Etiket arşivi: zekat

Hayırseverlere Akçakale’den Son Haberler

Son bir kaç haftadır Akçakale Mülteci Kampı’na, sınır kapısına ve Akçakale içerisindeki durumlara hemhâlız.

Son durumu değerlendirmek üzere Şanlıurfa’daki STK’larca oluşturulan platformda; alınan kararlar gereğince özetleyecek olursak; son bir hafta içinde Suriye’den Akçakale’ye giriş yapan muhacir sayısı on bini aşmış durumda! Bu insanlar sokaklarda caddelerde, boş, sadece beton evlerde yiyecek, içecek, giyecek olmadan bu kış mevsiminde hayatta kalma mücadelesi vermekteler. Bizzat kendimiz Şanlıurfa’da topladığımız yardımlarla gidip müşahede ettiğimiz kadarıyla; evlere giriyorsunuz bomboş bir ev, içeride 4 aile 25-30 mevcut çoluk-çocuk yemeye içmeye muhtaç, yatmaya üstlerine bir battaniye dahi yok!

Her yerde manzara aynı şekilde… Sürekli top-tüfek sesleri, az ilerinize düşen bomba sesleri… Şuan bu kardeşlerimizin en çok elzem derecede ihtiyacı battaniye ve hayatta kalabilmek için geçen senede yaptığımız gibi bozulmayan pişirme gerektirmeyen helva, ekmek, çocuklar için süt, çocuk bezi gibi ihtiyaçlar olsa çok makbul olacağı kanaatindeyiz. Bu hafta sonu Çare Yardımlaşma ve Kalkınma Derneği bölgedeki misafirlerimize yardımlar ulaştırdı. Mülteciler ülkeleri ve kendilerine yardım eden hayırseverler için dua ediyorlar. Çare Derneği Suriye ekibi olarak hayırseverlerin zekât, sadaka, öşür gibi himmetlerini bu insanlardan esirgememelerini rica ediyoruz.

ÇARE DERNEĞİ SURİYE EKİBİ

Çare Derneği’ne mülteci kardeşlerimiz için ulaştıracağınız yardımlar için;

https://www.care.org.tr/?p=content&cl=bagis&l=bagis_yap

Bediüzzaman’ın Ferağatı (Şiir)

Said Nursi Hazretleri acayip bir insandı

Ona meziyeti veren göğsündeki imandı

 

Lezzetlerden mahrum kaldı bütün ömrü boyunca

Doğru dürüst bir yiyecek yiyemedi doyunca

 

Maişet ve kıyafeti temiz ve sade idi

Tevekkül ve kanaati harikulade idi

bediuzzaman.in.feragati

 

 

 

 

 

 

 

İffet ve nezaketini hep muhafaza eder

Olumsuz bütün şeylerden kendini uzak eder

 

Dünyaya zerre miktarı meyil muhabbet etmez

Zekât ve hediyeleri katiyen kabul etmez

 

Gayet mütevazı olup şöhretten sakınırdı

Az söylemek âdetiydi gıybetten kaçınırdı

 

Bir nur-u vakar mevcuttu mübarek yüzlerinde

Muhabbet ve hikmet vardı o veciz sözlerinde

 

Mübarek vakitlerini katiyen boş geçirmez

Taharete önem verir asla abdestsiz gezmez

 

Nefsindeki en’aniyet gurur putunu kırmış

Tabiatperest putları dahi taru-mar etmiş

 

Maddi manevi menfaat hissiyat karışmadan

Kuran-ı tefsir etmiş ve O’na olmuş tercüman

 

Yeni yetişen nesiller böylesine muhtaçtır

İmanın hâlası için zaruri ihtiyaçtır

 

Üstad hayatı boyunca bir yuva kuramadı

Bunu düşünmeye vakit ve fırsat bulamadı

 

Fakat Allah kendisine çok şeyler ihsan etti

Bu dünyada manen O’na büyük mutluluk verdi

 

Dünyada hangi babanın bu kadar evladı var

Cismi yorgun ruhu ise mesut ve de bahtiyar

 

Ve hangi Üstad bu kadar talebe yetiştirmiş

İman kurtarma adına zirvelere erişmiş

 

Dünyamız devam ettikçe bu nurlar hep kalacak

Ebediyetlere kadar sel halinde akacak

 

Çünkü bu ilahi dava ta zirveye varacak

Bu nur Kuran’dan doğmuş ve Kuran’la yaşayacak

 

Bu yolun neticesinde hapis sürgün olsa da

Bin zulüm ve işkenceler zehirlenme olsa da

 

Rabbim! O ne büyük iman o ne boğulmaz bir ses

Ve işkencelere rağmen nasıl kısılmaz nefes

 

Semalardan daha yüksek denizlerden de derin

Bütün ulema içinde başkadır Sen’in yerin

 

O ne bitmez ve tükenmez o ne çelik irade

Kendini bu yola vermiş her şeyiyle amade

 

Harikalar harikası mübarek şahsiyettir

İnsanlığa verdiği ders sebat ve metanettir

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Her Ay Maaşın Yüzde İki Buçuğunu Ver!

Uzun yıllar İslam’ın hakkıyla yaşanması için çalışan ve bu yolda sayısız talebe yetiştiren merhum Mahir İz Hoca’nın talebesi Prof. Dr. Mustafa Uzun’un naklettiği bir hatırası bu konuda gerçekten bir yol gösterici olarak karşımıza çıkıyor:

Prof. Uzun, Diyanet İşleri’nde göreve başladığı gün hocası Mahir İz şöyle der: “İlk maaşını alır almaz harcamadan bana gel.” O da, üzerinde hayli emeği bulunan hocasının tavsiyesine uyarak maaş aldığı gün gider. Maaşı Mahir İz Hoca’nın önüne koyar. Hoca, “Bir hesap et bakalım, maaşının yüzde iki buçuğu ne ediyor?” der.

Hocasının neden böyle yaptığını anlayamaz ama dediğini de yapar ve yüzde iki buçuğunu ayırır. Hoca sorar:
“Ayırdın mı?”
“Ayırdım.”

“Hah” der. “Şimdi oldu işte. Bu yüzde iki buçuk, senin maaşının zekâtıdır. Her ay maaşını alır almaz yüzde iki buçuğunu hesapla ve bekletmeden bir fakire, muhtaca ver.”
“Hocam” der öğrencisi. “Benim zekâtım olmaz ki… Etim ne, budum ne benim? Hem ayrıca, nisab-ı şer’î (zekât vermenin farz olması için gerekli olan zenginlik sınırı) ve hevelân-ı havl (zekâtı verilecek malın üzerinden bir yılın geçmesi) diye bir takım ölçüler var zekâtta Hocam, biliyorsunuz. Ben bunların hiçbirine sahip değilim.”

Talebesinin bilgelik tasladığını görünce Mahir Hoca dayanamaz:
“Evladım, sen memur adamsın, ayın birinde maaşını alırsın, on beşinden sonra paran biter. Eğer sen nisâb-ı şer’î ve hevelân-ı havl’ı kollar durursan, belki ömrün boyunca hiç zekât veremezsin. Memleketimizde çok muhtaç insan var. Onların nisâb-ı şer’î ve hevelân-ı havl beklemeye tahammülleri yok. Ayrıca, bekletirsen, sen zaten veremeyeceksin. Onun için, elini zekâta, hayır ve hasenata ilk maaştan itibaren alıştırmaya bak!”

