Tarihi ve Kanunî’yi anlamak

Nasıl her bir eşya bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin fizikî âlemde aldığı bir şekilse, her bir hadise de yine bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin dışlaşmasından ibarettir. Cehalet ve sığlığın hakim olduğu ülkemizde gerçek tarihçinin var olup olmadığı bile tartışılabilir. Yaşayan en büyük tarihçimiz kabûl edilen Halil İnalcık’ın bir TV kanalında Osmanlı Devleti’nin ilk padişahlarının Alevî olabileceğini kabûl etmesi karşısında şoke olmuştum.

Demek ki en büyük tarihçimiz, Alevîliği de, Sünnîliği de, Osmanlı tarihini anlamak için bir tarihçinin mutlaka bilmesi gereken İslâm’ı da bilmiyor. Bunun gibi, yaşayan bir diğer büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın da aynı TV kanalında Bediüzzaman hakkında bir satırlık bile doğru bilgi sahibi olmadığına şahit oldum. Bediüzzaman, Meşrutiyet dönemi Osmanlısı’nın en etkili şahsiyetidir. Bediüzzaman’ı bilmeyen, Meşrutiyet dönemini anlayamayacağı gibi, Cumhuriyet dönemini hiç anlayamaz. En büyük tarihçilerimizin bu seviyede olduğu bir ülkede malûm medya ürünü bir eser ne değer ifade eder?

Kanunî gibi insanlık tarihinin devlerinden bir şahsiyeti hayata ve insana “libido” üzerinden baktıkları anlaşılanlar dizi yapacaklar öyle mi? Necip Fazıl merhum bir mahkemesinde “Behçet Kemal Çağlar’a hakaret etmişsin!” suçlamasına şöyle cevap verir: “Hakim bey, Behçet Kemal kim, ben kimim? Hiç Galata Kulesi’yle Langa’daki bostan kuyusu bir olur mu?” San’at, Arapça bir kelime olarak, “bir nev’i yapma” demektir. Herkes, san’at denilen şeyle kendini yansıtır.

Meselâ, heykelciliğin san’at diye Rönesans’la hortlaması ve bugün de “modern” çevrelerde üzerinde en titrenir “san’at” olması boşuna değildir. Çünkü Rönesans ve modernizm, putperestliğe dönüştür ve putperestliğin en belirgin yansıması da heykelciliktir. Dolayısıyla, herkes san’atıyla kendini yansıtır ve san’at diye isteyene başkalarını, hele ölmüş ve tarihe mal olmuş insanları kendi penceresinden resmetme hakkı tanımak, hürriyet ve insan hakları gasbının da, zulmün de ta kendisidir.

Otuz üçü dahil Osmanlı padişahlarını, onların özellikle onuncusunu Kanunî’nin teşkil ettiği ilk onunu, IV. Murad’ı, II. Abdülhamid’i, hattâ Vahidüddin’i değil sözümona san’atkârlar, günümüzün tarihçileri de, ekran ve konuşma şehvetine tutulmuş ilâhiyatçıları da idrak edemez. Fatih, Yavuz ve Kanunî’nin yaptıklarına baktığımızda, hadis-i şeriflerde âhir zamanda Hz. Mehdî’nin ulaşacağı buyrulan hedefe baş koymuş insanlar olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mehdî’nin gölgesinde seyrusülûk etmişlerdir.

Onlar, peygamberlik dışında, İslâm öncesi tarihte sırayla Hz. Musa veya Hz. İbrahim’in (imam), Hz. Davut (halife) ve Hz. Süleyman’ın (melik) bizim tarihimize vurmuş gölgeleridir. Alkolle, pornoculukla, eğlence ile, anarşi ile kendilerini göstermeye çalışan ve medya sihirbazlarının “işte gençlik!” diye takdim ettiği bugünkü akranlarının yaşında İstanbul’u fetheden Fatih’i asıl büyük yapan bu fetih de değildir. Gün görmüş koca Çandarlı Halil Paşa’nın karşısında “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u!” kararlılığını gösterebilen Fatih’in idealleri, ufku, hattâ Çandarlı’yı azledebilmesinin bile yanında İstanbul’un fethi çok küçük kalır.

26 yaşında tahta çıkmış ve ardından Rodos’u fethetmiş, ardından Mohaç’ta tarihin en müthiş meydan savaşlarından birinde iki saatte Orta Avrupa’nın en güçlü devletini yerle bir etmiş, âdeta at sırtından inmemiş, cephede şahadet şerbetini içmiş, yaptığı kanunlarla Kanunî olarak, idareciliğiyle Sultan Süleyman olarak, Bakî’si, Fuzulî’si, Sinan’ı, Ebu’s-Suud’u ve daha niceleriyle insanlık tarihinin en parlak sayfalarını yazmış bir zirveye mağma tabakasından bakanlar, ancak kendi boğulmuşluklarını resmederler.

Ali Ünal

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: