Tefekkür ve Muazzam Bir Hakikat

İnsanın sürur ve saadetine vesile olan muhabbetteki ve sevgideki saadetler, ulviyetler yalnız ve yalnız marifet ve muhabbet-i ilahiyenin kalplerdeki tecellisi ile tahakkuk eder.

Evet; insan, gurub zamanı ufuklardan aşıp giden güneşi tefekkür etmesindeki zevk, neşe ve sefanın yerini ne tutabilir ki fezanın, engin dağların, kamerin hal ve ahvallerine, ağaçların, çınarların, çiçeklerin letafet ve renklerine insan nazar ettikçe, acaba imanı inkişaf etmez mi? Diye akla geliyor. Elbette ki eder.

Evet; çiçeklerin, menekşelerin hal ve ahvallerini gözden geçiren ve tefekkür eden mütefekkirlerin ve ariflerin zevk ve sefasını düşününüz.

Şu engin, zengin ve o kadar da parlak yıldızlarla yaldızlanmış, süslenmiş ve tezyin edilmiş asumana bakınız ve düşününüz. Acaba imanımız tezayüd etmeyecek mi?

O güneş yedi rengi ile, ziyasıyla cihanı ihata ederek, nurlandırarak hükmü altına almasına bir bakınız ve düşününüz. Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) varlığına, birliğine, cemaline, azamet ve kudretine nasıl şehadet ediyorlar? Kulak veriniz ve dinleyiniz.

Bu kainat bütünüyle Allahu Teala Hazretlerinin kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecellisidir. Evet insan bu tecellileri tefekkür edip düşününce marifet ve muhabbet deryalarına dalıyor hayreti artarak “Allahü ekber, Allahü ekber” demeden kendini alamıyor. Ancak o hayret ve heybet ateşini bu kelime-i tekbir söndürebiliyor. Bu ise bir hakikati hatırlatıyor. O da “Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.”, şereflenir, izzetlenir ve ulviyet kesbeder.  

Bu tefekkür ve düşünceler masnudan saniye, mahluktan halıka, ubudiyetten mabudiyete pencereler açar ve insana şunu söyletir. Aman Yarabbi, sen nasıl bir Zat-ı Kibriya ve Ezel ve Ebed sultanısın ki; Vacibu’l- Vücudsun, şerikin, mislin ve nazirin yoktur. Madem sen varsın her şey var. Mesela, sen olmasan ne dünya, ne ahiret, ne cennet ve ne de cehennem olmazdı.

Bütün varlık ve mükevvenat senin varlığının, izzet ve azametinin, şefkat ve rahmetinin tecellisi ve tezahürüdür.  

Bu hakikati tefekkür ve tezekkür eden bir zatın Sen’in şanına yakışır kulluk ve ubudiyeti ifa etmesi hem vicdani ve hem de dini bir mükellefiyettir.

Bir sanatkar sanatında temaşa ve tefekkür edildiği gibi, bu kainat ve alem; yıldızları, güneşi, dağları, ovaları, bağları, hayvanatı ve nebatatı ile beraber var olmaları senin varlığına, sonsuz kudret, hikmet ve azametine şehadet eylediği gibi, gelenlerin sabit olmayıp gitmeleri ve başkalarının  onların yerine ikame edilip nöbeti devralmalarında da Sen’in ezeliyetine ve ebediyetine ayrıca bir delalet ve şehadettir.

Zerrattan seyyarata, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna kadar bütün mahlukat lisan-ı hal ve kalleri ile Sen’i tesbih ediyorlar, Sen’i tahmid ediyorlar, tazim ediyorlar ve kendilerine mahsus hal ve etvarlarıyla kulluk ve ubudiyetlerini ifa ediyorlar. Bu kevni hakikat O’nun tercüme-i Ezeliyesi olan Kur’an-ı Hakim’de “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tanıyıp tesbih etmesin” hakikati ile taçlandırılıyor. Demek ki; hem kevni ayetler, hem de kelami ayetler aynı hakikati terennüm ediyor. Kainat bir mülk ve bütün mahlukat bir nevi memluk, Ayrıca; Kainat bütünü ile bir mescid ve bütün mahlukat da birer sacid olarak malikine ve mabuduna devamlı zikir ve ubudiyetlerini her an ve zaman takdim ediyorlar. Bu sahife, ehl-i tefekkür ve tezekkür için devamlı müşahede edilmektedir.

Mesela; İnsan, o dağlarda ve derelerde, o bağlarda  ve bahçelerde, çiçek ve menekşelerde fikren tefekkür ederken; O çiçeklerin ve menekşelerin seher vaktindeki hal ve etvarları o insanların gönüllerine sürur ve saadet veriyor ve kalplerine huzur bahşediyor.