Hayatı boyunca hocasının nasihatini yerine getiren Prof. Dr. Mustafa Uzun, yıllar sonra o günü şöyle anlatır:
“O gün öyle biraz ıkındım sıkındım ama, o tarihten bu yana, her ay maaşımın yüzde iki buçuğunu fakir hakkı olarak verdim. Hem vicdanen rahat ettim, hem de veren kişi olmanın zevkini tattım. Bu durum bana meslek hayatımda –ki o zaman imamdım- çok üstün bir pozisyon kazandırdı. Alan imam değil, veren imam olmak beni daha bir başı dik, alnı açık hale getirdi.”

Gazeteleri zekât vermek için okurdu
Hayatında emekli maaşından ve yazdığı birkaç kitap ve makalenin telif ücretinden başka bir geliri olmayan Mahir İz Hoca’nın yaşantısını görenler, anlatılanlara göre, servet sahibi bir zengin sanırlarmış. Öğrencilerinin aktardığına göre, maaşını muhasebeden alır almaz, odacıya, çaycıya ve talebelerine yüzde iki buçuğunu, yani zekâtını dağıtır, maaşının geri kalan kısmının bereketiyle de ağalar gibi yaşarmış. Zekât denilince altın ve gümüş üzerinden matematik hesaplamaların dışında bir şey düşünemeyen insanlara, Kur’ân’ın yardımlaşma ruhunu anlatır ve yaşatırmış.

Öğrencisi Prof. Osman Öztürk, Mahir Hocanın gazeteleri bile zekât vermek için takip ettiğini söylüyor:
“Hocanın yardım dairesi o kadar genişti ki, gazetelerden öğrendiği muhtaç insanlara bile havaleyle bir şeyler gönderirdi.”

“Başkası açlıktan ölse bana ne!”
İslam’ın dört temel ibadetinden biri olan ve Kur’an-ı Kerim’in 27 yerinde dinin direği namazla birlikte anılarak, Müslüman’ın en önemli iki görevinden biri olarak tanımlanan zekâtın bugün bir müessese olarak dünyada ve ülkemizde yeteri kadar yaygınlaşmamasının en büyük sebebi vahşi kapitalizmin mevcudiyetidir.

Prof. Akyüz’ün bahsettiği “zekât yetmiyorsa sadaka mecburi olur” hükmü herhalde bugün için söylenmiş bir ifade olmalı. Zira inanan insanların verdiği zekât ülkemizdeki yoksulluğu önleme yolunda neredeyse denizde damla durumuna düşüyor.

Zekât ve Sadaka Mevsimi “Ramazan”

 Fıtır sadakası, vacib hükmünde bir sadaka türüdür.

Bu sadaka, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken bir sadakadır.

Buna kısaca, “fitre” denir ki, fıtrat sadakası, yani “sevap için verilen yaratılış atıyyesi(hediyesi)” anlamına gelir.

Abdullah b. Abbas(r.anhümâ)’dan yapılan rivâyete göre Rasûlullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak, oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77)

 

Zekât, Allah rızası için yapılan yardım nevi’leri veya verilen şey;

Sadaka ise insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında fıkıh terimleridir.

Zekâta, mü’minlerin Allah’ın emirlerine uymadaki sadakat­larini gösterdiği için “sadaka” da denilmiştir. Çoğulu sadakât’tır.

Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması. (İslam Ansiklopedisi)

 

Farz olan zekâtla, vacib olan fitre miktarları belirli bulunan sadakalardır.

Birincisinde nisab’a mâlik olduktan sonra bir yıl geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisaba malik olmak şarttır. Bunların dışında, sıkıntı ve zarûret içinde bulunan müslümana ihtiyacını giderecek öl­çüde yardım etmeyi bildiren bir sadaka daha vardır ki; bunun miktarı, sıkıntıyı giderecek ölçüye göre ortaya çıkar.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Fakat iyi olan, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, malını sevmesine rağmen hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dile­nenlere ve köle azadına veren, namaz kılan ve zekât verendir” (el-Bakara, 2/ 177)

Burada Cenab-ı Hak, miktarı belli olan zekâtla birlikte yakınlara, yetim ve düşkünlere yapılacak malî bir yardımdan da söz etmiştir ki; bunun şart ve miktarını sıkıntıda olan yoksulun hali belirler.

 

Sadaka, musibet ve belaları def’ eder.

Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki: “Ba’zan belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”

Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki: “Mukadderat, ba’zı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki ba’zı şerâitle mu­kayyed bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi Levh-i Ezelî’nin bir nevi defteri hükmünde olan LEVH-İ MAHV, İSBAT’ta mukadder olarak yazılmıştır.” (Lem’alar, 16.Lem’a)

Mevzu ile alakalı Efendimizden(s.a.v) rivayet edilen bazı Hadis-i Şerifler:

“Keder ve gamları sadaka ile önleyiniz. Allah size isabet edecek zorlukları engeller. Düşmanlarınıza karşı size yardım eder. Kötü anlarınızda ayaklarınızı kaydırmaz.” (Deylemi)

“Sadaka, Allah’ın öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.” (Tirmizi, Zekat 28)

 

Sadakaları gizli ve aşikâr vermek mümkündür.

Fakat gizlice vermek daha güzel, daha faziletlidir.

İhtiyaç sahiplerine sadaka veya zekat vermek suretiyle bir yardımda bulunulacağı za­man; sağ elinin verdiğini, sol elinin bilemeyeceği kadar gizlice, hiç kimseye sezdirmeden bu vazifeyi gerçekleştirmek, faziletli bir davranıştır.

Kur’an-ı Kerimde yüce Rabbimiz(c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer sadakaları(zekat ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne güzel! Fakat gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahların bir kısmına da kefaret olur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” ( Bakara 2/271)

Ümmü Seleme(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yapılan iyi işler insanı kötülüğe düşmekten korur. Gizlice sadaka vermek Allah’ın gazabını söndürür ve Sıla-i rahim(akrabayı gözetmek) ömrü uzatır. Her iyilik sadakadır. Dünyada iyilik sahipleri âhirette de iyiliğe mazhar olurlar. Dünyada kötülük yapanlar âhirette de kötülükle karşılaşırlar. Cennete ilk girecekler iyilik yapanlardır.”

Başka bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Allah Teala yedi insanı Arşın gölgesinde barındıracaktır. Bunlardan biri de, sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği kadar sadakayı gizli veren kimsedir.” (Buhari, Ezan 36, Zekat 16; Müslim, Zekat 91)

Sadakanın en kıymetli, en iyi, en temiz ve en sevilen maldan verilmesi çok faziletli olmakla birlikte, bir mü’minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur.

Kur’ân-ı Kerim’de Al-i İmran suresinde mealen; “Siz sevdiğiniz mallardan infâk etme­dikçe iyilik ve taate nail olamazsınız” buyurulur. (Âl-i İmrân, 192)

Bu âyet inince Ebû Talha(r.a), Rasûlüllah(s.a.s)’e gelerek şöyle dedi: “Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah’ın elçisi; onu istediğin yere sarfet!” Bunun üzerine Hz. Peygamber(s.a.v), bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına(akrabalarına) vakfetmesini bildirdi. (Müslim, Zekât 42, 43)

Bazı ibadet ve taatların, ölen bir kimse adına yapılması mümkün ve caizdir.

Bunların sevabı ölüye ulaşır. Bu meyanda, meyyit nâmına verilen sadakalar başta gelir.

Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapma­sıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.

Hz. Enes (r.a) Rasûlullaha(s.a.s); “Biz ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?” diye sormuş, Allah elçisi(s.a.v) şöyle cevap vermiştir: “Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler.” (Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V 366)

 

Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir.

Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır.” (Müslim, Zekât, 38; Tirmizi, Birr, 42)

Yine Rasûlüllah(s.a.s) “Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir.” (Müslim, Zekât, 39)

Bu hadislerde zikredilen aile fertlerinden maksat; bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.

Zekat Ne Zaman Ödenir?

Fakihler şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal (fevrî) yani sene biter bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu borcun ödenmesini -özürsüz olarak- geriye bırakmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş bu olduğu gibi, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’in görüşü de bu yöndedir.

İslâm’da prensip olarak ibadetler hemen yerine getirilmesi istenen bir husustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, “Hayırlar(ı işlemede) yarış yapınız” (Âl-i İmrân 3/133) buyurur. Bütün hayır işlerinde acele etmek övüldüğüne göre, malda gerçekleşen fakir hakkının bir an önce hak sahiplerine ödenmesi de övülmeye değer bir iştir.

Altın, gümüş ve parada, ticaret malları ve hayvanlarda zekât, bir kamerî yılın tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât her senede bir defaya mahsus olmak üzere ödenir.

Toprak ürünlerinden zekât, senede kaç kere ürün alınırsa o kadar verilir. Yani bir araziden bir senede iki kere mahsul alan kişi iki kere zekât verir.

Toprak ürünlerinde zekâtın vücûb vakti konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte ağırlıklı görüş, bunun hasat esnasında olduğu yönündedir. Bununla birlikte olgunlaşmaya başladığı andan itibaren takriben hesaplanıp verilebileceği gibi, hasattan kısa bir müddet sonra vermek de mümkündür. Toprak ürünleri hasattan sonra sahibinin kusuru olmaksızın helâk olsa veya çalınsa zekâtı düşer. Bu tarihleme meyveler için de geçerlidir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler madenlerde zekâtın, nisab miktarı maden istihsal edilmesiyle, Hanefî ve Hanbelîler de balda zekâtın, nisab miktarı bal elde edilmesiyle vâcip olacağı görüşündedir. Ancak toprak ürünlerinden zekât, ekinler sürülmeden, meyveler de toplanmadan alınmaz.

Görüldüğü gibi toprak ürünlerinden zekât tahsili güneş takvim sistemine göre“hasat zamanı”; hububat harmanlanıp sapından çıkarılınca, meyveler toplanınca yapılmaktadır. Madenlerin de elde edilince zekâtı ödenmektedir. Bunların dışındaki mallar; altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlar ise üzerinden bir kamerî yıl geçmekle zekâta tâbi olmaktadır. Acaba bu ikinci grup malların zekât borçlarını mükellef isterse sene dolmadan da verebilir mi? Veya bunun aksi olarak zekât borcu ertesi yıla tehir edilebilir mi?

Hz. Ali’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, amcası Abbas’ın zekâtını vaktinden önce ödeyip ödeyemeyeceğini sorması üzerine ona ödeyebileceğini söylemiş, Abbas da iki senelik zekât borcunu peşin ödemiştir (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 22, 37; İbn Mâce, “Zekât”, 7).

Fakihlerin çoğunluğu, bu uygulamadan hareketle, zekâtın vücûb sebebi nisab bulunduğu takdirde kişinin zekâtını vaktinden önce ödeyebileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.

İmam Mâlik ile Dâvûd ez-Zâhirî ise, mal ister nisaba ulaşsın ister ulaşmasın vaktinden önce zekâtının verilmesinin câiz olmadığı görüşündedir. Bu iki müctehide göre, sene geçme şartı (havl) nisab gibi zekâtın vücûb şartlarından olup, nasıl namaz vaktinden önce kılınmazsa zekât da vaktinden önce ödenemez.

Zekâtın zamanında ödenmesi, ihtiyaç sahiplerinin haklarını doğrudan ilgilendirdiğinden, mükellefin haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın zekât borcunu geciktirmesi doğru bulunmaz. Hatta fıkıh kitaplarında, zaruret olmaksızın zekâtı vaktinde ödemeyen kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği, onun bu fiiliyle tıpkı, istendiğinde emaneti sahibine iade etmeyen emanetçi konumunda olacağı ifade edilerek zekâtın vaktinde ödenmesinin önemi vurgulanmak istenmiştir.

