Tebliğ, Tevafuklar, Mezhepçilik ve Milliyetçiliğe Dair Sorulara Cevaplar

Soru 5: Lem’alar kitabı 20. Lem’anın 3. Sebebi’nin sonunda “ Hem hak ve hakikati dinleyen… ” diye devam eden kısmı izah eder misiniz?

Cevap 5: Sorduğunuz kısımda Üstad şöyle diyor:

Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

Üstad 3. Sebep’de dine hizmet eden gruplar arasında meydana gelen sıkıntılardan birinin taraftarlarını çoğaltma derdi olduğunu ifade eder. Oysa bu durumun ihlasa zıt olduğunu Üstad vurgular. Üstad bu noktada iman esaslarından birinin kapılarını aralayarak diyor ki: “ Senin dersini ve sohbetini dinleyenler ve sana sevap kazandıranlar sadece insanlar değil, Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. ” Burada zişuur mahluklar ile, ruhaniler ve melekleri ayırmış. Ruhaniler grubuna cinler, ifritler, adını bilmediğimi sayısız yapılar girer. Burada Üstad’ın kasdettiği zişuur mahluklar kısmını bir ihtimal hayvanlar alabiliriz. Çünkü Üstad onları zişuur olarak isimlendirir. Fakat his bazında… Bir hayvan bizim samimiyetimizi, şefkatimizi, sıcaklığımızı hisseder. Fakat akıl sahibi değildir. Bu manada bizim ihlaslı sohbetimizi o hayvan da duyup hisleriyle etkilenebilir. En azından o hayvanı sevk ve idare eden ruhaniler dinler. Diğer ihtimal ise bu zişuur mahluklar bilmediğimiz bir sınıftır.

Fakat bizi burada ilgilendiren husus dine hizmet ettiğimizde bizim hizmetimizi onların şuurlarıyla fark etmeleri, duygularıyla onu hissetmeleridir. Bu manada şehadet aleminde müşteri bulamayan peygamberler gibi oluruz. Üstad diyor hak ve hakikatin müşterileri sadece şehadet alemindeki sınırlı sayıdaki insanlar değildir. Bilakis gayb alemi sayısız melek, ruhani, ruh ve şuurlu mahlukat ile dop doludur. Sınırlı müşteriyi kaybedip sayısız müşterilerin pazarına Allah’ın yönelttiği kişi kaybetmez. Dünya kadar hakka ve hakikate muhtaç ruhaniler, cinler var. Allah’ın adını hiç duymamış olanlar var. Bu konuda görülmüş rüyalar bulunuyor. Rüyalar onların alemine girmek demektir. Nasıl ki Efendimiz (ASM) resul-ü sekaleyn (cin ve insin resulüdür). Bizler de Onun bu manada varisi olarak ruhlara, ruhanilere, meleklere, cinlere ve benzeri sayısız şuurlu yapıya hakkı ve hakikati duyurmakla mükellefiz. Bu da bir hizmettir. Sahabe hayatıyla ilgili kaynak kitaplardan biri olan Sahabe-i Kiram Ansiklopedisini okuduğumda çok sayıda cin sahabe adı geçti. Hatta Efendimiz’in (ASM) arkasında 73.000 tane cin sahabenin namaz kıldığını bir cin sahabe insan sahabeye bildirdiğini kaynakta görebiliyoruz. Demek Peygamberimiz’i (ASM) ve diğer peygamberleri dinleyenler sadece insanlar değil. Aynı durum bizler için de geçerli.

Burada Üstad o alemlerle temas kurmanın şartını veriyor: Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.

 İhlas, işin içine Allah’ın nurunu koymaktır. Bu açıdan rızaya mazhardır. Rızaya mazhar olan bekaya da mazhardır. Bekaya erişen bir şeyi Allah unutturmaz. Onu sayısız yere yazar, bu tarz kıymetli şeylerin müşterilerini oraya sevk eder. Nasıl biz fani eşyanın peşinde koşturuyoruz, melek ve ruhlar da öyle feyiz ve nurların aşıkları… Gördükleri yere üşüşürler. Kişi o feyiz ve nurda süreklilik taşırsa onlar da o dersin müdavimi, o kişinin talebesi ve müridi olurlar. Bazı hadis alimlerini öldükten sonra rüyada meleklere hadis hocası olarak gördüklerini hadis literatüründe görüyoruz.

