Tebliğ Vazifeni İhmal Etme

Ayeti Keimede: ” Ey insanlar ! Yakıtı insan ve taş olan ateşten kendinizi koruyun…”

Allahın bu emrinden bu gün için anladığımız en büyük vazife, başta kendi imanımızı kurtarıp ondan sonra:  Aile efradımıza, çevrede sözümüzü dinleyen komşu ve arkadaşlarımıza ve dilimizden anlayan milletimize hakkı tebliğ edip kötülüğü yapmamaları için gayrette bulunacağız. Böylece bugün ihmal edilen en büyük vazife olan tebliğ vazifesini yerine getirip yapmış olacaksınız.

Böylece, kalben arzu edip fıtraten yetişmek istediğiniz  şu hizmetin tekmili,tahakkuk ve tecellisi için olması lazım gelen şartların tahakkuku noktasındaki kalbi istidadınızı, hakikat noktasında ifaya çalışmış olacaksınız. İltibas edilen yani, karıştırılan nokta şu: Bizim vazifemiz, sadece ve sadece tebliğdir. Şimdi bir Müslüman dini tebliğdeki hizmeti yapmış olursunuz. Bununla hizmet mükellefiyeti noktasındaki insan çizgiyi çok iyi tesbit etmesi gerektir. Sana terettüp eden görev, ciddi mükellefiyet, tebliğ ma’nâsıdır. İltibas nereden oluyor? İltibas şurada. Tebliğ çizgisini taşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun. İşte orada iltibas oluyor. Risâle-i Nûrda bakın bu çok önemlidir.

Sizinki yalnız tebliğdir, te’sir değildir. Te’sir, yalnız ve tamamen Allahtandır.

Onun için, Cenab-ı Allah te’siri peygamberlere dahi vermemiş. Peygamberler   de  hak namına hakikatı tebliğ edecektir. Bir elçidir, bir habercidir. Şimdi mesela bir beldeye bundan yirmi sene önce geliyorsun. Bu beldede yirmi sene önce on kişi idi. Yirmisene sonra yine on kişi, artma yok. Fakat sonra üç kişi ölmüş, on kişi yediye düşmüş. Eksilme var. İşte bizim tebliğimiz bu yedi kişiye olacak. O yirmiyi arayıp, ne olduğunu sormayacağız. Olanlarla iktifa edeceğiz.  Standart  nasıl başladıysak öyle bitireceğiz. Bu ma’nâda  nefsimizin de desisesi karışıyor. Şimdi bizim, tebliğ noktasından kendi kendimizi sorgulamamız gerekir. Acaba sen, sana terettüp eden tebliğ vazifesini, nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yaptın mı? Sen sana terettüp eden görevi gerçek ma’nâda ifa ettin mi? Vazifemiz tebliğdir, te’sir ve muvaffakıyet değildir. Te’sir Allahtandır. Hâdi (hidayete getiren) Allahtır. Cenab-ı Allah Peygamberlere dahi hidayet edicilik vermemiş. Bir Peygamber dilediğini Cennete götüremiyor. Dilediğini Cennete taşıyamaz. İşte Nuh (A.S.) kendi öz evladı, sular kabarıyor, Hz. Nuh: “Oğlum bin gemiye” ”Baba binmem, dağlar çok yüksektir, dağlara çıkarım”. Nuh’un (A.S.) oğlu “Dağlara kaçarım” diyor. Babası, “Oğul bugün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü? Gel gemiye bin”. Binmedi, sular aldı götürdü. Hz. İbrahim (A.S.) babasına, Resulullah öz amcasına hidayete erdiremedi. Çünkü, Hâdi doğrudan doğruya Allahtır. Hidayeti Allah bahşediyor. Bakın, Cenab-ı Allah hidayeti peygamberlere vermemiş. Bilal-i Habeşi (R.A.) mescidin içinde durmadan dönerken, Hz. Ömer onun o halini görüp, gelip Peygamberimize “Bilali mescidin içinde döner halde gördüm. Aynı raksa kalkar gibi” Efendimiz “Peki sen hikmetini sordun mu?” “Ya Resulallah sormadım”. Çağırıyor Bilali, “Sen mescidde şöyle şöyle yapmışsın”. Bilali Habeşi de itiraf ediyor. “Evet ya Resulallah, ben mescidde düşündüm, “Cenab-ı Allah sana her şeyi vermiş. Ama bir şeyi vermemiş. Hidayeti. Benim gibi bir köleye hidayet ulaşır mıydı, ulaşmaz mıydı? Ben Cenab-ı Allahın Hâdi isminin tecelliyatını düşündüm. Cûş-u hurûşa geldim. Zevkimden şevkimden pervaz etmeye, dönmeye başladım”. Peygamberimiz istihsan etmiş. Şimdi Allah hidayeti peygamberlere dahi vermemiş.

Risale-i Nur hizmeti neşr-i esrar-ı Kur’aniyedir. Risale-i Nur hizmeti tebliğ esası üzerine kurulmuştur. Risale-i Nur hizmeti sahabe mesleğinin bu asra bakan bir in’ikasıdır, yansımasıdır. Şimdi biz çizginin bu tarafını tahlil edelim. Hepimizin hatası, perişaniyeti var. Ona göre konuşalım. Bakın çizginin bu tarafı tebliğ, öbür tarafı te’sir. Te’sir Allahtandır. Şimdi insan evvela te’siri düşünürse, meşreb ve mesleğini te’sir üzerine kurarsa, o zaman o insanın tebliğinde müessiriyet şart görünür. İnsan tam olarak fiziki coğrafyaya benziyor. Bir yerden bir yere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz, orada mükemmel bir bağ, bahçe var. Cenab-ı Hakkın Müzeyyin ismi, Musavvir ismi, Rezzak ismi, Rububiyet, kemal-i şaşaa ile zuhur etmiş. Bağlar bahçeler yemyeşil. Başka bir yere giriyorsunuz kıraç, çöl. Ot dahi bitmemiş. Şimdi şu taraf çöl, bu taraf münbit bir arazi.

Meselâ Peygamberimiz Mekkede fazla itibar görmedi. Neden hicret etti?  Çünkü, manen münbit toprakları yoktu. Medine daha müsait. İslamiyetin yeşermesi, inbisat ve inkişafı Medinede oldu. Dolayısıyla Resulullahın hicreti gösteriyor ki, bir da’vâ adamı, çöl gibi bir beldeden daha münbit bir beldeye hizmet namına göç edebilir. Ve bu sünnettir. Ama sebat ederek tebliğde mecbur ve mezun olmak, sebat etmek de var. Cenab-ı Hak o sebatın neticesini sonuçta ikram edebilir. Meselâ bulunduğun pozisyondan ayrılamıyorsun. Hicrete muktedir değilsin. Amma bulunduğum belde çöl gibi olsa dahi azmimle, gayretimle, hamiyyetimle, tevecühümle hizmetteki yoğunluk ve saffetimle devam edeceğim. Cenab-ı Hak çölleri bağlara bağistanlara çevirir.

Hz. İsa (A.S.) bir havarisini bir beldeye gönderiyor. Havari orada  din-i Hakkı tebliğ ediyor. Uzun bir müddet geçiyor. Fakat sünnetullah kanunlarına göre münbit bir yer değilmiş. İnsanları lakayt. Halbuki havarinin dünyası tebliğ. Da’vâsı, hissiyat-ı insaniye ve da’vâ ruhu olarak temerküz etmiş. Havarinin bütün dünyası tebliğ olduğu halde, insanlarda intibah ve kalblerde inşirah yok. Karar veriyor, “Bu belde hizmete müsait değil. Burayı terk edeceğim”. Fakat tam şehri terk edeceği zaman, birden Hz. İsanın (A.S.) ruhaniyeti, karşısında temessül ediyor.  Tarihi bir cümleyi duyuyor: ”Kovadis, nereye, dön geri, Kovadis! “ Hakikaten o  havari hemen geriye dönüyor. Daha büyük bir azim ve gayretle çalışıyor. Evet biz vazifemizi yapacağız nasihate mühtaç olanlara söyleyeceğiz sözümüz tesir ederse iyi, söz tesir etmezse o kaybeder biz kazanmış oluruz vesselam.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır