Etiket arşivi: Zaman

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…[1]

İnsan hayatı ve insanlık kum saatinin içindeki kum taneleri gibi akıyor gidiyor. Gözle görülüyor tanelerin düştüğü fakat insan tutamıyor, taneleri de geri getiremiyor. Kum saatini ters çevirse de artık ne o kum taneleri aynı zamanı temsil eder ne de insan o zamana geri dönebilir.

İnsan ve insanlık neredeyse aldığı her zaman tanesinde, anında burada misafir olduğunu anlıyor. Çünkü istediği, sevdiği bir şeyi sonsuza kadar elinde tutamıyor. Bundan anlaşılıyor ki biz bu dünyada daimi, kalıcı değiliz yani kazık çakmamışız. Gerçi kazık çaksak bile, zelzeleler, seller, pandemiler o çaktığımız kazığı da söküp atıyor. Bu hadiseler gösteriyor ki, insan bu alemde bir misafirdir ve sermayemiz olan istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirmek için dünyaya gönderildik.

“Murakabe ile, nefis muhasebesi yapıp, hayatımızı gözden geçirdiğimizde; meşru dairede istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip, iki cihan saadetini kazanacak ticareti yapabiliyor muyuz?” diye kendimize sormamız lazımdır.

Fırsat varken murakabemizi tekrar gözden geçirip, aslî vazifelerimize yönelme vaktinde olduğumuzu fark etmeliyiz. Şahsımıza, cemaatimize ve tüm insanlığa bakan yönlerini ihmal etmeden kum saatinden düşen o kum tanelerinin ifade ettiği kıymetli zamanımızı çarçur etmemeliyiz.

“Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi [dünya hayatını] güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek [için her şeyi bir fırsat telakki ederek] a’mal-i sâliha ile [güzel ahlakla, bu anımızı değerlendirmeliyiz.][2]

Hak ve hakikate hizmet etmek çok mühim bir vazifedir ve bu vazife de “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye[dir.] Omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş.[3]

Her şeyde olduğu gibi kalifiye eleman ihtiyacı manevi hizmetlerde de çok mühim bir ihtiyaç ve eleman açığıdır. Çünkü elinden tutulması gereken milyonlarca insan var; fakat kalifiye eleman açığı olduğu için maalesef herkesin elinden tutulamamakta. Bu sebeple rafineriden çıkmış kalifiye dava adamları yetiştirilmeli ve işbaşı eğitimle hizmet sahasında pişirilmelidir.

Yaşlı abilerimizin tecrübeleri ile gençlerin enerjisini birleştirmemiz lazım. Yani tecrübe ve hamiyet ittifak etmelidir.[4] Onlar tecrübeleri ve duaları ile yollarımızda istikameti gösteren bir mihmandar, bir deniz feneri vazifesini yaparak hamiyeti olanları hizmete teşvik etmelidir.

Gençlerimiz nerede ve ne haldeler? Onları bir araya getirebileceğimiz, yetiştirebileceğimiz ne gibi programlarımız, faaliyetlerimiz, mekanlarımız var?

Tabiki, hamiyeti olan gençlerin halinden anlayan abilerin, gençlerle mutlak surette ilgilenmesi lazım. Onlara fırsatlar tanıyıp, tecrübelerini aktarırken ufak tefek hatalarını görmezden gelerek hizmette istihdam etmeleri gerekiyor. Yoksa kendi kemalatını karşısındakinden beklemek bir fecaattir.

 

İMAN HİZMETİNDE

Hedefler belirleyerek, 5-10 yıllık projelerle, manevi hizmetlerde ve şahsi hayatımızda ideallerimize yönelik çalışmalar yapmalıyız. Yani “5 sene sonra Risale-i Nur hizmetinde nerede olmayı, hangi meseleleri alemimizde halletmiş olmayı düşünüyorum?” şeklinde murakabe yapmalıyız.