İhlas ve niyet-i sadıka, bizim kelimelerimizi hayatlandırıyor. Onlara manevi hayat katıyor. Cansız kelimeler, tahta parçası gibiyse canlı kelimeler, bir zeytin çekirdeği gibidir. Hakkı söyleyen bir kişinin ağzından çıkan kelimeler melek ve ruhanilerin kulağından girip kalb ve ruh tarlasına ekilir. Allah’ın izniyle orada büyürler.

“ Çünkü, mesela sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük “Elhamdülillah” kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.”

Ruhanilerin kulakları, ihlassız kelimeleri duyamıyor. Sağırlar. Fakat ihlas ve sâdık niyet, kelimelere bir frekans ve dalga boyu kazandırıyor. O kelimeler bütün kainata yayılır; ihlasının çapına göre… Mesela ihlaslı ezan okuyan kişinin kelimeleri kurşun gibi insanların dünyalarını delip geçiyor. Dinsizleri dahi imana getirebiliyor. Sebep, ihlasın kazandırdığı frekans o dinsiz kişinin ruhunu uyandırıyor. Asıl iş, Allah cümlemize nasip etsin, ihlasta ilerlemektir. Hizmeti baki kılan da, etkili kılan da, ilmi iman ve amel haline de getiren ihlastır. Risale-i Nur hizmetinin temeli de bu açıdan ihlastır.

Üstad son noktayı koyuyor: Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!

İhlaslı sözler, kalbe ve ruha işlemesiyle ne dinleyen tarafından unutulur, ne söyleyen… Söyleyen kişi de feyiz ve nur alır, dinleyen de… Bu kaliteli, ruhlu sözler bir cemal ve kemal içerdiği için insanlar diğer kişilere bu sözleri aktarırlar. Bu şekilde sevap katmerlenir, büyür.

Ana mesaj: Kaliteli hizmet etmeye çalış. İlim ve ihlası esas tut. Dinleyecekleri Allah yönlendirir. O kısım Allah’ın işi. Varsın kimse dinlemesin. O da önemli değil. Bizi asıl duyacak, bizi o hizmet halinde asıl görecek Semi’-i Mutlak ve Basîr-i Mutlak Rabbimizdir. Onun mutlak işitmesi, mutlak görmesi bize ebediyen yeter. O, bizim o halimizle iftihar eder. Onun iftiharı bize ebediyen kafidir. Kimse bizi anlamasa da O bizi anlıyor. Bu bize kafi ve vafidir. Madem Allah’a imanımız ve muhabbetimiz var. O halde en başta Onun sevgili ve sevimli bir bülbülü olmak neyimize yetmiyor? Kelamımızı ihlasla Onun nurlarına, feyizlerine, Kur’anına, Resulünün hadislerine ayna yapmaktan daha kıymetli ne olabilir? Elbette o mukaddes sözleri Allah dinletir. Kendisinin dinlemesi yeter de artar zaten. Fani ve sonluları kaybedip Sonsuz ve Baki olanı kazanan hiçbir şey kaybetmez. Allah, bes; gayr, heves…

Soru 6: Mektubat Kitabından 28. Mektub’un 8. Risalesi’nin 1. ve 2. Nüktelerini izah edebilir misiniz?

Cevap 6: Bu 2 iki nükte tevafuklar hakkında… Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetine ikram olarak tevafuk meselesini nasip etmiş. Şöyle: Atabey’li Mes’ud Ağabeyin yazdığın Risale-i Nur nüshalarında sonradan fark ediliyor ki, Allah lafzı ve benzeri önemli kelimeler bir sayfada alt alta geliyor. Sonra başka ağabeylerin nüshalarında bakıyorlar aynı şekilde aynı hizada bulunuyor. Mesela bir sayfada 5 Allah lafzı varsa 1 tanesi sağdaysa diğerleri de aynı şekilde sağda ve aynı hizada olarak bulunuyor. Diğer sayfada lafzın yeri değiştiyse diğerleri de onunla aynı hizaya geliyor. Satır atlama olsa da bu yazılış değişmiyor. Üstad bu durumu tevafuk olarak isimlendiriyor. Bunun tesadüfen olamayacağını özellikle vurguluyor. Yani yazanlar bunu görmedi ama yazdıran Rabbü’l-Alemîn bunu kasden yazdırdı şeklinde meseleyi bir Tevhid ikramı olarak görüyor. Kim baksa Risalelerde bunu görebiliyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Afyon veya Denizli mahkemesinde mahkeme hakimi bu tevafuk meselesini sorup itiraz edince Mehmet Feyzi Ağabey’in 29. Söz nüshasını veriyorlar. Ki orada 30 sayfaya yakın olarak her satırın başı Elif harfi ile başlıyor. Hakim bile hayretler içinde kalıp reddedememiş. Bunları görmek istiyorsak Osmanlıca Külliyata bakmak lazım. Orada görünüyor. 19. Mektuptaki lafz-ı Muhammed tevafukunu ben bendeki Osmanlıca Mektubat’ta gördüm. Osmanlıca okumayı da kolayca öğrenebilirsiniz. Kur’an okumayı öğrenen biri Osmanlıca’yı rahatça öğrenir. Ben kendi kendime Osmanlıca Rehberi isimli kitap alıp öğrendim.

Tevafuk meselesi açılınca Üstad acaba Kur’anda da var mı, diye düşünüyor. Sonra ağabeylere Kur’an yazdırtıyor. Hüsrev Ağabey’in hattında tevafuklar beliriyor. Bunun üzerine Hüsrev Ağabey’e bütün Kur’anı yazdırıyor. Ki Hüsrev Ağabey, Arapça bilmeyen birisi… Bütün Kur’an yazılıyor. Üstad bunu Tevafuklu Kur’an olarak bastırtmak istiyor. Vefatından sonra Tahiri Ağabey ve Badıllı Ağabey ya Almanya’da veya Lübnan Beyrut’ta bastırıyorlar. Bu Kur’anda lafzullah tabirleri ve tevafuk taşıyan kelimeler kırmızı renkli olarak yazılıyorlar. Sayfalar boyunca lafzullah tabirleri aynı hizada geliyor. Mesela aynı sayfada 4 lafzullah solda, 5 tanesi sağdaysa solda olanlar alt alta veya aynı hizada olduğu gibi, sağda olanlar da aynı şekilde aynı hizada bulunuyorlar. Üstad döneminde bu bazı dinsizlere gösterildiğinde gözlerine inanamamışlar. Akılları Risaleleri anlamasa da gözleriyle gördükleri için kabul etmek zorunda kalmışlar. Yani mesele net… Kur’anda var olan bu tevafuk, onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da da kendini göstermiş. Kur’an-ı Kerîmde zuhur eden bu tevafuk aslında sırf Kur’ana has bir mucizedir. Cenab-ı Hakk, Risale-i Nur hizmetiyle bu mucizeyi ortaya çıkartmış. Görmek isteyen herkes Hayrat Neşriyat’tan çıkarılan Tevafuklu Kur’an’ı alıp bakabilir.

Üstad bu tevafuku şöyle yorumluyor: “ Tevafukat ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’ân’ın dört esasından en büyük esasıdır.” Yani mesele Tevhid Davası için yola çıkan ve Kur’ana hizmet edenlere ihsan edilen bir Tevhid şekerlemesi…

Yeni fark ettim siz benden 29. Mektub’un 4. Kısmındaki lafzullahın tevafukuna dair 4 bölümün izahını istemişsiniz. Mektuptan tam anlayamadığım için aynı konuya dair farklı bir yeri izah etmişim. Fakat yaptığım izah sorduğunuz sorunun cevabıdır. Bu gözle meseleye bakabilir, Tevafuklu Kur’an üzerinden test edebilirsin.

Soru 7:  Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın Zeyli’nden 3. Sual’de, “ Üstad burada ne demek istemiş? ” diye soruyorsunuz.

Cevap 7: Orada Üstad şunu söylüyor: “ Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

İlgili Zeyl’in yazılma sebebi, ezanın Türkçe haliyle okunmasının kanun haline getirildiği, Arapça okuyanların hapse atıldığı bir dönem… Üstad imamlık vesikasıyla imamlık yaptığı Muj Mescidi’nde veya diğer bir camide, kapıları kapattırıp gizlice Arapça ezan okutturuyor. Sonra da Cuma gecesi olduğu için camiye gelenlerle namaz tesbihatı yapıyorlar. Tam o esnada birilerinin ihbarıyla jandarmalar camiyi basıyorlar. Bunun üzerine Üstad sinirlenerek bu uygulamanın tamamen kanunsuz ve keyfî bir muamele olduğunun gerekçelerini yazıyor. Üslubu da alabildiğine sert!