İslâm’daki “kolaylaştırma” prensibine uyarak zekât borcunun mâkul bir süre geciktirilmesi câizdir. Meselâ zekâtın yerine ulaşmasını temin gayesiyle daha muhtaç fakirleri aramak, gurbette olan fakir akrabaya zekât göndermek veya zekât malına o anda mükellefin ihtiyacının bulunması, daha sonra borcunu ödemesi halinde iktisadî bir sıkıntıdan kurtulmasının söz konusu olması gibi sebeplerle zekât borcunun ödenmesi bir süre geciktirilebilir. Ancak bu erteleme süresi içinde zekât mal telef olursa, tahakkuk eden zekât miktarını öder. Çünkü zekât borcu doğmuş, mükellef verme imkânına da kavuşmuş, ama herhangi bir sebeple ödemeyi geciktirmiştir.

Hz. Ömer’in, kıtlık yılında güç duruma düşen zekât mükelleflerinin zekât borçlarını ertesi yıla ertelediği rivayet edilir. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer’in bu uygulamasını esas alarak zekât borcunun ödenmesinde böyle bir ihtiyaçtan dolayı erteleme yapılabileceği görüşüne varmışlardır. Ancak Ahmed b. Hanbel ve bazı Mâlikî fakihleri ise durum ne olursa olsun zekât borcunun ertelenemeyeceği görüşündedir.

Öteden beri müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan ayında ödemeyi âdet haline getirmiş iseler de, zekâtın ödenmesi için tayin edilmiş bir gün veya ay yoktur. Aslolan, vücûb şartları gerçekleşince zekâtın ödenmesidir.

Bir malda zekât borcu doğduktan sonra, bu borç ödenmeden önce o malçalınmak, kaybolmak, gasbedilmek gibi yollarla helâk olsa; mükellef ister ödeme imkânına sahip olsun veya olmasın, Hanefîler’e göre zekât borcu düşer. Fakat bu malı bağış veya satış yoluyla tüketirse zekât borcu düşmez, zekâtını vermesi gerekir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre ise bu durumda zekât borcu düşmez. Mükellefin onu yeniden ödemesi gerekir. Ancak İmam Mâlik’e göre, telef olduklarında hayvanların zekâtı ödenmez.

Hanefîler, zekâtın mükellefin niyetiyle eda edilen ve niyâbet kabul etmeyen bir ibadet olduğunu ileri sürerek, mükellefin ölmesiyle zekât borcunun da düşeceğini söylemişlerdir. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte bir miktarından zekât borcu ödenir. Vasiyet etmemiş ise mal vârislerine intikal eder. Fakat, vârisleri ödeme mecburiyetinde değillerdir. Ama öderlerse bu nâfile bir sadaka yerine geçer. Çünkü zekât bir ibadettir. Her ibadet gibi niyetle eda edilir. Borçlunun ölmesi sebebiyle niyet olmadığından borç da düşer. Hanefîler zekât borcunu ödemeden ölen kimsenin, namazı, orucu terkederek ölen kimse gibi günahkâr ve borçlu olarak öldüğü ve geride kalanların onu bu borçtan kurtaramayacağı görüşündedirler.

Zekâtın niyete dayalı bir ibadet olma vasfından çok ihtiyaç sahiplerinin hakkını ilgilendiren yönünü ön planda tutan cumhura göre ise, zekât borcu mükellefin ölümü ile ortadan kalkmaz. Aksine ölen vasiyet etmese de terikesinden ödenir. Namaz ve oruç bedenî ibadetlerdir. Onların yerine getirilmesi için başkasını vekil tayin etmek mümkün değildir. Malî bir ibadet olan zekâtta ise vekâlet geçerlidir. Çocuk ve akıl hastasının mallarından velileri nasıl zekât ödemekle mükellefse ölenin vârisleri de onun zekât borcunu ödemekle sorumludur.

Diyanet İşleri Başkanlığı