı, Cenab-ı Hakk’ın birliğini ispat eder. O’na hiçbir varlığın eş ve ortak olmadığını ortaya koyar. Vahid, Ehad, Samed, Ganiy gibi sıfatlar, bazı varlıkları Allah’a ortak koşan müşrikleri reddeder.

3- Bir kısmı, Cenab-ı Hakk’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, hiçbir varlığa benzemediğini ve kimseye muhtaç olmadığını gösterir. Kuddûs, Muhît, Mecid gibi sıfatlar Allahu Tealâ’yı varlıklara benzeten müşebbihe taifesini reddeder.

4- Bir kısmı, bütün varlıkların var olmasında tek sebebin Cenab-ı Hak olduğunu bildirir. Halik, Bari, Musavvir, Kavi gibi isimler, varlıkların ortaya çıkmasını bir takım sebep-sonuç ilişkisi ile anlatmaya çalışan ve Yüce Yaratıcı’yı unutan maddecileri reddeder.

5- Bu güzel isimlerin bir kısmı da, bütün âlemi tedbir ve idare edenin Cenab-ı Hak olduğunun delilidir. (6)

İşte, gayet yüksek bir marifet dersi olan Cevşen’ül Kebir yukarıda sıralanan beş esası kalplere ve akıllara nakşeder; mü’minin imanı artar, kalbi tenevvür eder.

Evet, Cevşen’ül Kebir gibi muhteşem bir marifet dersini Risale-i Nur Işığında meallendiren Ümit Şimşek Bey çalışmasıyla Cevşen’de geçen isimlerin derinliğini idrak etmede bize bir ipucu vermektedir. Bu güzel meal çalışmasından Cevşen’ül Kebirin birinci ukdesini istifadeye medar olması açısından takdim ediyoruz.

Allahım,

Senin isimlerinle Sana münacatımı arz ediyor ve onların şefaatine Sana niyaz ediyorum.

Ey bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâ, bütün kâmil sıfat-ı ezeliyeyi câmi, bütün Esmâ-i Hüsnâsının Müsemmâ-yı Zülcelâli, Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ve yegâne hak mâbud olan Allah,

Ey şefkat ve merhametinin eserleri kâinatı dolduran ve Cennet O’nun isminin bir cilvesi, saâdet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimetler bir katresi olan Rahmân,

Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve kâinattaki bütün in’âmât ve ihsânât, af ve rahmet, şefkat ve merhamet O’nun eseri olan Rahîm,

Ey ilm-i zâtîsi ezelden ebede herşeyi her şe’niyle beraber ihâta eden ve hiçbir şey, hiçbir zamanda, hiçbir vecihle Onun nûr-u ilminden gizlenemeyen Alîm,

Ey günahkâr kullarına onca isyanlarına rağmen tevbe ve ricâ kapısını açık bırakıp onları rahmet ve keremiyle rızıklandırmaya devam eden Halîm,

Ey bütün mevcûdâtı bütün ahvâliyle kabza-i rubûbiyetinde tutan ve hudutsuz sıfat ve isimlerin tecelliyâtı zerreden Arş-ı Âzama kadar her şeyi şe’niyle ihâta eden Azîm,

Ey herşeyi hikmetle yapan, her işi hikmetle gören ve bütün intizâmâtın ve nizamların ve muvâzanelerin menşei olan hikmetinin eserleri müdebbirâne, mürebbiyâne eşyâda, menfaatlerinde ve maslahatlarında görünen Hakîm,

Ey ezelden beri zât ve sıfât ve esmâsıyla var olan ve hâdis ve gelip geçici mevcûdâta müşâbehetten hadsiz derecede münezzeh ve mukaddes bulunan Kadîm,

Ey zât ve sıfât ve esmâsında kaim ve bâkî olan, kıyâm ve bekası için hiçbir sebebe hiçbir vecihle muhtaç bulunmayan ve zevâl ve fenâ şüphesinden nihâyet derecede münezzeh olan Mukîm,