Bu 3. Sual’in cevabı veya anahtarı 29. Mektub’un 7. Kısmı’nın 1. İşareti’nde geçiyor. Orayı aktarıyorum:

“ Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”

Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların enmühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.

İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette[1] lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!”

O dönemde mesele sadece ezanın Türkçe okunması değildi, namazların da Türkçe kıldırılması, okunacak surelerin yerine de meallerinin okunması idi. Görüntüde din ve vicdan özgürlüğü, laiklik vardı fakat hayatın her alanında dine saldırı vardı. Kur’anın aslı Arapça iken ve Hz. Peygamber (ASM) kendi döneminde Müslüman olan herkese namazın Arapça kılınmasını söylerken o dönemin ulemai’s-su’ denilen kötü alimleri, iktidara yaranmak, devlette kademe elde etmek ve para kazanmak için dinin bu temel meseleleri konusunda ciddiyet gösterip dik duramadılar. 1932 yılında başlayan bu dine zulüm 1950’de Menderes vasıtasıyla sona erdi. Dindarlık biraz nefes alabildi. 1925-1950 yılları arası dindarlar açısından bu ülkeyi zindan haline getirdi. Oysa ülkeyi dindar halk Kurtuluş Savaşı’nda kurtarmış, dinini özgürce yaşayabilmek için bu savaşı vermişken. Hepsi bir imtihandı. İktidar kendi imtihanını veriyordu. Kaybetti. Ulema kendi imtihanını veriyordu. İktidara yaranmaya çalışanlar kaybetti. Üstad gibi dik durup zindanı ve ölümü göze alanlar ise, kazandılar. Hem Hakk nazarında hem de halk nazarında… Şu an o kötü alimlerin adını bile kimse bilmezken o zor dönemlerde dine hizmet eden Üstad Bediüzzaman’ı, Süleymancılar denilen Nakşibendî tarikati kolunun şeyhi ve âlimi Süleyman Hilmi Tunahan Hz.lerini, Gönenli Mehmed Efendi’yi herkes şimdi hayırla yad ediyor.

Her dönemin kendine has imtihanları var. O imtihan dönemlerinde kişi şartları iyi okuyarak Allah Resulü bu dönemde olsa ne yapardı, diyerek kendine düzgün bir rota çizebilir. Aksi takdirde kendi akıl ve heveslerine tabi olursa kaybedebilir. Allah cümlemizi muhafaza eylesin. Kişinin din âlimi olması böyle durumlarda kurtulacağı anlamına gelmez. O dönemin kötü âlimleri buna misaldir. İlim değil, Allah rızası için ihlasla çabalamak, maddi ve manevi bir menfaat gütmemek ile kişi kendini koruyabilir. Bu Zeyl’in geçtiği kısım gösteriyor ki insanlar âlim dahi olsa 6 yoldan yakalanabilirler: Hubb-u Câh (Makam Sevdası), Havf (Ölüm Korkusu), Tama’ (Açgözlülük), Milliyetçilik, Enâniyet (Benlik), Tembellik ve Tenperverlik (Rahatına Düşkünlük)… Dava adamı olup dine her şeyini feda edenler ancak bu oyunlara aldanmaz. Az olurlar ama kaliteli olurlar. Üstad diyor “Böyle 10 kişi olsa yeter. ” Aşere-i Mübeşşere gibi…

Bu kısımdaki Üstad’ın vurgusu şu: Benim mezhebim Şafii. İmam-ı A’zamın fetvası ise hem her mezhebi bağlamaz, hem belirli şartlar dahilinde geçerlidir. Siz diyor, Hanefi mezhebi için geçerli fetvayı Şafii mezhebine göre yaşayan halka uygulayamazsınız. O sırada ve şu anda Türkiye’de Şafii olanlar Kürt halkıdır. Konu Hanefi Türkler, Şafii Kürtler ayrımına gireceği ve akıl oraya kayacağı için Üstad 4. Sual’de milliyetçilik meselesi üzerinden konuyu ele alarak izahta bulunarak şu soruyu soruyor:

DÖRDÜNCÜSÜ: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden (kaynaşan ve birleşen), ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne (tahrif ederek) ve bid’akârâne (dine zarar verecek şekilde) bir fetvâ ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne (kardeşçe) münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?

[1] Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 182.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: