Etiket arşivi: Zaman

İlk hacı kafilesi İstanbul’a döndü

İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, hacıların ettikleri duaların Türkiye’ye huzur getirmesini dileyerek, ”Mübarek beldeyi ziyaret etmek kadar bu hayatın farklı bir güzelliği yoktur” dedi.

Hac ibadetini gerçekleştirmek üzere Suudi Arabistan’a giden hacı kafilelerinden ilki İstanbul’a döndü. Suudi Arabistan Havayollarına ait uçakla Cidde’den gelen hacı kafilesini, Atatürk Havalimanı’nda aileleri ve yakınları sevinçle karşıladı.

Akrabaları da hac ibadetinden dönen İstanbul Valisi Mutlu, gazetecilere yaptığı açıklamada, hac yolculuğunun en kutsal yolculuk olduğunu belirterek, ”Eniştelerim hac görevi için gitmişlerdi. Onları karşılamak için geldim. Mübarek beldeyi ziyaret etmek kadar bu hayatın farklı bir güzelliği yoktur” dedi.

Mutlu, hac niyetinde olan herkesin bu ibadeti yerine getirmesi için dua ettiğini kaydederek, ”Hacılarımızla burada buluştuk. İnşallah geride kalan hacılarımız da sağlıklı bir şekilde yurda, ailelerine dönerler. Tüm hacılarımızın hacılıkları mübarek olsun. Herkesten milletimiz, devletimiz, kardeşliğimiz, birliğimiz, ülkemizin huzuru ve tüm insanlığın barışı için dua etmelerini istemiştik. Bol bol dualar edildi. İnşallah bu güzel duaların hürmetine, ülkemize ve tüm dünyaya barış dolu uzun yıllar nasip olur” şeklinde konuştu.

Hac ibadetinden dönenlerden Mustafa Altınışık da tüm arkadaşları ve akrabaları için Kabe’de dualar ettiğini belirterek, rahatsızlığından dolayı ibadet sırasında çok yorulduğunu, ibadetin gençken yapılmasının daha keyifli olacağını kaydetti.

Havalimanında kızları ve damatları tarafından karşılanan Atike Taşkent de inanan herkesin hac ibadetini yerine getirmesi gerektiğini ifade ederek, ”Orada aldığım huzuru kimseye anlatamam. Bu duygu anlatılacak gibi değil. Orası huzurların ne güzelinin yaşandığı bir yer” dedi.

Rahatsızlığına rağmen hac ibadetini yerine getirdiğini söyleyen Berrin Güler ise yakınları ve tüm Türkiye için dua ettiğini kaydetti.

Zaman / 11.11.2011

2011 Kurban Bayramı Ne Zaman?

5 Kasım 2011 Cumartesi Kurban Bayramının Arefe günüdür.

6 Kasım 2011 Pazar, Kurban Bayramı (1.Gün),

7 Kasım 2011 Pazartesi, Kurban Bayramı (2.Gün),

8 Kasım 2011 Salı, Kurban Bayramı (3.Gün),

9 Kasım 2011 Çarşamba, Kurban Bayramı (4.Gün),

Hür Adam (Son yazı)

Bu, Hür Adam filmiyle ilgili kaleme aldığım 5. yazı. İkisi Zaman’da, biri Aksiyon’da, biri de Zafer dergisinde yayımlanan bu yazılarda içerikten estetiğe, eleştiriden övgüye kadar her şey vardı neredeyse.

Esasen film hakkında söylenmedik hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum. Ne ki filmin gişe rakamlarını son kontrol ettiğimde -şahsen- üzücü bulduğum bir rakamla karşılaştım. Vizyona girişinin 7. haftasında 950 bin civarında izleyici rakamına ulaşmış Hür Adam.

Bazı hayal kırıklıkları, beklentinin yüksekliği ile doğru orantılı oluyor. Belki de bu nedenle hiç de fena olmayan bu rakam beni üzdü. Gelin görün ki, bu durum hakkında son bir tahlil yapma zarureti de doğurdu. Hür Adam filmi yapımcısından senaristlerine, seyircisinden biz yazar-çizer takımına kadar birçok kesime bir şeyler de anlatmış olmalı.

Sanırım daha önce de belirttim, çok riskli bir alanda önemli bir sanat eseri vermeye çalışmış Mehmet Tanrısever. Cesareti ve fedakârlığından dolayı tebrik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tanrısever’i yakından tanıyan biri olarak, samimiyetinin boyutunu bildiğim için mevcut tablonun en çok da onu üzdüğünü tahmin edebiliyorum.