Kırgınlıkları, bizi hizmetten alıkoyan meseleleri, ihtilaf u tefrikayı bir tarafa bırakıp, kısa zamanda toparlanmamız lazım…

Yoksa istibdad[5] daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.[6] Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani’-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın[7] yadigârıdır.”[8]

Biraz daha gayret, anlayış, hoş görü, gönül ferahlığı, şevk, azim, hikmet, ihlas, uhuvvet ve fedakarlıkla başaramayacağımız iş yok Allah’ın izniyle.

Sahi sizce de böyle değil mi haksız mıyım?

Şuhur-u Selâsemiz Mübarek olsun inşallah. Uhuvvete, muhabbete, ittihada, tesanüde vesile olmasını ve mazlum coğrafyalara ve insanlara inşiraha vesile olsun.

BOYKOTA DEVAM

İsrail markalarını ve onlara destek veren markaları boykot etmeye devam ediyoruz.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Lem’alar (224)– “Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî‐haber” şiiri
[2] Asa-yı Musa (19)
[3] Lem’alar (159-160)
[4] Bkz: https://www.risalehaber.com/tecrube-ve-hamiyet-ittifak-etmeli-19504yy.htm
[5] Lehviyat, ahlaksızlık, itikadsızlık şeklinde de anlayabiliriz.
[6] Abdullah olan insanı kendi anlayışımızı dayatmak da hukukullaha bir nevi itiraz demektir.
[7] Lakaytlığın ve laçkalığın şeklinde de anlayabiliriz.
[8]Tarihçe-i Hayat (59)

Kaynak: Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz? – Muhammed Numan ÖZELa

Risale-i Nur neden tefsire benzetilmiyor?

Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Yasin sûresi, 69)

Usûl farklı birşeydir. Kalıp farklı birşeydir. Usûl birşeye vasıl olmak için takip edilmesi zaruri olan yoldur. Kalıp o yolun güzergâhından bağımsız olarak atılan adımların türüdür. Sözgelimi: Pastayı tatlı yapmak usûldendir. Tatlı olmazsa pasta da olmaz. Fakat o pastaya katacağınız diğer şeyler veya katma şekilleriniz veya katma oranlarınız vs. bunlar kalıplara girer. Lakin iş orada kalmaz. Altbaşlıklar içinde farklı usûl şartlarıyla da bağlanırsınız. Mesela: Portakallı pastayı ‘portakal tadı’ katmadan yapamazsınız. Ancak ona portakalın bizzat kendisini mi, aromasını mı, yoksa başka bir şeklini mi dahil edeceğiniz size bağlıdır.

Doğrusu bu: Sağlıklı bir üretim için usûllere muhtacız. Pasta diye pilav satmakla hiçbir aşçı âbâd olmaz. Hatta yalancı olur. Fakat bazı şeyleri çok fazla kalıba boğduğumuzu düşünüyorum. Bizi hareketsiz bırakacak şekilde… Risale-i Nur’un, müellifinin defalarca yazdıklarının tefsir olduğunu ifade etmesine rağmen, aksi iddialara maruz kalması biraz da bundandır. Usûllere değil kalıplara uymuyor oluşundandır. Oysaki bakınız Sözler isimli eserinde bu konuda neler söylemektedir:

“Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san’atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Görüldüğü gibi: Bediüzzaman, Kur’an’ın ayet düzenini iki boyutlu olarak düşünmemekte, boyut sayısını, tıpkı uzayda olduğu gibi üçe çıkarmaktadır. Bediüzzaman’ın bu üç boyutlu tefsiri algısında, Muhakemat isimli eserde de dikkat çektiği gibi, nazm-ı maanî nazm-ı lafzîden önceliklidir. Ve nazm-ı maanî, diğer iki boyutun üzerine bir boyut daha ekler. (Üçüncü boyuttan kastımız budur.) Bu nedenle Bediüzzaman her eserinde birçok ayete atıf yapar. Uzaydaki yıldızlar gibi dizilmiş ayetler (hatta hadisler) arasında seyran eder. Çünkü ona göre onların her birisinin birbirlerine bakar yüzleri ve ilgileri vardır. “Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”

