Etiket arşivi: zulüm

Ahiret iyileştirir

Haksızlığa maruz kalanın tek bir sorusu vardır:

Neden?

Ve bu tek kelime yeni yeni sorulara gebedir: Ben ne yaptım? Suçum neydi? Niye ben? Neden benim başıma geldi?

Bu doğurgan soru ontolojik bir kırılmanın, varoluşsal bir krizin tezahürüdür. Kişi bu soruyla yaşadığı haksızlıktan, maruz kaldığı zulümden bir “hayır ve iyilik” çıkmasını ummaktadır. Ahiret nazarı dikkate alınmadan bu soruların tatminkâr bir cevabı yoktur. Ontolojik kriz ancak baki ve ebedi bir hayat hattında çözüme kavuşabilir. Çünkü yaşadıklarımız sıra dışı düzeyde acı veren olaylar, haksızlıklar, zulümler bile olsa; hayır, çoğu zaman bu dünyadan ziyade ebedi âlemde insana verilir. İnsanın ebedi yurdu orasıdır. İnsan mükellef bir yemeği otobüs durağında yemez, yemek de istemez. Sağ salim ulaşacağı evinde yemek ister.

Dünya bir imtihan yeriyse, imtihan gereği insan haksızlığa, zulme maruz kalabilir. Zulme uğrama illa da kişinin bir suçu olduğu anlamına da gelmez. Zalimin kendi enesi, benliği, egosu, ilah edindiği heva ve hevesi dışında bir gerekçesi yoktur. Zalim, Mutlak Varlık’ın merhameti ve şefkatli olma buyruğunu çiğnemektedir. Kullarının her türlü hukukunu koruma vaadini yapan Mutlak Varlık, masumlardan biraz sabırlı olmalarını istemektedir. Ne de olsa hayat kısadır. Ölüm şuracıktadır.

Travmanın ahiret bağlamında çözümüne yine Said Nursi üzerinden devam edersek; kendisi “Pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde” tutuklanmıştır. “Büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde” hapsetmişlerdir onu. Der ki: “Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim.

Şartlar zordur. Haksız yere tutuklanıp zulme maruz kalmıştır. “Dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde,” çırpınmaktadır. Ama o sıkıntısına ve hiddetine yenilmez. Hz. Musa’nın asası gibi, her olaydan bir rahmet ve hayır çıkarmasını bilir. Çünkü yaşadıklarını ahiret bağlamına oturtur. Ebedi hayatı kazanmasına hizmet edecek her ne yaşıyorsa, iyidir, hayırlıdır, güzeldir, yaşamaya değerdir. Bu bir sıkıntı bile olsa. Bu bir zulme maruz kalma bile olsa.

Ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Ebedi bir hayat için dünyanın geçici gam ve kederlerinin lafı mı olur?

Daha önceki hapis hayatını düşünür. Orada mahpusların Risalelerden istifade ettiklerini, imanlarını kuvvetlendirdiklerini düşündükçe, mahpusluktan şikâyet etmek yerine binlerce şükür eder. Kalbine inkişaf eden hakikat ona der ki: “Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiye’deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek.

İnsanın var oluşunun anlamı dünyadaki fani saatleri ahretin ebedi ve baki saatlerine çevirmek değil midir zaten?

Kalbine inkişaf eden hakikat konuşmasını şöyle sürdürür: “Hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller.” Bilerek, kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, yine Allah’a havale eder. Mutlak Varlık’ın onlara vereceği ölümle; “ölümün i’dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler,” diyerek, yapılan haksızlıklarının karşılığını bulacaklarını düşünerek adalet ve hakkın yerini bulma arzusu tatmin olur. Bu bakış açısı onu zalimlere intikam duygusuyla yanıp tutuşmaktan alıkoyar. İntikam güçsüzlerin işidir. “İntikam soğuk yenir” diyenler, soğuk yemeğin bünyeye zarar verdiğini unutur. Kişiliği kuvvetli olanlar haksızlığa haksızlıkla karşılık verme acziyle, mazlumken zalim konumuna düşmezler.

Mutlak Varlık, varlıklara yapılan zulümleri bilir ve görür. O mağdurun, masumun vekilidir, dostudur, yardımcısıdır. Nursi, bunun derinden farkındadır. Yaşadıklarını ahiret bağlamında değerlendirmeyi şöyle sürdürür: “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!’ diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle ‘Elhamdülillah’ dedim.

Son cümle çarpıcıdır. Bu insan, zulme maruz kalmaya bütün kuvvetiyle Elhamdülillah demektedir. Çünkü yaşadığı travmayı ahiret bağlamında ele almış, dünyanın fani saatlerinin zulüm yoluyla ebedileştiği hakikatine mazhar olmuştur.

Başka bir metinde benzer bir yaklaşımla acılarına şifa bulur Nursi. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, çoluk çocuğa, masumlara yapılan zulümlere, haksızlıklara şahit olmuştur. Bundan büyük bir elem ve azap çeker. Sonra yine kalbinde bir hakikat hissi uyanır. Öldürülen masum insanların şehit olup veli olduklarını; dünyadaki fani hayatlarının ebedi bir hayata dönüştüğünü; zayi olmuş mal ve mülklerinin baki ahiret mallarına dönüştüğünü düşünerek büyük bir teselli bulur. Hatta öyle ki, eğer haksızlığa uğrayan mazlum bir inkâr ehli bile olsa, “âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden” mükâfata mazhar olacaklarını belirtir.