Ne var ki birtakım hakikatleri de hatırlatmak boynumuzun borcudur…

Böylesi zor bir konuda (hem biyografi, hem mühim bir din alimi hakkında) film çekmek eleştirilere baştan hazırlıklı olmak anlamına gelmeli. Ki filmin vizyonundan önce başlayan tartışmalar da bunu gösterdi zaten. Öyle enteresan bir durum ortaya çıktı ki, bazen film bırakılıp kahramanını eleştirmek adına eser yerden yere vuruldu. Bazen, kahramanından dolayı film göklere çıkarıldı. Filmi eleştirenler, sanki Bediüzzaman’ı eleştiriyormuş gibi kınandığı da oldu, Bediüzzaman’dan dolayı objektif kriterleri çöpe atıp, ‘bu filmi nasıl eleştirirsin’ diyenler de çıktı…

Şimdi, biraz daha sakin kafayla değerlendirmek mümkün sanırım… Hemen alt alta sıralayalım:

Mehmet Tanrısever, böylesi bir dönemde, büyük paralar harcayarak böylesi bir filme imza attığı için tebrik edilmeli. Tencere üretmek yerine sanat üretme çabası takdire şayandır.

Bir film değerlendirirken, dışarıya atıf yapılmaz, filmin içindeki argümanlar ile yaklaşılır esere. Dolayısıyla yönetmenin tavır ve davranışları, filmin değerini düşürüp yükseltmemeliydi.

Ancak filmin değerine etki etmeyen bu hal ve tavırlar, ne yazık ki filmin gişesine etki edebilir ve kanaatimce Hür Adam filminin 2 milyon izleyiciye ulaşmamasının nedenlerinden biri yönetmeninin medyadaki tavırlarıydı.

Öte yandan bir filmi değerlendirirken biraz insaf ölçülerine ve çekildiği ülkenin kriterlerine de dikkat etmek gerekir, diye düşünmekteyim. Kutsal Damacana, Recep İvedik gibi filmlerin rağbet gördüğü bir ülkede Hür Adam, ödüllük bir filmdir. Ancak böylesi iddialı bir filmi yaparken de azami dikkat ve samimiyet gerekir. ‘Ben çektim, izleyin kardeşim’ tavrı hoş olmadığı gibi, biyografik bir filmde kahramanınızla gerçek kimliğinizle karşılaşmayı bir sahne olarak koymanız doğru değildir.

Vaktiyle TGRT’nin çektirdiği ‘evliya’ filmleriyle kıyasladığımızda Hür Adam, bir başyapıttır. Ancak 3 saate yakın süresi, derli toplu bir öykü anlatmaması, kolaj gibi duran eklektik yapısı da filmin az izlenmesinin başlıca nedenlerindendir.

“Çektim, izleyin kardeşim” tavrı ne kadar yanlışsa, insaf ölçülerini bir kenara bırakıp filmi baştan mahkûm etmek de o kadar yanlıştır bence. Doğrusu ve yanlışlarıyla, iyi ve kötü yönleriyle bir sinema eseridir nihayetinde Hür Adam. Başka bir yürekli insan çıkıp daha iyisini çekene kadar da ‘en iyisidir’.

Keşke bu tür filmler onlarca çekilse de, biz karşılaştırma imkânı bulsak. Umarım bu Hür Adam, yeni bir dönemin başlangıcı olur.

M. Nedim HAZAR / Zaman Gazetesi

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bu sorunun temelinde “zaman” ve “ezel” kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.

“Zaman”, mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde “olaylar zincirinin birbirini takip etmesi”, “mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi” gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

“Geçmiş, şu an ve gelecek” olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, “asır, sene, gün, dün, bugün, yarın…” ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel’e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde “geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk” yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman “devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an…” gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) “Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu.”(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk’ın ezelî olması demek, O’nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir” olan O Vâcib-ül Vücud’un“evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah’ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O’nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm’i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm’dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

Ezelde Allah vardı. O’nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk’a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O’nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O’na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O’na mahsustur.

Marifetullah’ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi’râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân’ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim… “(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise “Sen kendini sena ettiğin gibisin.” buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (4)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve “kün” emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah’ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

Dipnotlar:
—————————————
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.

(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.

(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da’avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu’l-Leyl 51, (3, 248-249)

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi’nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde “inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle “kün” emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu.”

Mehmet Kırkıncı

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Hata Yapanların Hayırlısı

İNSANIN bir sağı bir de solu vardır. Yaratılışta insan bu iki yanın ortasında dimdik durur. Bu duruş, insanın yaratılıştaki dengeli duruşudur. Bir yana meylederse dengesini bozmuş, normalini değiştirmiş demektir. Doğru bir yürüyüş beklenemez böyle dengesini bozmuş insandan… Onun için insanda esas olan duruş, hep ortadaki dimdik duruştur. Ancak dengeli durmayı esas alan insanın bazen ayağı kayabilir, dengesini bozabilir, hatta sürçüp düşebilir de… Böyle düşüşlerde mühim olan, “Ben düştüm, artık ayağa kalkamam” demeyip hemen toparlanıp ayağa kalkmak, dengesini yine kurup yoluna devam etmektir… Bu takdirde düşmenin sonucunda fazla tehlike de yoktur. Kalkıp yoluna devam etmek söz konusudur çünkü…

Tehlike nerede? Tehlike şuradadır: “Eyvah, ben dengemi kaybedip düştüm, ayağa kalkmam imkânsız, hatta benden istikametli adam olmaz artık..” diye vesveseye kapılarak hedefine doğru yürüme azmini kaybetmek!.. İşte tehlike burada…

Maalesef, günah sürçmelerinden sonra kapıldığı vesvesenin etkisinde kalarak dengesini bozup yoluna devam etme azim ve aşkını kaybedenler vardır. Halbuki Allah Resulü Efendimiz (SAV), sürçerek günah çukuruna düşenlerin tekrar dengelerini bulup yollarına devam etmelerini temin için şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar mutlaka hata yaparlar. Ancak hata yapanların hepsi de şerli insan değildir! Hata yapanların da hayırlısı vardır…”

“Kimdir hata yapanların hayırlısı ya Resulallah?” diye soranlara ise:

“Hatalarından sonra tövbe ederek aynı azim ve aşkla yollarına devam edenler!..” buyurmuştur Allah’ın Resulü.

Demek ki insan bazen bilmeden, bazen de nefsine uyarak hata yapabilir, bu her şeyin mahvolması mânâsına gelmez, ümidin kesilmesini gerektirmez. Çünkü hatasından dolayı pişmanlık duyup da dinî hayat ve İslâmî hizmetlerine yine devam edenler, Efendimiz (SAV)’in ifadesiyle, hata yapanların hayırlısıdırlar. Yeter ki, hatadan sonra ciddi şekilde üzüntü duyup pişmanlık hissetsin. Düştüğü yerde, benden adam olmaz artık, demeden kalkıp İslâmî hayatına ve hizmetine aynı azim ve aşkla devam etsin.

Bir adam, Hazreti Ali efendimize gelir:

“Ben yaptığım hatalarla mahvoldum, ne olacak halim?” diye ümitsiz şekilde sızlanır.

İmam-ı Ali efendimiz de:

“Mahvolacak zamana daha gelmedik, tövbe kapısı henüz kapanmamıştır, tövbe et, yoluna devam et,” der.

O ümitsiz adam:

“Benim günahım öylesine büyük ki, tövbe ile filan affa uğrayacak gibi değildir” der.

İmam-ı Ali efendimiz de:

“Hiç düşündün mü, senin günahın mı büyük, yoksa Rabb’imizin affı mı?” diye sorar.

Adam duraklar, düşünür,

“Elbette Rabb’imin rahmeti…” der.

Hazreti Ali efendimiz:

“Öyle ise..” der. “Rahmeti senin günahından büyük olan Rabb’imizin affından ümidini kesme de tövbe edip kıble istikametli yoluna devam et.”

Adam yine sorar: “Ne zamana kadar tövbe?..”

Cevap tek cümledir:

“Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar!..”

Demek ki, bazen sürçüp düşmek insanlığımızın icabıdır. Ancak düştüğü yerde ümitsizliğe kapılıp kalmak insanlığın icabı değil, şeytana tabi olmanın gereğidir. Çünkü şeytan da sürçüp düştüğü çukurda kalmayı tercih etti, “Rabb’imin rahmeti benim günahımdan büyüktür” demedi, öylece çukurda kaldı.. Ama Âdem babamız Rabb’imin rahmeti kulun yanlışından büyüktür, deyip ümidini kesmeden yoluna devam etti, Peygamberlik makamına layık görüldü.. Bütün bunlardan, şimdi sorabilir miyiz? “Nasılsınız, sürçme ve düşmelerden sonra hemen kalkıp kıble istikametli yolunuza devam etme azim ve aşkınız tamam mı? Yoksa vesvese hâlâ devam mı ediyor?” Unutmayın, vesvesede hayır olsaydı şeytanı kurtarırdı.

Ahmet Şahin / Zaman