Taif’ten sonra Miraç gelir…

1914’te başlayan Cihan Harbi’yle devletin önemli bir kısmı da bu savaşa girdi. Toplar, tanklar, tüfekler her yeri yaktı yıktı…

İnsanlar perişan oldu. Ben 1932 doğumluyum amma savaşın menfi tesiri benim çocukluğum ve ilk gençliğime denk geldi. Fakirliğin son sınırını gördüm, yaşadım… İnsanlar ekmek bulamaz duruma düştüler. Devlet, karneyle ekmek dağıtırdı. Adam başına yarım ekmeği alabilmek için çok zahmetler çekerdik. Bazıları o ekmeği satar, gazyağı, kibrit gibi ev için gerekli şeyler alırlardı. Gazyağı uğruna ekmeğini satmak, aç kalmaya razı olmak demekti. Otlarla beslenirdik. Elimize 10 kilo un geçmişse ocaktaki külü karıştırıp ekmek yapardık ki; un bereketlensin, yani artsın… Bazı köylülerin durumu iyiydi; elinde parası vardı. Amma parası olsa da harcayacak yer bulamıyor, altına tahvil edip saklıyordu. İneği olan adam, kibrit bulamıyordu. O da onun yokluğunu çekiyordu. Yani zengin de bir nevi fakir gibi yaşıyordu. Çok acayiptir; savaş felaketiyle beraber semavi felaketler de geldi. Mesela tarlaya 20 teneke buğday ekerdik, 10 teneke buğday alırdık. Tarlaların da verimi düşmüştü…

Doktor yok, ilaç yok… Koca şehre belki bir veya iki doktor bakıyordu. Annemin gözüne dal batmıştı, yara olmuştu. Hekime koştuk. Hekim, göz hekimi değil. Anneme verdiği ilaç onun gözünü daha da hasta etmişti. Böylece annem otlarla tedavi etmeyi öğrendi. Hasta olan, anneme gelir, annem ona uygun otla tedavi ederdi.

İkinci Cihan Harbi’nde şehrin her yerine büyük çukurlar açıldı; Alman uçakları Erzincan’ı bombalarsa o çukurlara girecektik. Sığınak gibi bir şeydi amma üstü kapalı değildi. Her gün düşmanı bekliyorduk. Kadınlar ağlıyor, erkekler tedirgin…

O zaman ben çocuktum, düşman nedir bilmiyordum amma anlıyordum; “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” kendi yavrularını canavarca yiyip yutuyordu.

En dibe vurmuştuk; daha aşağısı yoktu… Yani biz öyle zannediyorduk…

Şimdi o günleri düşündükçe “Sevk-i ilahi insanların anlayışını, düşüncesini değiştirir.” diyorum. Yaşadığım o büyük felaketleri hatırladığımda anlıyorum ki, Allah bana bir vazife vermiş, o vazife yönünde beni yetiştirmiş. Zelzele, savaş, kıtlık gibi hadiselerin altında neşvünema olan istidat çekirdekleri vardır. Çekirdek toprağa düşmüş, çiftçi onun üzerine basmış, toprağa gömmüş. Çekirdek feryat ediyor, “Neden bana bu kötülüğü yaptın? Çürüyorum karanlıkta… Beni kurtaracak yok mu?” Bu sırada çekirdek yeşeriyor, gün yüzüne çıkıyor. Ağaç oluyor, meyve veriyor. “Ben ne kadar kötü hallerdeydim, beni ne kadar güzel hallere getirdin!” diyerek, Allah’a şükrediyor.

Adetullah böyledir. Taif’ten sonra Miraç gelir…

Kader, bir çekirdek gibi olan insanı alır, en zor hallerden geçirir, en iyi hale ulaştırır… İnsanın yapacağı iş, sabır ve ibadetten ibarettir.

Mülk Sûresi ikinci ayette buyruluyor ki; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…

Bu durumda hayatımızın gayesi;

Yaşlanmadan evvel gençliğin kıymetini bilmek,

Fakir olmadan evvel elimizdeki nimetlerin kıymetini bilmek,

Hasta olmadan evvel sağlığın kıymetini bilmek,

Felaketler gelmeden evvel huzurla yaşamanın kıymetini bilmek,

Mahkeme-i Kübra’da bizi bekleyen hesaptan evvel tevbenin kıymetini bilmek,

Velhasıl, son nefesimizi vermeden hayatın kıymetini bilmektir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: