Tefekkür

Tefekkür dergisini okuyordum. Bir an derginin ismi üzerinde durakladım. Tefekkür deyince akla ne gelir?

Hayâlımla münazaraya girdim.’’Hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider’’ Ben de Tefekkür üzerinde odaklaşmaya başladım.

Dedim ki: Tefekkür; Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu geniş bir sözdür. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsanın sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse, o kadardır.” Ben de bu kıt sermayemle bu umman denizine girmek istedimse de iktidarımı üstadın sözleriyle desteklemek istedim. En güzel söz kelam sahiplerinindir. Konuyu allâme-i cihan, Bediüzzaman Said Nursi’ye havale edip onun nazarıyla bakıldığında ‘’bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.’’

Üstad, tefekkürü iki şekilde izah etmektedir: Afakî ve Enfüsi tefekkür. 

Afakî tefekkür; Afakî malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden hali olamıyor. ’’Hem de afakî tefekkür dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun. Afakî meseleler; büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz malayani ve afakî işlerle meşgul eder, sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulme şerik olur.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.’’(Asayı Musa/4.mesele)

Enfüsi Tefekkür; İç dünyamızla ve âlemimizle ilgili nefis ve beden dairesinde yapılan tefekkürdür. Gafleti izale eder, evham ve ihtimallerden temizdir. Bediüzzaman şöyle izah etmektedir. ’’Evet, nasıl ki ehl-i tarikat seyr-ı enfüsi ve afakî ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar. Evet, ben Hülasatü’l Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i ilahiyeyi ilmen yakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Bu harika-ı san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mücize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek, fikirdir. İnsan kalben ve fikren hakaik-ı ilahiye ye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.’’(M.Nuriye)

Hadiselere zahiri bakıştan ise enfüsi bakış olan hikmet noktalarına mana-i ismi ile değil, mana-i harfi ile bakmak lazımdır Afakî ve içtimai hadiseler, nazarı enfüsten afaka dağılıyor. Her nedense içtimai ve afakî hadiseler de başıboş değildirler.’’Kâinatta tesadüf yoktur.’’ Hadiselerin hikmetlerini anlamak, asla sebeplere takılmamak lazımdır. Çünkü sebepler Allah’ın (cc) kudretine bir perdedir.

Böyle kutsi bir mes’eleyi tahattur ederken, tefekkürün önemi üzerinde düşünmeye devam ettim. Evet,’’Bir saat tefekkür bir yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır’’(Hadis). Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘’Hayal dairesi geniştir istediğin gibi içine girebilirsin’’ Ben de tefekkür-i Hayal yolculuğuma devam ettim. Gene, üstadımızın sözüyle: “İnsan bir yolcudur. Alem-i ervahtan, Rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ve ebedü’l-abad tarafına uzanan bir yolculuktur.” Böylece hayalimi nefsime çevirdim.

Çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık alemimin safhalarını tefekkür etmeye başladım.Eyvah..! Bir ömür tükettiğimi ihtiyarlık zamanımda fark ettiğimi anladım.

Niyazi Mısri’nın dediği gibi; 

“Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can atar gafil, binası oldu viran bi haber.

Dil bekası, hak fenası istedi mülkü tenim,

Bir davasız derde düştüm, ahki lokman bi haber. 

Bir ticaret yapmadım naktı ömür oldu heba,

Yola geldim lakin cümle kervan göçmüş bi haber. 

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip,

Dide gir yan, sine biryan, akıl hayran bi haber.”dedim.

Evet, İnsanın en parlak dönemi gençlik yıllarıdır. O yıllara bakıldığında: Kimi insanların; Mal, mülk, servet; evlat, ayal; makam ve mevkinin verdiği cüret ve sarhoşluktan dolayı heves ve hissiyat gafletinin zafiyetine düşer, zayıfken en güçlü, müşevveş kelam sahibi iken, itibar ve söz sahibi olur. Zamanla nimetler bir bir elden çıkınca, kuvvet gider, vücudunda arıza ve hastalıklar da oluşunca bu sefer geçmişte yaptığı kötülüklerinden pişmanlık duymaya başlar. Halk arasında yaygın bir söz var: “Ölünün kafası mezar taşına değdiğinde, eyvah! Ölü benmişim?” Der.

Acze ve fakra duçar olan insanlar da daha sonradan ölü gibi hatalarını anlar. Hayat ne çabuk geçti. “Küllü atin karibün” (Her gelecek yakındır.)  “Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“İhtiyarlık gelmeden önce, gençliğin kıymetini bil. Ölüm gelmeden önce, hayatın kıymetini bil.” Bu sözlerde anlaşıldığı üzere, İmkânlar elde iken kıymetini bilmek lazımdır. Elden çıktıktan sonra bir daha yakalamak zordur. Özellikle gençlik yılları nefis ve hevanın baskı ettiği bir dönemdir. Eğer o gençlik İmanla terbiye edilmezse önüne geçmek ve onu muhafaza etmek zorlaşır, muhakeme-i akliyeden ziyade kuvve-i gadabiye öne çıkar hem kendine hem de etrafa zararlı bir zehir gibi olur. Gençlerin kurtuluşuna tek çare Kur’an ve sünnete tabi olmaları ile olur. Kur’anın tefsiri olan Risale-i Nur, ehl-i imanın yaralarını tedavi eden bir iksir-i manevidir. Risale-i Nur, bu asırda en alî bir ders-i hakikat, en derin bir ilm-i akide, en yüksek bir marifet-i imaniye ve en hayatdar bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye’dir.”(Birinci nota)

Risale-i Nur, eczane-i Kur’aniye’den bir reçete-i imaniyedir. Gençlerin bu reçeteye tabi olmaları halinde hem imanlarını kurtarırlar hem de çevreye, memlekete ve devlete muti olurlar. Aksi takdirde bu günkü tasvip edilmeyen rezalet ve isyanların birer aktörleri gibi ortaya çıkar huzur ve asayişi bozarlar.

Bediüzzaman, hava ve hevesine düşkün olanlara şöyle bir açıklık getirmektedir: ‘’Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur; hayatın lezzetini kaçırır.’’(13.söz.2. Makam) gene “Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil.’’ demiştir.

Dünya hakiki zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, bir takım nimetleri tatsak bile, Üstadın buyurduğu gibi, “tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.”Alınan lezzet ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor. Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar saatlerce, aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.

 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (On Dokuzuncu Lem’a)

 Tefekkür, rahmet vesilesi olan bir düşünce olduğu için esası ve hedefi itibariyle güzel bir amel ve kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Kur’an-ı Hâkim zişuurlara şöyle sesleniyor: “düşünmüyor musunuz?”, “tefekkür etmiyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?”, “baksanıza!”, “düşünsenize!” diye insanı tefekküre davet etmektedir.

Bediüzzaman, “Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.” Demiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org