Hem sadece bu da değil. Kevnî ayetler olarak ifade edebileceğimiz Kitab-ı Kebir-i Kainat’ın ayetleri, yine onun bir parçası olarak kendi Fıtrat Kitabı’mızda yeralan ayetler, bir başka büyük kitap olarak Nübüvvet Kitabı (özelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisi)… bunlar da aynı Allah’ın yarattığı ayetler olarak o birbirine bakan yüzlerden müstefiddirler.

Matematikte uzay, sonsuz sayıda noktanın bulunduğu, bu nedenle sonsuz sayıda doğrunun çizilebileceği bir alandır. Biz bu uzay kavramını Kur’an düzeyinde düşünürsek, ayetler bizim yıldızlarımız olur ki onların da arasında sonsuz sayıda bağıntı/ilgi kurulabilir. Çünkü boyut sayısı üçe çıkmıştır ve bu düzeyde mana, yani müellifin ifadesiyle nazm-ı maanî, bize ayetlerin sıralamasında daha rahat olabilme imkânı sağlar.

Örneğin: İhtiyarlar Risalesi’nde izah edilen ayetlere baktığımızda Meryem Sûresi 1-4, Bakara Sûresi 117, Yâsin Sûresi 82, Âl-i İmrân Sûresi 185, Müzzemmil Sûresi 17, Âl-i İmrân Sûresi 173, İsrâ Sûresi 23-24 ila ahir… gibi bir dizilimle metnin içinde geldiklerini görürüz. Yani bir sûre veya bir ayetler öbeği işlenmez İhtiyarlar Risalesi’nde. Karmaşık gibi görünen bir nazm-ı maanî içinde olur bütün anlatım. Bunlar adeta Kur’an semasındaki yıldızlar arasında fikir hızında yapılan yolculuklardır ve anlam itibariyle kurulan bağıntılardır.

Risale-i Nur’un bazılarınca tefsir olma açısından eleştirilmesinin bir nedeni de budur. Usûlce değil (Ehl-i Sünnet’in tefsir usûlüne bağlı kalınmadan hakikat bulunmaz) ama kalıpça hür yapısıdır. Ben, hassaten İhtiyarlar Risalesi’ni okurken, ayetlerin nasıl kanaviçe gibi bir eseri dokuduğuna şahit olurum. Herhalde her hakperest okuru da, bu hale şahit olur, hak verir. Bu arada şunu da belirtelim: Risalelerde, açıkça geçen ayetlerin yanısıra, mana itibariyle yine ayetlerden/hadislerden mülhem (veya onlara işaret eden) cümleler de yer almaktadır ki, onları tesbit etmek de ayrı bir dikkat işidir. Bazı külliyat çalışmaları böyle bir inceliği de gözetmişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. En nihayet mürşidimin dediği gibi derim:

Zaman ihtiyarlar ama Kur’an gençleşir.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Bir zaman sohbeti