Ey bütün zîhayatları zevk ve sefâlarına yardım edecek binler iştihâ ve duygu ve âlet ve cihazlarla teçhiz ve tezyin edip nihayetsiz rahmet hazinelerinin süslü ve tatlı nimetlerini önlerine seren ve umum masnûâtın hilkatindeki tezyinat ve terbiyesindeki inâyet-i tâmme üzerinde hadsiz keremi tezâhür eden Kerîm,

Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et.(7)

Ahirzamanın fitnelerinden korunabilmek için Allah’ın isim ve sıfatlarının siperine girebilmemizi Cenab-ı Hak nasip etsin. Âmin.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

  • Hâkim, Müstedrek, 4:520; Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 11:125
  • Şualar, Beşinci Şua
  • Ramuz El-Ehadis – Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî; Sayfa: 312/7
  • Tirmizî, Daavât 6
  • mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1312
  • İbnu Hacer. Fethu’l Bari,12/525
  • Ümit Şimşek, “Risale-i Nur Işığında Cevşen Meali”, s.1-4, Zafer Yayınları, İstanbul, 1992.

Neyi Merak Etmeliyiz? (Risale-i Nur’dan)

Meraksa, ilme hocadır. İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sözler : Lemeât s. 667

Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Mektubat : On Dokuzuncu Mektup s.197

Hakaik-ı îmaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken…Beyanat ve Tenvirler s. 184

“Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız” düsturun manası, “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu ayet ve bu düstur; bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.

Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı; zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın.

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz. “Siyasî geniş daireleri merak ile takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz?

Elcevap: Üstadımız diyor ki, “Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddî alakadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebî olur.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afakî hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler!  Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lazım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevidir, fıtridir” derseniz, ben de derim:

Kat iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev i gibi çok hadisat-ı acibeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz defa daha mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hadiseler var.

Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, arızi hadiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedi kalmak ve o hadiseler daimi olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mucid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz i… Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.

Hem İmân ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. “

Emirdağ Lâhikası: Hiss-i Kablelvukuun Tetimmesi s. 52

Paylaşım: Zafer Karlı

www.NurNet.Org

Dava Adamını Bekleyen En Tehlikeli Düşmanları Yenmek İçin…

“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (çok şiddetli ve tehlikeli düşman) olan yeis (ümitsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı “La takne tu” (“Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Sûresi, 39:53.) kılıncını istimal ediniz.

“Sonra müzahemetsiz olan (zorluk ve sıkıntı vermeyen) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (üstün gelme ve yüksek görünme meyli) istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz “Kunu Lillahi”(Allah için yapınız) hakikatini o düşmana gönderiniz.

“Sonra da ilel-i müteselsiledeki (sebepler dünyasında dikkat edilmesi gerekli sebepler, basamaklar) terettübü (belli bir sıra ve sistemle olma) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, “İsbiru vesabiru verabitu”yu (“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200) siper ediniz.

“Sonra da, medeni-i bittab (medenî yaratılışlı) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı türden olanların, diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini, ümitlerini) dağıtan fikr-i infiradî (kişisel menfaat düşüncesi) ve tasavvur-u şahsî (kendi şahsını merkez yapma tasavvuru) karşı çıkar. Siz de, “Hayrun nesi en feuhüm ninnasi” (“İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek himmet sahibi mücahid) mübarezesine çıkarınız.

“Sonra, başkasının tekâsülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, Vealallahi (legayrihi) felyetevekkelül mütevekkilune” “Tevekkül etmek isteyenler Allah’a güvensinler (başkalarına değil).” İbrahim Sûresi, 14:12.) olan hısn-ı hasîni (sarsılmaz kaleyi) himmete melce (sığınak) ediniz.

“Sonra da acz (acizlik, zayıflık) ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (ortaya çıkan) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “La yedirrukum mendalle izehtedeytüm” (“Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Mâide Sûresi, 5:105.) olan hakikat-i şâhikayı (yüksek ve yüce hakikat) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine (eteğine) yetişmesin.

“Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de “Vessakim kema umirte” (“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şûrâ Sûresi, 42:15.) “Vele teteemmar ala seyyidike” (Efendine efendi olmaya çalışma.) olan kâr-âşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

“Sonra, umum meşakkatin (zorlukların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahatlık meyli) geliyor. Himmeti kaydeder (her tarafını bağlar), zindan-ı sefalete (sefillik zindanına) atar. Siz de, “Veenleyse lilinsani ille me sea” (“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek ahlaklı mücahid) o cellâd-ı sehhara (emredileni aynen yapan cellat) gönderiniz. Evet, size meşakkatte (zorluk) büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (heyecanlı, aktif) olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir (çalışma ve mücadele etmededir).

Son olarak, Bediüzzaman’ın Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta doğrudan Nur talebelerine yönelik ifade ettiği gayet önemli ve hassas bir uyarıya birlikte kulak verelim:

“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.”

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Tevbe Suresindeki Haram Aylar Hangileridir?

Hicretin 9. yılında nazil olmaya başlayan Tevbe Suresi Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine’de nazil olmuştur. Bu sûrenin ilk âyetleri, Rasûlullah (s.a.v.)’a, Tebûk seferinden dö­nüşü esnasında indi. (1) Bu sırada Rasûlullah (s.a.v.) ile Ehl-i kitap arasında anlaşmalar olduğu gibi, onunla müşrikler arasında da anlaşma ve sözleşmeler vardı. Fakat müşrikler bu anlaşmaları bozdular ve Müslümanlara karşı savaşmak üzere defalarca Yahudilerle bir­likte gizlice tuzaklar kurdular. (2)

Bunun üzerine nazil olan tevbe suresinin baş ayetleri müşriklerle ilişkiyi kesmek, onlara dört aylık eman müddeti vermek, suçları sebebiyle onlara savaş ilân etmek, Mescid-i Haram’a girişlerini ebediyen yasaklamak, cizye vermeyi, ya da müslüman olmayı kabul edene kadar ehl-i ki­tapla mücadele etmekle başlamaktadır.(3) Bu sûre nazil olunca, Hz. Peygamber, bu sûreyi haccda bulunanlara okuması için Hz. Ali’ye talimat verdi. Kurban bayramının birinci günü, Cemretü’l-Akabe’nin yanında, Hz. Ali ayağa kalktı ve: “Ey nâs! Ben size, Allah’ın Resulünün elçisi olarak gelmiş bulunmaktayım ” dedi. Bunun üzerine onlar: “Niçin?” dediler. Hz. Ali bunun üzerine onlara, (bu sûreden) otuz veya kırk ayet okudu. Mücâhid’den bunun onüç ayet olduğu da rivayet edilmiştir.(4)

Başkalarıyla yapılan anlaşmaların dokunulmazlığını (kudsiyetini) ele alan ve karşı tarafın bunlara içtenlikle uymadığı hallerde son vermeden önce göz önünde bulundurulması gereken prensip, hüküm ve nizamları ortaya koyan surenin ilk ayetlerinde “Yeryüzünde dört ay daha dolaşın” buyruğu geçmektedir.(5)

Surenin hemen ikinci ayetinde geçen “Yeryüzünde dört ay daha dolaşın” buyruğu hakkında müfessirler,  “Yeryüzünde, istediğiniz gibi yürüyün, gezin dolaşın…” manasını vermişlerdir. Hâlbuki bu, bir emir değildir. Aksine bundan maksat, mübahlık, mutlaklık ve emânın tahakkuk edip, korkunun da zail olduğunu bildirmektir. Yani, “Bu müddet içinde siz, öldürülmekten ve savaşmaktan eminsiniz” demektir. (6)

Buradan anlaşılacağı üzere müşriklere tanınmış bir süre söz konusudur. Surenin ayetinde bu süre haram aylar olarak ifade edilmiştir. Burada, «haram aylar» diye çevirisini yaptığımız surenin beşinci ayetindeki «eşhürü’l-hürum»den iki ayrı mana ve hüküm anlaşılmaktadır:

 Birincisi, öteden beri biline gelen ve Araplarca saygı gösterilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları­dır.

İkincisi, kendileriyle antlaşma yapılan müşriklere tanınan dört aylık süredir ki, bu süre içinde herhangi bir savaş veya tecavüz haram sayıl­mıştır.(7)

Süddi, Mücahid, Amr b. Şuayb, İbn-i Zeyd ve İbn-i İshak’a göre, bu âyette zikredilen haram aylardan maksat; meşhur olan haram aylar değil, Zilhicce’nîn yirmisi, Muharrem ayı, Safer ayı, Rebiülevvel ayı ve Rebiülahir ayı­nın onu’dur. Bunların toplamı dört ay’dır. (8) Çünkü bu tabir­de mâruf olan haram ayları kastedilmiş olsaydı, o takdirde Mekke’de top­lanan halka ilândan sonra sadece 50 günlük bir süre tanınmış olurdu ki bu âyetin siyak ve sibakı itibariyle taşıdığı ültimatom ve hükme ters düşerdi.

Zilhiccenin onuncu gününden Muharremin sonuna kadar sadece 50 gün bir süre vardır ki, bu durumda mâruf olan haram aylarının süresi kısaltılmış oluyor. Oysa baştaki âyetler çok açık bir anlatımla müşriklere dört aylık bir süre tanındığını haber veriyor. Nitekim İbn Abbas da (r.a.) aynı görüş­tedir. (9)

Sonuç:

Tevbe Suresinde bahsi geçen haram aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye bilinen aylar olmayıp, Kurban Bayramı’ndan sonrasını içine alan dört aylık süredir.(10) Bu aylardan haram ay olarak bahsedilmesinin sebebi müşriklerle yapılan sözleşme gereği belirtilen süre içinde onlara kılıç çekmenin yasak olmasındandır.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1-  Muhtasar-ı İbn Kesir, 2/123

2-  Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 2/447–449

3-  Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/310–311.

4-  Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/402

  5-  Mevdudi; Tefhimül Kur’an Tevbe Suresi

6-  Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/403–404

7-  Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2428–2429.

8-  Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/258–259.

9-  Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2428–2429.

10- http://www.enfal.de/telmalili/tevbe.htm

Risale-i Nur Cevap Veriyor! Risale-i Nur ile Tasavvuf, Tefekkür ve Edebiyat Üzerine..

Risale-i Nur Külliyatından Tarihçe-i Hayat isimli risale önsöz ile başlar. Bu önsöz Medîne-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır. (1) Bu mühim âlim, Ali Ulvi Kurucu’dur. Muhterem büyüğümüz Ali Ulvi Kurucu’nun Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyeti hakkındaki orjinal ve ilmi tespitleri Tarihçe-i Hayat’ta önsöz olarak yerini almıştır. Biz de bu yazımızda zaman zaman gündemi teşkil eden risaleler hakkındaki sorulara bu önsözden pasajlarla cevap vereceğiz.

1-Bediüzzaman Hazretlerinin tefekkür sistemi nasıldır?

Cevap : “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hâlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.” (2)

2-Tasavvuf hakikati ile Risale-i Nur hakikatı esas ve köken itibarıyla birbirine zıt mıdır?

Cevap : “Tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır. Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.” (3)

 

3-Tasavvuf ile Risale-i Nur yolu arasında ne gibi meziyet farklılığı vardır?

Cevap: “Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.

“Evet, insanın gözüne, gönlüne bambaşka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o âlemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.” (4)

4-Bediüzzaman Hazretlerinin edebi cephesini nasıl tanımlarsınız?

Cevap : “Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.” (5)

5- Risale-i Nur’un mahiyetini ve hakikatını nasıl özetlersiniz?

Cevap : “Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî Bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.” (6)

Sonuç:

Risale-i Nur, Bediüzzaman Hazretlerinin vasıtasıyla insanlığa hitap eden bir derstir. Bu ders Kur’an’dan süzülmüş bir hakikattir. Bu hakikat hiçbir hak meslek ve meşrebe zıt değildir. Bu dersi dinleyen, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan bir hakikati ile karşılaşır. Bu hakikat o kişiyi -Allah’ın izniyle- hidayet güneşi ile buluşturacak ve ebedi mutluluğa taşıyacaktır.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Tarihçe-i Hayat, s.9
  • Tarihçe-i Hayat, s.19
  • Tarihçe-i Hayat, s. 19–20
  • Tarihçe-i Hayat, s. 20
  • Tarihçe-i Hayat, s.21
  • g.e. a.g.y.