Ayrıca; bütün bu masnuatın halifesi ve mümessili olan insanların o seher vaktinde okudukları ezanlar da buna ayrıca bir güzellik katıyor ve onların tesbihat ve tahiyyatlarını kadi-ül hacata tevdi ve ilan ediyor. Bu da ayrı bir tefekkür boyutu olarak insanın dikkatini celb ve cezbediyor.

Ya o ucu bucağı görülmeyen derin deryalar içindeki çeşit çeşit, büyüklü küçüklü, rengarenk yüzen balıkları düşünüp onların halıkı keriminin azamet ve kibriyasını tefekkür etmek acaba ne büyük bir bahtiyarlıktır. Ya o semavata kadar çıkmış ve uruc etmiş o muhteşem dağların kendine has lisanları ile Allah’ın azamet ve kibriyasını ilan makamında temsil etmeleri, acaba o mütefekkirlerin imanlarını nurlandırıp tezayüd ettirmez mi ?

Evet o al ve yeşil çimenlerle bezenmiş ve süslenmiş olan sath-ı arzı temaşa ve seyreden ariflerin ve mütefekkirlerin zevk ve sefasının kıymet ve bahası olur mu?

Bu tefekkür ve tezekkür aleminin güzelliği ve bereketi ne biter ve ne de tükenir. Evet o tefekkürdeki aşk ve şevkin, saadet ve safa’nın neş’e ve sürurun lezzetleri ve keyifleri de bitmez tükenmez bir hazinedir.

Bu sırra binaen “bir saat tefekkür bir gece nafile ibadetten”, başka bir hadiste de “bir saat tefekkür altı sene nafile ibadetten”, diğer bir hadisi şerifte de “altmış yıl nafile ibadetten”, bir başka hadisi şerifte de “yetmiş beş yıl nafile ibadetten” daha bereketli ve hayırlıdır, buyuruluyor. Hadisi şerifleri ile Peygamber Efendimiz (ASM) tefekkür ibadetinin ehemmiyet ve azametini ümmetine emretmektedir.

Dolayısı ile bu nokta-i nazardan bakıldığında bir ağaç bir hazinedir, bir hayvan ayrı bir hazinedir, hele hele insan bu tefekkür âleminin ve hazinesinin en mükemmeli, en zengini ve en azametlisidir.

Bütün bu tefekkürden ve tezekkürden hâsıl olan saadetler, sürurlar, safalar, neş’eler ve keyifler; yalnız imandadır ve imanın bir meyvesi olan muhabbettedir.

Şairler ve edipler, bu güzelliklere meftun ve meclub olup nice nice şiirler yazmışlar. Edipler bu güzellikleri anlatarak aşk ve şevklerini tatmin etmek için kasideler derç etmişlerdir.

İşte bu güzellik ve kemalat bu manadaki ehli tefekkürü ve tezekkürü aşk-ı mecaziden aşkı hakikiye teveccüh ettirerek,  bir ehli hakikate şunu ifade ettirmiştir. “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.”

Bu mütefekkirlerin bazıları ariflerdir. Marifet tablolarını seyrederek tefekkür âleminde yüzerler. Bazıları da yukarıda zikredildiği gibi âşıklardır. Mükevvenatın tezyinatına meclub ve meftun olarak kendi mesleklerince hayretlerini arz ederler. Bazıları da şairlerdir. Âlemin güzelliği kendi şiirlerini ve sanatlarını süsleyip onlardan medet alırlar, nur alırlar.

Dolayısı ile her meslek ve meşreb sahibi bu güzellik ve hakikatlerden ala meratibihim istifade ve istifaze ederek, kendilerine has özellik ve güzellikleri ile tefekkürü keyiflendirerek ehli idrake ve şuura bu hakikatleri arz ederler.

Bu ehli tefekkür ve tezekkür, âlemi fikren gezerken ve  o güzellikleri tasavvur ederken kah seradan süreyyaya, kah asumandan yerlere fikren konup kalkarken zevk ve sürur içinde şöyle terennüm ederler.

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyreylerim âlemi;
Kâh inerim yeryüzüne, seyreyler âlem beni.”

demekle, bu hakikati nazara verip gafil insanlara Allah’ı hatırlatıyorlar.

Evet güzel bir gönüle, hakikatli bir vicdana, doğru bir fikre ve neş’eli bir tefekküre malik olmak, bütün dünyanın hazinelerine, definelerine ve servetlerine sahip olmaktan daha değerli ve daha hayırlı bir nimet ve devlettir.

Netice olarak; kâinatın bu derin, engin ve zengin tefekkür manzarasına ibretle fikretle bakıp, düşünen ve tefekkür eden insanın imanı nasıl inkişaf etmesin?

 Mehmed Kırkıncı

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: