Etiket arşivi: ziyaret

Cumhur Başkanı Erdoğan, Mehmet Kırkıncı Hocayı Ziyaret Etti

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini hayatta iken ziyaret etmiş 1928 yılında Erzurum merkez köylerinden Güllüce’de dünyaya gelen Mehmet Kırkıncı hocayı kalp rahatsızlığından dolayı yatmış olduğu Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesinde geçmiş olsun dileklerini sunmak üzere ziyaret etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan - Kırkıncı HocaSayın Erdoğan Kırkıncı hocanın sağlık durumu hakkında doktorlardan bilgi aldıktan sonra hastaneden ayrıldı.

*********************

Kırıncı Hocanın Said Nursi hazretleri ile olan görüşmesi ;
 
Yine camiye giderek ikindi namazını kıldık. Sonra Rüştü Efendi bizi bir kenara çekerek:
 
“Aman dikkat edin. Bizi takip edebilirler. Üstadımız göz hapsinde tutuluyor. Beni uzaktan takip edin. Polisler Üstad’ı ziyarete gittiğinizi anlarlarsa, tutup sizi karakola götürürler, sıkıntı verirler.” dedi.
 
Namazdan sonra Üstadı ziyaret etmek üzere yola koyulduk. Rüştü Ağabey önde gidiyor, biz de arkasından onu takip ediyorduk. Ana caddeden sokaklara daldık. Sanki ayaklarımızın ucuna basa basa yürüyorduk. Kıvrım kıvrım sokaklar bitmek tükenmek bilmiyordu. Rüştü Ağabey, önce biraz güneye gidiyor, birkaç sokak geçiyor, sonra batıya doğru çark ediyor, biraz yürüdükten sonra bu defa doğuya dönüyor, hızla yola koyuluyordu. Yaptığı şey ustaca bir taktik, bir şaşırtmacadan ibaretti. Bunu anlamıştık.
 
Rüştü Ağabey bir evin önünde durdu, bize bir baş işareti yaptı ve kapıyı çaldı. Adımlarımızı yavaşlattık. O kapı açılır açılmaz içeri daldı. Biz vardığımızda aralık bırakılan kapıdan kendimizi hemen içeri attık ve bizi beklemekte olan Rüştü Ağabey ile birlikte bir merdiveni tırmandık. Merdiven başında, bizi gür kaşlı, heybetli biri karşıladı. Rüştü Ağabey bizi tanıştırdı. Bu zat, gıyaben çok iyi bildiğimiz meşhur Tahir Ağabey’di. Siyah kaşları aşağıya doğru sarkıktı. Heybetli ve celadetliydi. Bir o kadar da tevazu ve mahviyet sahibiydi. Fevkalade edepliydi. Celal ve cemal, sanki onda birlikte tecelli etmişti. Ankara’dan getirdiğimiz formayı kendisine takdim ettim. Formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyecanlanıp sıkılarak huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad’a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur’u anlama ve son nefesime kadar ona ihlas ve sadakatle hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum. Tahir Ağabey, elinde forma ve mektupla Üstad’ın odasına girdi. Birkaç dakika sonra geri döndü. Bizi bir salona aldı ve “Üstad’a söyledim, sizinle görüşmeyi kabul etti. Biraz bekleyin kendisi teşrif edecekler.” dedi.
 
Beklemeye koyulduk. Salon oldukça sadeydi. Yere serilen kilimler, tahta zemini tam örtememişti. Duvarın dibinde bir tahta sedirden başka oturulabilecek bir eşya göze çarpmıyordu. Fakat bu mütevazi odada insana huzur ve ferahlık veren ve sultan saraylarında bile emsali bulunmayan bir deruni hava vardı. Yorgunluklarımı, endişelerimi ve bütün sıkıntılarımı unutmuştum. Şimdi, hayatımın en bahtiyar ve nurani, en huzurlu bir anındaydım. Kalbim büyük bir heyecan ve helecanla atıyordu. Böyle mesut bir halet-i ruhiye içerisindeyken, kapı hafifçe aralandı ve mavera-i ufuktan gönlümün semasına bir bedr-i münir doğdu. İşte Bediüzzaman Hazretleri salona teşrif buyurmuştu. Bugüne kadar siması, boyu posu hususunda duyduklarıma denk düşmüştü. Asırların beklediği bu muhteşem insan işte gözümün önünde idi. Bir başka dünyada gibiydim. Ruhumun halini kelam anlatamazdı.
 
Ayağa fırladık. Elini öptük. Tebessümle taltif buyurdu ve “Hoş geldiniz.” dedi. Oturduk. Mektubu, okuması için Tahir Ağabey’e verdi. Tahir Ağabey mektubu açarken, Üstadımız Erzurum’a Cihan Harbi’nden önce geldiğini, Kurşunlu Camii Medresesinde bir ay kadar kaldığını, alimlerle sohbetlerde bulunduğunu anlattı. Daha sonra, Tahiri Ağabey mektubumu Üstad’a okudu. Üstadımız mütebessimane dinlediler ve duada bulundular.
 
Daha sonra, üstadımız Ankara’dan getirdiğimiz formayı sayfa sayfa çevirmeye başladı. O anki süruru, memnuniyeti, tavsife sığacak gibi değildi. Forma, onun için bir zafer sancağı gibiydi. Seksen küsür senelik bereketli bir ömrün harika meyvesini seyretmenin neşesini yaşıyordu. Bize dönerek:
 
“Risale-i Nur, çok yakın bir zamanda başlara taç olacaktır. Öyle zaman gelecek ki, satırı altınla satılacaktır. Radyo lisaniyle, bütün dünyaya neşrolunacaktır.” diye beşaretlerde bulundu.
 
Daha sonra, Risale-i Nur’u okumanın ehemmiyeti üzerinde çok tahşidat yaptı. Nazarları daima eserlere tevcih ettiriyordu. “Uzaklardan buraya kadar gelmenize hiç lüzum yok. Risale-i Nur’u okuyan benimle görüşmüş ve benden ders almış gibidir. Sizler buraya gelince ben minnet altında kalıyorum. lazım geliyor ki, sizlerin hiç olmazsa yol paralarınızı vereyim” dedi.
 
Üstad’ı hem büyük bir dikkatle dinliyor, hem de kendisini hayran hayran seyrediyordum. Konuşurken sağ elini yer yer sol dizine hafifçe vuruyordu. Her hareketi bir zarafet ve nezaket içindeydi. Tecessüm etmiş bir nur gibiydi. Sanki, insanları tenvir için alem-i Nur’dan ruy-i zemine inmiş bir cism-i latif idi. Mübarek çehrelerinden tecelli eden letafet nurunu görünce basiretim öyle açıldı ki, hissiyatım üzerine çöken gaflet bulutları birden bire zail oldu. Üstad’a dikkatle baktım. Sermedi bir nur ile tenevvür eden bu çehrede cihanı tenvir edecek bir güç, bir kuvve-i kudsiye açıkça hissediliyordu. O anda, vücuduma bir hiffet, ruhuma bir inşirah, idrakime bir intibah geldi.
 
Yaşlı olmasına rağmen bir delikanlı kadar zindeydi. Kendinde yorgunluktan hiçbir eser görünmüyordu. Rengi hafif pembeydi. Boyu, ortanın üstündeydi. Zarif bir endamı vardı. Başındaki sarık adeta bir saadet tacı, bir marifet sembolüydü.
 
Bu helaket ve felaket asrının, onun yaşlanmış omuzlarına yüklediği, onca ıstırap ve meşakkat, belini bükmemiş, endamını eğememişti. Dudaklarında tatlı bir tebessüm, gözlerinde şefkat pırıltıları vardı. Kaşlarında ise, heybetli bir celadet hakimdi. Ensesinde ve şakaklarında aşağı doğru dökülen gür ve beyaz saçları dikkatimi çekti.
 
Onun bir asra yakın çektiği çileler, ıstıraplar ve meşakkatler vücudundaki mevzun insicamı zedeleyememiş, sadece saçlarını ağartmıştı.
 
Formayı bir diğer talebesine uzatarak:
 
“Zübeyr, oku!” diye emretti. Zübeyr Ağabey, Üstad’ın uzattığı formayı büyük bir edeble aldı ve okumaya başladı.
 
Zübeyr Ağabey’in, cümleleri, manalarıyla bütünleşen bir ahenkle okuyuşu, bende apayrı bir tesir uyandırdı. Büyük bir coşkunlukla okuyordu. Kelimeler sanki içinden kaynayarak dudaklarından dökülüyordu. Yüzünde bin bir mana iç içe parıldıyordu. Okurken, yer yer başını hafifçe kaldırıyor. Nazarlarını bizlere tevcih ediyordu. Bakışları temiz ve berraktı. Yeşilimsi gözlerinde ulvi manalar dolaşıyordu.
 
Zübeyir Ağabey formanın okumasını bitirince üstadımız bana dönerek; “Risale-i Nur burada okundukça Cenab-ı Hak Anadolu’ya gelen belaları kaldırıyor.” buyurdu. O zaman on beş yirmi vilayette az sayıda insan Risale-i Nur’u tanımıştı. İçimden: “Biz ne kadar Risale-i Nur okuyoruz ki, Anadolu’dan belaların kalkmasına vesile oluyoruz?” diye geçti. Üstadımız bir dağın yıkılışını gösterir gibi ellerini kaldırıp sağdan sola doğru götürerek biraz celalli bir eda ile ses tonunu da az yükselterek: “Burada Risale-i Nur okundukça Rusya’da küfr-ü mutlak dağlar gibi yıkılıyor.” dedi. Nitekim haber verdiği o günleri gördük.
 
Daha sonra, Üstad sanki ruhumuzu okuyarak bize müteveccihen okuttuğu şu önemli dersini hiç unutamıyorum:
 
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’mininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.”
 
Üstad kalktı ve bir nazar-ı tebessümle başımı okşayıp dua ederek taltif buyurdu. Selam vererek yanımızdan odasına doğru uzaklaşırken, maddi-manevi varlığımı da peşinden sürüklüyordu.
 
O geceyi Isparta’da geçirdik. Ertesi gün yola çıktık. Barla’ya uğrayacak, gece orada kalacak ve yolumuza devam edecektik. Barla’ya ayrılan yol kavşağında arabadan indik ve solumuzda, biraz içeride bulunan Barla nahiyesine doğru yürümeye başladık. Mahalleye girerken rastladığımız bir köylüye Üstad’ın Sıddık Süleyman ismindeki talebesini sorduk. Bizi onun evine götürdü. Vakit geç olduğu için hemen istirahata çekildik.
 
Ertesi sabah, camide namazımızı kıldık. Namazdan sonra, bir süre etrafta gezindik.
 
Köyün içinden geçerken rastladığımız herkes bize hoş-amedi ediyor, güler yüzle, tatlı sözlerle iltifatta bulunuyorlardı. Bunların bir kısmının da katılmasıyla, Üstad’ın eskiden kaldığı evin önüne geldiğimizde tam bir cemaat teşekkül etmişti.
 
Şimdi meşhur çınar ağacının altındaydık. Bu muhteşem ve yaşlı çınar ağacının dalları, yeşil yaprakları bahar rüzgarı altında titriyor ve sanki bir çeşit ihtilaç ve helecan duygusuyla çırpınıyordu. Balkonda dallar arasında bir merdiven uzanmıştı. Merdivenin sonu, itina ile oturtulmuş bir çardağa varıyordu. Bu çardak, sanki bir bülbül yuvasıydı. Köylüler bu çardağı işaretle:
 
“İşte oturduğu ve ekseri geceler tefekkür ve tezekkürünü yaptığı çardağı” dediler ve:
 
“Epeydir, hazinane zikir seslerine hasret kaldık. Artık seher vakitleri buradan geçerken, onun yanık zikir seslerini işitemez olduk.” diye ilave ettiler.
 
Ondaki asudelik, ondaki güzellik ve şirinlik ne saçaklı saraylarda, ne de mutantan köşklerde bulunabilirdi. Burası, adeta Cennet’ten bir köşeydi.
 
Sıddık Süleyman:
 
“Haydi, Üstad’ın evine, medreseye çıkalım.” dedi. Hep beraber medreseye çıktık, oturduk. Yerde, duvar diplerinde sıra sıra yayılmış minderler vardı. Bir köşede ufak bir teneke soba duruyordu. Duvarlar beyaza boyanmıştı. Oda gayet sade ve mütevaziyane döşenmişti. Burada insanı kendine çeken bir başka hava vardı. Medresenin her taşına sinen bu manevi havayla kendimi adeta bir nuristana girmiş gibi gördüm ve bir vecd içinde sanki kendimden geçtim.
 
Kaynak: RisaleAjans

Sevgi Şehri Boğazlıyan’a Selamlar

Yozgat ilimizin şirin ilçelerinden Boğazlıyan’a 2002’de memuriyet icabı tayinim çıkmıştı. Bu atamamdan dolayı üzülmüştüm. Bir sevkli ilahidir deyip, gittim göreve başladım. İki sene sonra, yani 2004’te tekrar Diyarbakır’a geri döndüm. Bugün yarın derken arada on sene geçtikten sonra, can dostlarımı ziyaret etmek ve bir sıla-i rahim yapmak üzere Boğazlıyan’a gittim.

Şehir merkezinde bulunan dört katlı okuma salonlarıyla, etüt odalarıyla, dayalı döşeli hizmete açık olan vakıf binası 28.11.2013 günü tüm haşmetiyle adeta bana hoşamedi ederek, sıcak bir karşılamayla beni kucakladığını hissettim. Daha sonra vakfın müdebbirlerinden Nedim Uysal kardeşimiz ve nesl-i atinin temsilcileri olan,  iman ve Kur’an hizmetine koşan talebe-i ulum kardeşlerimizle karşılaşınca,  Cenab-i Allah’ın bu lütfüne, ihsan ve ikramına karşı “haza min fedli rabbi” dedim, Bu vakıf binası var oldukça ve içinde İman, İslam ve Kur’an dersleri devam ettikçe inşallah Boğazlıyan halkı için bir sadaka-i cariye hükmünde olup,  belaların define vesile olacağı Allah’tan umut ediyorum.

Boğazlıyan’ın adı teberi tarihinde “ barış içinde yaşanan yer” anlamındadır. Kökü Türkçe bir kelimedir. Yani boğazına sarılan, kucaklayan ve birbirine kavuşan anlamıma gelir. İşte on sene sonra da olsa aziz dostlarımızla bizi bir araya getiren Boğazlıyan…

İsminden de anlaşıldığı üzere halkı hoş görü ve cana yakın insanlardır. Boğazlıyan nur cemaatinin ulu çınarı ve esnafından olan Necati Avcı ağabey, Zekeriya ve Fatih Bağcı kardeşlerimiz ile Sadettin Sağırkaya hocamızın sıcak davet ve ikramları makul ve unutulmaz anılardır.

Ayrıca, okuma programı için Kayseri’den Boğazlıyan vakıf binasına gelen hafız Abdulhay Durlanık, Murat Aras, Zeynel Koç ve küçük Saidler manasında imana- Kur’an’a hayatlarını vakfeden ve bu inanç altında hayatlarını yürüten sevgili genç kardeşlerimizin namaz arkasında yaptıkları tesbihatlerde, okudukları esma-i Hüsna ve Kur’an kıraati, akabinde  Kur’anın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’dan  dönerli okudukları imanı bahislerle cemaattin medar-i iftiharı olmuştur.

29.11.2011 günü esnaf ve resmi daire ziyaretleri yapıldı, bu arada vefat eden yakınların taziyelerine gidildi, akşam vakıfta yapılan umumi sohbete katılarak fedakâr öğretmen kardeşlerimizden Uğur, Hurşit, Gürbüz hoca, memur kardeşlerimizden ve oranın mukimlerinden Ömer Ayna hocamız ve daha isimlerini sayamadığım birçok yerli halkın katılımıyla oluşan kalabalığa Risale-i nurdan iman ve içtimai konularda sohbetler yapıldı, feyiz dolu sohbet ve konuşmalarla can dostların ilgi ve alakaları bir kez daha teyit edildi.

Keza, 30.11.2013 günü Süleyman Yakut kardeşimizin ikametimize verdiği iki vasıta ile Evliya Ahmet ağabeyin diyarı olan Sarıkaya ilçesine gittik. Kayseri’den okuma programı için gelen öğrencilerle sohbetler yapıldı. Sohbetten sonra, Evliya Ahmet ağabeyle koyu bir sohbete daldık. Dershanelerin kapatılması ve Risale-i nur’un sadeleştirilmesi ile alakalı bana bazı sorular sordu:

Seyahatimle ilgili bu yazıyı yazmamın biri de Evliya ağabeyin soruları neden olmuştur.

Evliya ağabey,  Hoca efendi diyor ki: “ Dershaneler doğru çalıştırılıyorsa hükümet destek verilmelidir. Yanlış çalıştırılıyorsa, o zaman yanlışı düzeltmelidir.”

Ne diyorsun? Evliya ağabeyin görüşünü bilmediğim için ona fikrimi beyan etmekten zorlandım. Evliya abi, bu konular siyasidir, karışmayalım. dedim.

Yani diyorsun ki: Hükümetin hikmetine karışmayalım.

Evet, dedim.

Evliya, ama hoca efendi doğru söylüyor değil mi?

Evet, abi.

Bir ara su-i zan ederek, Mehdi-i azamın görevlerinden olan siyasi kanadını bir eşhasa tevci edenler var. Acaba Evliya abi de “Cibili baba”lar gibi düşünenlerden mi, değil mi? Diye tereddüt ettim.

Gene, Evliya ağabey soruyor: Peki kardeşim sadeleştirmeye ne diyorsun?

Ağabeyim, iyice beni dinle: Risale-i nur’un hiçbir talebesi sadeleştirmeyi kabul etmiyor. Büyük bir hatadır, vazgeçmelidir. Niye? Desen: Risale-i nurlar, Kur’an’ın hakikatli ve manevi bir tefsiridir. Risale-i nurda ne kadar güzellikler varsa hepsi Kur’an’dan süzülüp gelmiştir. Onun için Risale-i nur sadeleştirilemez. Sadeleştirildiği zaman kelimelerin anlam ve manaları değişir, dedim.

Evliya abi: Vallahi bende bu görüşte olduğum için seninle hem fikirim. Bu arada Evliya ağabeyin fikrini de öğrenmiş oldum. Ama, tekrar tekrar bana ayni sözleri nakarat etmeye başladı.

Evliya: O zaman birinci sorumun cevabını aldım. Yani dershanelerin kapatılması bir nevi Risale-i nur’a yapılan taarruz ve hıyanetten dolayı bir tokattır, değil mi? Evet abi, diyerek Evliya Ahmet’le çok heyecanlı sohbetimiz tatlıya bağlandı.

1.12.2013 günü Menderes ve amcası oğlu Yalçın Aygülen kardeşimizin arabasıyla Çayıralan ilçesinde tertiplenen Risale-i Nur okuma programına katıldık. Sorgun, Yerköy, Doğankent, Sarıkaya vs. çevre ilçelerden de gelenler vardı, okuma programı akabinde meşveret yapıldı, hem özlem duyduğum ağabey ve kardeşlerle bir arada bulunduk, hem de feyiz almaya medar oldu. Boğazlıyan’a dönerken Uzunlu beldesi eski Belediye başkanı Abdullah Koç bizi ağırladı, onunla müsamaha ettikten sonra akşama doğru Boğazlıyan’a döndük.