İzafiyet teorisi, hız, kütleçekimi, karadelikler derken, ‘zaman’a dair ilginç bir düşünce yolculuğuna varım diyorsanız, buyrun lütfen…
ALBERT EINSTEIN izafiyet teorisinde, zamanın bazı etkilerle yavaşlayıp hızlanabileceğini veya daha doğru bir deyimle ‘genişleyebileceğini’ anlatır. Zamanı değiştirebilen bu etkilerden birisi hızdır. Yani ben size göre daha hızlı hareket ediyorsam zaman benim için daha yavaş geçer. Ancak hızın zaman üzerindeki tesiri o kadar azdır ki, bunu öyle küçük hız farklarında yakalayamayız. Meselâ, saatte 920 km hızla giden bir uçakta sekiz saat yolculuk eden bir kişi yerdekilere göre zamanı saniyenin milyarda onu kadar bir süre daha kısa yaşamıştır. Bu süre çok küçük olduğundan, yolcu bunu kesinlikle hissedemez. Ancak yolculuğu ışık hızına yakın bir hızda yapsaydı, 8 saat uçtuğunda bunu sadece 48 dakika gibi hissederdi…
İşi biraz büyütürsek, 25 yaşında bir baba 1 yaşındaki oğlu ile vedalaşıp kendi takvimi ve saatine göre 3 yıllığına bir uzay gemisine binip ışık hızına yakın bir hızda seyahat edip geri dönse, kendisi 28 yaşında olur, ancak oğlunu 31 yaşında bulacaktır. Işık hızına yakın hızlarda hareket edildiğinde hareket eden kişi geride bıraktıklarına göre zamanı 10 kat (belki daha da fazla) daha yavaş yaşar. Veya şu şekilde düşünebiliriz: Geride bıraktığı dünyanın zamanı, kendisine göre 10 kat hızlı geçer. Bu yolculuğu yapan kişi gemisinin penceresinden dünyadakileri seyredebilse, onları ileriye sarılan bir video kasetindeki gibi hızlı hareket ediyor halde görür! Bu konu artık bir teori olmaktan da çıkmış, doğruluğu kabul edilmiştir. Kanıt olarak da uzaydan gelen kozmik ışınlardaki bazı parçacıkların dünyaya kadar bozulmadan ulaşabilmesi gösterilmektedir. Çünkü bu parçacıklar dünyada üretildiklerinde çok kısa bir sürede bozulup yok olmaktadır, ama uzayda onbinlerce sene yolculuk ettikleri halde bozulmadan dünyaya ulaşmaktadırlar. Bunun tek açıklaması ise, bu parçacıklar ışık hızında hareket ettiklerinden, zamanın onlar için çok yavaş geçmesidir. Yani onlara belki de birkaç dakika gibi gelen yolculukları aslında dünyadaki bizler için onbinlerce sene sürmektedir.
Buraya kadar zamanı etkileyen faktörlerden biri olan ‘hız’dan bahsettik. Zamanı genişleten ya da yavaşlatan bir diğer etki ise, yerçekimi (kütleçekimi)’dir. Kütleçekimi de hıza benzer şekilde zamanın yavaşlamasına yol açar. Çekim arttıkça, arttığı bölgede zaman daha yavaş geçer. Bunu yavaş yavaş örnekleyerek, size söz verdiğim zamanın hiç olmadığı yere doğru gidelim. Bilindiği gibi, kütleçekimi, kütlenin merkezinden uzaklaştıkça azalır veya buraya yaklaştıkça artar. Yani, dünya için düşünürsek, yükseğe çıktıkça dünya merkezinden uzaklaştığımızdan zaman daha hızlı geçmeye, ama merkeze yaklaştıkça daha yavaş geçmeye başlar. Örneğin, nükleer bir denizaltı ile 6 ay boyunca 300 metre derinlikte dolaşsanız, bu altı ay yüzeydekilere göre saniyenin milyarda beşyüzü kadar bir süre daha yavaşlamış olursunuz; çünkü denizaltı yüzeye göre dünyanın merkezine daha yakındır, yani orada yerçekimi daha fazladır. Ancak yine jet uçağı yolculuğundaki gibi, bu zaman genişlemesi insan tarafından hissedilmeyecek kadar azdır. Bu genişlemeler ancak çok hassas atom saatleri kullanılarak ölçülebiliyor. Denizaltıda bulunan atom saati dışarıda bulunan aynı tip bir saate göre saniyenin milyarda beşyüzü (ya da milyonda yarım saniye) kadar geri kalır. Bu geri kalma olayının sebebi, tamamen denizaltının dünya merkezine daha yakın olmasından kaynaklanan zaman genişlemesi, yani zamanın daha yavaş geçmesidir. Bu etkinin insan tarafından hissedilecek kadar büyümesi için tek çare, dünyayı bırakıp yerçekiminin çok daha büyük olduğu bir yerlere gitmektir.
Bilindiği gibi, büyük yıldızlarda kütleçekimi çok fazladır. Hatta güneşten daha büyük yıldızlar enerjilerini tüketip öldükten sonra çekirdekleri çok küçülür ve nötron yıldızı denilen bir yapıya dönüşürler. Bir nötron yıldızına gidip yerdeki maddeden bir çay kaşığı dolusu alsanız bu madde dünyanın toplam ağırlığından daha ağır gelirdi. Buradaki kütle bu kadar yoğun olunca yerçekimi de inanılmaz boyutlara çıkar. Tipik bir nötron yıldızına gidebildiğimizi ve oradaki yerçekiminin bizi yere yapıştırıp parçalamadığını varsayarsak, buradan dünyaya baktığımızda olayların yüzde 30 civarında daha hızlı geçtiğini görürdük. Yani biz oraya saatimiz 12:00 iken varsak ve saat 15:00’i gösterene kadar otursak, dünyada saatin 16:00 olduğunu görürdük. Tabiî dünya, bizim yaşadığımız bu 3 saat içinde 4 saat yaşadığından, herşeyi yine hızlandırılmış sinema gibi seyrederdik.
Şimdi bir aşama ileri geçelim ve yerçekiminin nötron yıldızından da fazla, hatta sonsuz olduğu bir yapıya gidelim. Hepimiz, karadelik adı verilen oluşumlar hakkında birşeyler duymuşuzdur. Ben detaya girmeyeceğim, ancak şu kadarını söyleyeyim; karadelikler, çok büyük bir kütlenin kendi içinde çöküp çok küçük bir alana sığdığı yapılardır. Büyük yıldızlar yakıtlarını tükettiklerinde içlerindeki madde birbiri içine çöker ve küçük bir alana hapsolur. Güneş ileride karadelik olamayacak kadar küçük bir yıldızdır; ama eğer bir karadelik olabilseydi, yakıtı bittikten sonra bir apartman boyutuna sığacak kadar küçülmüş olurdu. Bu kadar büyük kütleler küçücük alanlara dolduğunda kütleçekimi o kadar büyür ki, bizim sanki ağırlıksız bildiğimiz ışık bile bu çekimden kaçamaz ve bu yüzden cisim ışık yayamaz ve simsiyahtır. Adının karadelik olması da bu yüzdendir. Hatta, buradaki maddenin varlığından bile söz etmek imkânsızdır, çünkü madde sonsuza kadar birbirinin içine çöker. Bir karadeliğin bu denli büyük, yani sonsuz olan yerçekimi gücü zamanı orada durdurur. Yani bizim nötron yıldızındayken bakıp yüzde 30 daha hızlı seyrettiğimiz dünya (ve kâinat) eğer karadelikten bakabilecek olsak, bir anda zamanını tüketir. Zaman kütleçekimi arttıkça yavaşladığına göre, sonsuz kütleçekimi olan yerde zaman duracaktır. Yani, faraza birisi bir karadelikten dünya ve kâinata bakacak olsa dünyanın ve kâinatın sonsuza kadar olan geleceğini görür; yani hızlandırılmış video kasetinin sonuna kadar bir anda seyreder.
Görüldüğü gibi, çok büyük, hatta sonsuz güçlerin bulunduğu bir mekânda zamandan söz edilemiyor. Çünkü, burada zaman durmuştur; hatta, durduğu için, etkisi yoktur. Etkisi olmayan birşeyin varlığından da söz edilemez. Sonsuz güç zamanın ötesinde olmayı sağlar/gerektirir. Rabbimiz sonsuz güç sahibidir. Bu gücün olduğu yerde zamanın kendisi ya da önemi yoktur. Zaman ancak O’nu durduracak gücün olmadığı yerde bulunan ve O’nun yarattığı güçsüz va aciz varlıklar için vardır.
Zamanın olmadığı yerde bulunmanın bir an içinde kâinatın geri kalan kısmının geleceğini, yani istikbalini bize gösterebileceğini anlatmıştık. Bu da, kader dediğimiz, ancak irademizle ilintilendirilen geleceğimizin Rabbimiz katında bilinmesinin normal olduğunu düşündürmesi açısından bize ışık tutabilir. Bir insanın faraza bir karadelikten baktığında sonsuza kadar olan geleceği görmesi nasıl onun bu geleceğe etki etmesi anlamına gelmiyorsa, zamanın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz geleceği biliyor olması da bizi kendi kaderimizin elimiz mahkum tâbi olduğumuz değişmez bir yol olmaktan ziyade, irademizle, yani tercihlerimizle şekillenen geleceğimiz olması noktasında rahatlatıyor.
Bundan sonra yapmamız gereken ise, zamanın etrafımızda ördüğü parmaklıkların ötesindeki güzellikleri hayal edip, bizi onlara kavuşturması için Yaratıcımızın varlığına olan imanımızı güçlü tutmak ve imanın gerektirdiği gibi yaşamak olmalıdır.
Kaynak: Scientific American
Mehmet Akyürek – Zafer Dergisi