Said Nursi, ister mümin, ister inkâr ehli, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe maruz kalanların; gaybın penceresi açılsa; mazhar olacakları rahmeti görebilseler, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerine kati bir surette kanaat getirir. “Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum” diyerek, sadece zulme maruz kalmanın değil, zulme şahitlik etmenin derin travmatik tesirinden ahirete imanla şifa bulur.

Ahireti nazara almadan dünya zalim bir yere dönüşür. Kötülüğün anlamsız dili hayata egemen olur. Yaşadığımız haksızlıklar karşısında hissettiğimiz kırılganlık, üzüntü, keder, kızgınlık, öfke, kin ve nefret ahiret bağlamına oturtulmadan ele alındığında tam tamına çözümlenemez. Zulmün büyüklüğü, kimi zaman dünyevi adaletin terazisinin hiçbir kefesine sığmaz. Ve mağdurun içinde açılmış o yaraya hiçbir dünyevi hüküm merhem olamaz. Eller kollar bağlanır ve hep bir şey, eksik kalır.

Her türden kötülüğe maruz kalmış kalpleri, ancak ahiret iyileştirir.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Kabağın Sahibi !

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir.

Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.

Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden  de arınması gereklidir.. .

Saç, sakal, bıyık, kaş, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.

 – Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya baslar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.

Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

– Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş.

Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:

 ‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.

Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.

Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.

 Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:

 – Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

 Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

 – Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Kibirlilerin ve zalimlerin kulakları çınlasın!

Ali Nureddin

www.NurNet.Org  

Tsunaminin ardından..

Hakikati arayan Japonlara neden bu musibet geldi?

Hulusi Ağabey’in Barla Lahikasının başlarında ifade ettiği gibi:

Evet, kat’î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir. (Barla Lahikası, 84 )

Resul-i Ekrem(ASM)’ın nuru küre-i arzımızdan çekildikçe emektar dünyamız hatve be-hatve kıyamete yaklaşmakta, bunun alametleri de semavi musibetler suretinde görülmektedir. Üstadımız bu musibetlerin hakiki sebebi için:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten.. (Kastamonu Lahikası, 111 )

Demek ki bu semavi musibet, deniz unsurunun gadaba gelmesi, zalimlerin cinayetlerine mukabil kaderin fetvası ile başlarına gelmiştir.

14.sözün zeylinde: “Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?” sorusuna,

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir. (Sözler, 172 )

Demekle bizi zalimlerin hatalarına manen iştirakten yani zalimler gibi fiil, fikir, his sahibi olmaktan sakındırmıştır.

Kimdir “zalimler”?

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً ayetinin ifade ettiği gibi insanda ciddi bir zulüm damarı ve Rabbini bilmemesinden kaynaklanan bir cehaleti vardır. Eğer insan , fıtratına sırr-ı imtihan olarak konan bu iki vasfı, Allah’a iman ve terbiye-i İslamiye ile had altına almazsa, bu kuvvelerin tesiriyle sırat-ı mustakıymden çıkar. Şahsî ve içtimaî hayatında zalim olur. Şu anda nev-i beşerin idaresinde zulmüyle öne çıkan insanlar böyle bir terbiyeden mahrum kalmış, talihsiz kimselerdir. İşte mahiyetimizde bulunan bu damarları istikamet altına almaya çalışmamak, başta nefsimize sonra da etrafımızda, içtimaî hayatı paylaştığımız insanlara zulümdür.

Hayatı yaşarken karşı karşıya geldiğimiz ve genelde herkesin hiç sorgulamadan yapageldiği fiillerin bazılarında insaniyetimize ve kulluğumuza münafi hallerin olabileceğini göz ardı etmemeliyiz. “Otokontrol” denen vicdanî mekanizmamızı işleterek önce yapacağımız fiili gözden geçirmeli, “acaba kulluğumda bunun nasıl bir yeri var, yeri var mı?” diye mihenge vurmalıyız. Altın çıkarsa saklamalı, bakır çıkarsa zararlı bir alışkanlıktı, deyip atmayı bilmeliyiz.

Bazen böyle zararlı fiilleri kendimiz yapmasak bile mihenge vurmadan, “olumlu” olarak etiketlediysek, başkalarının yapmasını normal karşılarız, hayatın akışı içinde bir yeri vardır zannederiz. Oysa mahiyet-i insaniyeyi boşa harcayan ve Allah’tan gafil olmaya iten: israf, tembellik, bencillik, tahakküm… vb. gibi fiiller ve bunların altında yatan hisler hepimiz için gayet tehlikelidir. Bunlardan kendimizi ve sevdiklerimizi muhafaza etmemiz, üzerimize bulaştıysa acilen kurtulma yoluna gitmemiz dünyevî ve uhrevî saadetimiz için elzemdir.

İşte Bediüzzaman Hz. bizi böyle zalimane fiilleri yapmak, fikren reddetmemekle zulmü iltizam etmek, hissen desteklemek ile zulme iltihak etmekten, zulme  manevi ortaklıktan sakındırmakla, “musibet-i semaviyenin nüzulune sebebiyet vermekten çekinin” demiştir.

Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Amîn.

Nabi

www.Nurnet.org