Seyahatimin bir kısmını da Mersin’e ayırdım. Mersin’de de iki gün dost ve kardeşlerle, Boğazlıyan gibi merkez vakıf binasında bir araya gelerek manevi kardeşliğin ayrı bir sırrını ortaya koyup muhabbete vesile olmuştur.

Bu vesileyle tüm can dostlarıma selam ve binler teşekkür ve tebrikler…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

11.12.2013

www.NurNet.org

Sava Mezaristanına Bir Ziyaret

Barla ziyaretine niyet eden kardeşlerle önce bir Sav ziyareti yapalım dedik. Önü beyler arka tarafı hanımlara fıtri olarak tahsis edilmiş belediye otobüsüne binip sakin belde Sav’a geldik. Otobüs yokuş üzeri olan mahallelerden geçerken her ev, her dükkan geçmişe dair pek çok şey anlatıyordu. Köyün Kur’an kursundan çıkmış, başı yazmalı, şirin kız çocukları ve çarşaflı hanımları duraklardan biniyor, evine gelen de iniyordu. Çocuklara Risaleleri biliyor musunuz, okuyor musunuz diye sorduk. Evet, manasında gülümsediler.

Devrin en istibdatlı döneminde, Risale-i nuru yazmak için yıllarca evinden çıkmayan ağabey ve ablaların memleketi Sav. Burada yazı hizmeti çok inkişaf etmiş, hanım kardeşler medreselerde talim edip hizmetlerine devam ediyorlarmış. Genç mahiyetlerin böyle sahip çıktığını görmek insana çok umut veriyor, elhamdülillah. İneceğimiz durağı kaçırdığımız için otobüsle en tepeye kadar çıkıp sonra aşağı duraklara kadar etrafı seyrediyoruz. Zira fıtri bir hayatın emareleri var burada: yeşillikler içinde dar sokaklar, muhtelif hayvanatın ses ve kokuları bizi sarmalandığımız medeniyet battaniyesinden kurtarıp Cenab-ı Hakk’ın yarattığı hakiki aleme muhatab ediyor; şehirdeki sanal kimliklerden üstümüze yapışmış olan kışırlar o ses ve kokularla, hele ortadaki cılız akan derenin suyuyla yıkanıp gidiyor.. Burda fıtri bir akış var, sunilik, sahtelik pek yok. Köydeki sükunet, dinginlik, insanlardaki huzur bize de sirayet ediyor.

En son durak mezaristana en yakın olanmış, orada inip köprüyü geçince karşımıza çıkan ufak mezarlığı görüyoruz. Hatt-ı Kur’an’la, yeşil boyayla yazılmış taşlar belli ki nur talebelerinin mezarları, ruha çok güzel bir tesir bırakıyor; insan ölümden korkar ama burada hiç öyle olmuyor. Mezarları tablo seyreder gibi seyretmek istiyorsunuz. Buradan sonra asıl gideceğimiz, caminin arka avlusuna bakan mezaristana geçiyoruz. Burası adeta başka bir alem.. Sessiz, sukunetli ama sizinle konuşan bir alem. Rüzgar öyle estiriliyor ki, kulaklarınıza giren ses beyninizdeki tüm kirleri, isleri, pasları yıkıyor, sizi oradan alıp çok uzaklara götürüyor;  fani olduğunuzu, buranın da bir dar-ı fani olduğunu iliklerinize kadar çok latifane hissettiren bir rüzgar. Fena diyarından bekaya gidişin huzurunu hissediyorsunuz; biraz sonra başka bir alemde, başka bir insan gibi bakmaya başlıyorsunuz etrafa. Sadece biraz mezarların dibine oturup dua ederken rüzgarı dinleyin. Kendinizi oradaki şahs-ı maneviye bırakın..