Sizinki Tatil Mi Tebdil Mi?

Modern insanın tatil anlayışı “atıl kalma” demektir yani işlevsiz kalmak. Arapça bir kelime olmasına rağmen ilginçtir ne Kur’an’da ne de sünnette tatil kelimesi hiç yer almaz. Modern insana seçenek sunulsa, eminim 356 günün tamamını tatil olarak geçirmek ister yani atıl olarak yaşamak ve her daim iş yapmadan, bir şey üretmeden bir ömür geçirmek.

Düşünün organlarımız tatil yapacağım dese ne olurdu? Biz buna ölüm diyoruz.

Aynı şekilde dünya ben tatil yapacağım dese ne olurdu? Bunun adına da kıyamet diyoruz.

Modern akıl hemen her şeyde olduğu gibi tatil kavramı üzerinde de manipülasyon yaparak, tatili zevk-ü sefaya dönüştürme, her türlü işten elini eteğini çekerek yan gelip yatma anlamını veriyor. Tatilin içerik olarak ne olduğuna geçmeden önce bizim inanç yapımızın da bir tatil anlayışı olduğunu hatırlatmak isterim. Bizim inanç yapımızda tatil bir tebdildir yani değişim; bir işten yorulunca başka bir işle uğraşarak dinlenme anlamına gelir.  Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim öyle buyurmuyor mu? “Bir işten boşalınca, yeni bir işe giriş ve sadece Rabbine yönel.” (94/7-8) Ayet çok açık; bir işten yorulduğunda yan gel yat veya bir işten yorulduğunda boş boş zaman geçir demiyor.

Kur’an’da şafak vaktine (İnşikak Suresi), geceye (Leyl Suresi), kuşluk vaktine (Duha Suresi), zamana (Asr Suresi) ve daha pek çok yerde zamanın hemen her versiyonuna yemin edilmiştir. Eğer Allah bir şeye yemine ediyorsa, insanoğlu o şeyi çoğu kez ihmal ediyordur. Aslında zamanın ayrı ayrı dilimlerine yapılan her bir yemin, hayatın geneline yapılan bir yemindir. Yani bir neyi; “Ey insan sabaha yemin ettim duymadın. Sen güneşin üzerine doğacakken güneş senin üzerine doğdu. Yani öldürdün zamanı. Kuşluk vaktine yemin ettim, geceye yemin ettim, tüm yaşadığın zamanı şahit göstererek yemin ettim ama sen anlamadın, duymadın çağrımı ve zayi ettim ömrünü.” diye bizi uyarıyor Rabbimiz. Peki, bunun arka planında yatan esas etken nedir? Neden insan bu kadar çağrıyı duymaz ve zamanını zayi eder? İnsanın en çok zayi ettiği şeyleri bir düşünün. İnsan fıtri olarak en çok neye sahip olduğunu düşünüyorsa, en çok onu ihmal etme eğilimindedir (sağlığı gibi, ailesi gibi). İşte bu nedenle zamanının çok olduğunu düşünen insan, yapması gereken sorumlulukları ve hayırları hep yarınlara erteleme eğilimindedir. İşte tamda burada herkes “Bu zamana kadar nice yarınlar geçirdim ve bu geçirdiğim yarınlarda hangi sorumluluklarımı yerine getirdim ve hangi hayırlı ameller işledim ki yarın hangi hayırlı amelleri işleyeceğim?” diye kendine sormalıdır.

Zamanı israf edenler aslında hayatı ıskalayanlar, hayatı israf edenlerdir. Kur’an’ı Kerime göre bu tip insanlar hüsrandadır, ziyandadır. “Asra (zamana) yemin olsun ki,  insan mutlaka ziyandadır.” (103/1-2) Ayetinde beyan edildiği gibi.

Aklıma her geldiğinde tebessümle karışık irkildiğim ironik bir fıkrada Cebrail (as) 90 yıl yaşamış birinin canını almak için yanına gelir ve ona canını alacağını, vadesinin dolduğunu söyler.

Adam: “Mümkün değil.” der.

Cebrail (as): “Neden?” diye sorar.

Adam: “Ben zaten hiç yaşamadım ki!” diye cevap verir.

Onca yıl yaşamasına rağmen zamanının hakkını ver(e)meyen birinin ibretlik bir cevabıdır bu.

Peki, o halde şu an binlerce öğrenci, yaşadıkları biz zaman dilimi olan tatilde nelerden uzak durmalı ve neler yapmalı?

Uzak durulması ve yapılmaması gerekenler kısaca:

  • Gece geç yatıp sabah geç kalkılmamalı.
  • Tatildeyim diyerek televizyon ve internette sınırsız zaman geçirmemeli.
  • Yarıyılda sıkıldım diyerek kitaplardan uzak durulmamalı.
  • Bütün gün yan gelip yatıp, hemen hemen bütün iş ve güçlerden el etek çekilmemeli…

Peki, ya yapılması gerekenler?

  • Herkesin önceliği bir diğerinden farklı olabileceği için öncelikler tespit edilerek, tatil müddetince kişisel gelişime yatırım yapılmalı. Bu kimine göre ders tekrarı, kimine göre yabancı dil eğitimi, kimine göre bir enstrüman çalmayı öğrenme, kimine göre bilmediği bir sureyi ezberleme, kimine göre hepsi veya daha farklı etkinlikler olabilir.
  • Herkesin önceliği farklı olsa da muhakkak gündelik kitap okuma yapılmalı ( Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi:  “Şimdi oku kabirde okuyamazsın.”)
  • Her gün azda olsa fiziksel aktivitelerde bulunulmalı.

Kısaca Mevlana’nın tabiri ile herkes mesul olduğuyla meşgul olmalı.

Yrd.Doç.Dr.Kenan Taştan

www.NurNet.org

Boş Sözler, Boş İşler

“Kişinin İslâmî güzelliklerinden biri de, malayani şeyleri terketmesidir.” Hadis-i Şerif
Mağazalarda alıcıyla satıcı arasında yapılan kıyasıya pazarlıklar ne kadar ibretlidir!?.. Birisi malının kıymetini bilmektedir, beriki parasının değerini. Her ikisi de bu ticaretten mutlaka kârlı çıkmak için çalışırlar. Şimdi şu soruyu soralım kendi kendimize:
Paramız ve malımız için gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini hayatımız, ruhumuz ve aklımız için gösteriyor muyuz? İşte bu büyük sermayelerin boşu boşuna harcanmasına “malayani” deniliyor.
“İki büyük sermaye ziyana uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman” Hadis-i Şerif
Malayani, yani kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işler … Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan şeyler, işler, konuşmalar” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, İlâhî rızayı esas alan ve meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgul olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.
Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her halde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”
Nur Külliyatında dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir. Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş boş değildir; azap yüklü ve ceza doludur.
Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir. Nur Külliyatında “malayani” konusu sıkça işlenir. Nur Müellifi iki risalesi hakkında özel birer not düşmüştür. Birincisi İhlas Risalesidir, düştüğü not ise “bu risale, lâakal,” yani en az, “on beş günde bir defa okunmalı” şeklindedir. Diğeri ise Meyve Risalesinin Dördüncü Meselesidir. Bu Risale için, “Meyvenin Dördüncü Meselesini çokça okuyunuz” tavsiyesinde bulunur.
Malayani hastalığının bir ilacı olan bu risalenin, en can alıcı paragrafını aynen aktarmak isterim: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” Şuâlar
İnsan kendi nefsiyle sürekli beraberdir. Bu beraberlik kabir âleminde ve ahiret hayatında da devam edecektir. İnsan, cüzi irade ve hürriyet nimetleri sayesinde kendi nefsini dilediği gibi yönlendirebiliyor. Bu en küçük dairede en büyük söz onundur. İstediği yere gitmekte, dilediği işi görmekte, arzu ettiği kitabı okuyabilmektedir. Ama bir sonraki daire için bunu söylemek çok zordur. İnsan, kendi aile fertlerini istediği gibi yönlendirme şansına çoğu zaman sahip olamaz. Çünkü onlar da insandırlar, onların da nefisleri ve cüzi iradeleri vardır. Şeytan onların da peşindedir; dünya, onları da durmadan kendine çağırmaktadır. İnsanın bu dairede yapabileceği tek şey, doğru ve faydalı olanı, onlara güzel bir şekilde anlatmaktan ibarettir.
Şehir dairesinde, insanın tesiri çok daha aşağılara düşer. Bütün şehir halkını istediği yöne sevk etme şansına sahip değildir. Memleket ve bütün bir insanlık âlemi için ise, insanın müessiriyeti sıfıra çok yaklaşır. Ama, insan, bu geniş dairelerde kendisine düşen vazifenin cüzi olduğunu çok iyi bildiği halde, onların cazibesine kapılır, onlara daha çok önem verir, onlar hakkında çok daha fazla konuşur, yahut kafa yorar. Bu, insan için büyük bir zarardır; ömür sermayesini boş yere harcamaktır.
İşte Nur Müellifi, insanın nazarını hayatın ve siyasetin geniş dairelerine çeviren malayani afetine, önemle dikkat çekmekte ve bu derdin devası olan söz konusu risalenin sıkça okunmasını tavsiye etmektedir. Bir başka risalesinde ise, bu afetin vahim neticesini şöyle nazara veriyor: “Lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” Kastamonu Lahikası
İnsanın nefs-i emmaresi, malayaniye yatkındır. Çünkü onda ahiret için bir fayda yoktur. Şeytan da insanı küfür, şirk, günah şıklarından hiçbirine sevk edemediği taktirde, onu malayaniye sevk eder. Nefis ve şeytanın bu ortak arzusuna uyan insan, boş konuşmaları saatlerce dinlemekten zevk alır. Aynı insan ilmî bir eseri okuduğunda, yarım saat sonra sıkılmaya ve yorulmaya başlar.
Malayani konusunda, şu hususun da gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Hayatın ve siyasetin geniş dairelerinde vazife almış kimselerin, bu konularla derinlemesine ilgilenmeleri, dünyaya çalışmak demektir ve malayani sayılmaz. Ama, dört senede bir defa oy vermekten öte, siyaset dairesinde hiçbir tesir gücü olmayan insanların, dört yıl boyunca bu konuya büyük zaman ayırmaları malayaninin tâ kendisidir. “Benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mes’elelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur.” Sikke-i Tasdik-i Gaybî
Prof. Dr.  Alaaddin Başar