Eski mezar taşları daha çok insana tesir ediyor, onlara selam veriyoruz, selamımızı alıyoruz. “Esselamu aleykum ya ehlel dünya! Ve aleykümüsselam ya ehlel ahiret!”  işte meselenin özeti, özü. Onlar şu dar-ı faniden bakiye geçti, biz ise müddetimizi doldurup gitmeyi bekliyoruz. Bazı mezarların mermer taşlarında yatanın hizmetine, kimliğine dair Risale-i nurdan bilgiler var. Bir insan için ne güzel bir kimlik kartı.. Asrın vekiline talebe olmuş, rahatını, hayatını feda edip her şeyiyle Kur’an’a çalışmış. Dünyanın her yerinden binlerle talebe kemal-i iştiyakla kabirlerine gelip dualar okuyorlar. Hayattayken böyle bir şeyi hiç düşünmediler, sadece Hakk’a, hakikate, mukaddesata hizmeti gaye bildiler, akıbet onların oldu..

Bu mezaristan da fazla büyük değil; bütün kabirlerin yanına gidip eski bir dostla görüşür gibi selam verip alıyoruz. Sarıklı, eski taştan kabirler çok cezp ediyor. Belki hakikati en açık onların dilinden anladığımız için bu sessiz hasbihal bitmesin istiyoruz. Duaları bitirince bir de ufak ders okuyalım diyoruz; 33 pencereden ilk 7 pencere okunuyor. Ne kadar açık anlatıyormuş meğer, bu ders böylemiymiş, diyebiliyoruz.

Otobüs saatine yetişmek için dersi bitirip vedalaşarak çıkıyoruz. Avludan çıkınca hemen bir çeşmecik var, suyu çok lezzetli, içebildiğimiz kadar içip durağa gidiyoruz. Çarşaflı bir kardeşimize selam verip oturuyoruz; dedeleriniz, nineleriz risaleleri yazmış mı diye sorunca, kızcağız tebessümle dedesi merhum Hasan Kurt amcanın yazdığını, ailesinin nur talebesi olduğunu söylüyor. Lahikalardaki hayatlar bize ne kadar yakınmış meğer. Uzakların yakın olduğunu bilmek, fark etmek insana çok iyi geliyor. Sava medresesinin kışırsız kabuksuz ihlaslı dersinden bir buçuk saate sığan kadarını alıp Isparta’ya geri dönüyoruz.

Cenab-ı Hakk Sav’lı ağabey ve ablalarımızın şefaatine mazhar etsin.

14.08.2013 / Isparta

Nabi

Bediüzzaman’ın doğduğu köye ziyaretçi akını!

Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Sait Nursi’nin hayata gözlerini açtığı Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyü, ziyaretçilerin akınına uğruyor. Yurdun ve dünyanın birçok yerinden yüzlerce kilometre yol kat edip Nurs’a gelenler, Bediüzzaman’a duydukları özlemi dile getiriyor. ‘Nurs köyüne hoş gediniz‘ tabelasıyla karşılanan ziyaretçiler, ilk olarak Üstad’ın yaşadığı iki odalı kerpiç evi ziyaret ediyor. Burada köyün ileri gelenlerinden Üstad’ın hayatını ve yaşantısını dinleyen ziyaretçiler, büyük alimin evinde misafir kalmanın mutluluğunu yaşıyor.

Evin bir kısmı restore edilse de büyük bölümü Üstad’ın yaşadığı dönemden izleri taşıyor. Ziyaretçiler daha sonra evin arka kısmında bulunan külliyeye geçerek burada dua ve ibadetlerini gerçekleştiriyor. Ardından da Nurs Camii ziyaret ediliyor. Üstadın yıllarca ibadet edip namaz kıldığı tek gözlü, taş ve topraktan yapılan caminin dar kapısından içeri girenler dualarını ettikten sonra buradan ayrılıyor. Son olarak Üstad’ın ailesinin mezarlarının bulunduğu kabristana geçen ziyaretçiler, Fatihalar okuyor.

Üstadın yaşadığı yerleri görmek için İstanbul’dan geldiğini belirten Cevat Aktaş, Bediüzzaman’ın yaşadığı yerleri görme fırsatı bulduğu için çok mutlu olduğunu ifade etti. Üstadı anlayabilmek için çektiği acıları bilmek ve yaşadığı yerleri görmek gerektiğini dile getiren Aktaş, ‘Üstad dinimiz için yıllarca uğraşlar verdi. Büyük acılar çekti ama yine de doğru yoldan ayrılmadı. Bizler bugün ülkenin en batısından çıkıp en doğusuna yani üstadın yaşadığı bu köye geldik.’ dedi.

Ziyaretçilerden Edip Cansever ise “Üstad herkes tarafından biliniyor ve seviliyor. Öyle ki sadece Türkiye’den değil dünyanın hemen hemen her ülkesinden her gün yüzlerce ziyaretçi geliyor. Bizler de ziyaret etmeye geldik.’ şeklinde konuştu.

Cihan

19-25 Mart 2012 Fas Ziyaret Programı Ve Davet

Muhterem ağabeyler ;

Malumu aliniz biladi arab meşveretlerinin ilki 2004 yılında fas rabatta yapıldı ve bu meşveretler gelenek haline geldi.

Her yıl şubat veya mart aylarında bir arab beldesinde olmak üzere ifa edilmeye devam ediyor.

Rabat-medine-cezayir-şam-kahire-mekke-sanaa dan sonra bu yıl fas ın agadir şehrinde 19-25 mart arası icra edilecektir.

Bu münasebetle bu yılki meşveret sonrası , muazzez üstadımız bediüzzaman said nursi hazretleri’nin dar-ı bekaya irtihalinin 42.sene-i devriyesi münasebetiyle anma paneli ile beraber agadir ve çevre illeri ziyaret programı düzenlenmiştir.

Bu müstesna programa bütün ağabey ve kardeşlerimiz davetlidir.

Not:son kayıt tarihi 20 şubat olup kapasitemiz 320 kişiyle sınırlıdır!

Türkiyeden kayıt için; salim nur : 05057733188

NurNetwork

ZİYARET PROGRAMI

-19 mart 07:25istanbul yeşilköy havalimanında chek-in.

-19 mart 09:55 istanbul yeşilköy havalimanından hareket.

-19 mart 13:00 casablancaya varış.

-19 mart casablanca gezisi ve akşam yemeği.konaklama marrakesh.

-20 mart marrakesh gezisi akşam yemeği ve konaklama marrakesh.

-21 mart marrakesh gezisi akşam yemeği ve konaklama marrakesh.

-22 mart terudent gezisi akşam yemeği ve konaklama agadir.

-23 mart bediüzzamanı anma toplantısı.akşam yemeği ve konaklama agadir.

-24 mart tiznit şehir gezisi ve akşam yemeği.konaklama marrakesh.

-25 mart 09:00marrakesh’den casablanca havalimanına hareket.

-25 mart 14:00 casablanca 5. Muhammed havalimanından istanbula hareket.

-25 mart 20:45 istanbul yeşilköy havalimanına varış.

 

seyahat ve konaklama ile ilgili açıklamalar :

*tüm konaklamalar temiz ve mütevazi sosyal tesislerde yapılacaktır.

* tesis daireleri iki oda bir salon şeklinde altı kişi bir dairede kalacak tarzda olacaktır.

* daireler bir oda tek kişilik,bir oda çift kişilik,salon üç kişilik tarzındadır.

* şehir ziyaretlerinde 6 kişilik 7 grup = 42 kişi bir otobüs şeklinde hareket edilecektir.

*katılım bedelikişi başı 550 eurodur.dahil olan hizmetler :

*istanbul-casablanca uçak bileti(thy),transferler,konaklamalar,akşam yemekleri.

* istanbul dışından (thy)uçak bağlantısı yapmak isteyenler 60 euro ödeyerek bağlantı yaptırabilirler.

* kayıt ve ödemeler için son gün 20 şubat tarihidir.

*istenen belgeler: pasaport (en az 6 ay geçerlilik süresi olmalı).