Tekfir Ahlakı(!)

Her insanın fıtrattan gelen veya adet edinilmiş bir takım özellikleri vardır. Bunlar bilgilerle ve inançlarla harmanlanarak insanların karar ve davranışlarını belirlerler. Öğrenilenler ve inanılanlar, adetlerin hatta zaman zaman fıtratların değişmesinde etkili olabilirler.

Meselâ Hz. Ömer gibi sert ve belki zalim denebilecek davranışlar sergileyebilen biri İslâm inancı ile birleşince adalet kelimesiyle birlikte anılacak bir yıldıza dönüşebilmiştir. Veya içkinin yasaklandığı ayeti duyduğu anda belki sarhoş gezmeyi adet edinmiş sahabeler boğazlarındaki içkiyi bile yutmadan tükürmüş bir daha da ağızlarına içki koymamışlardır.

Bunların dışında insan davranışlarına yön veren bir de nefs vardır. Nefs de insana şeytanın suflesiyle daima kötülüğü telkin eden ve “içeriden” konuştuğu için direnmenin zor olduğu bir donanımımızdır.

İşte bu nefs bilgi ve inanç noktasında da insanları her zaman yanıltıcı telkinler yapar. Meselâ insanlarda bilgili olma ile bilgili olduğunu sanma hissi genellikle ters orantılıdır. İnsan ne kadar az biliyorsa o kadar âlim olduğunu sanır. Zırcahillerse her şeyi bilir(!)

Benzer durum inanç konusunda da mevcuttur. İnsan imanı kuvvetlenip İslâmî yaşayışı kendine hayat tarzı haline getirdikçe daha fazlasını yapma şevki de artar ama bu zayıfladıkça aslında İslâm’ın kendi düşündüğü ve yaşadığı gibi olduğunu, daha da kötüsü öyle olması gerektiğini düşünmeye başlar.

Bir seviye daha inildiğinde ise “Cahil Müslüman” ifadesindeki “cahil” kelimesi ferdi değil İslâm’ı nitelemek için kullanılmaya başlanır. Yani “tembel öğrenci” derken kast edilen öğrenci sıfatını haiz bir kişinin tembel olması gibi değil “kaba taşralı” derken kişinin taşralı olduğu için kaba olduğunun kast edilmesi gibi söylenir. Yani onlara göre Müslümanlar Müslüman oldukları için cahildir. Cahil olmasalar Müslüman da olmazlar.

Nefsin kendinden başkasını yanlışlama telkini maalesef bilgi seviyesinden bağımsızdır. Her bilgi seviyesinden bazı insanların kendinden (ve belki kendisini yetiştiren hocalardan) başka herkesi yanlışlama merakında olduğuna sıklıkla şahit olmaktayız. Bu durumda meseleyi ortaya çıkaran bilgi eksikliği değil nefsle mücadele eksikliği ve sonucunda nefsine esir olmaktır.

İnanç alanında da bu durum tekfir şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Sanki nefs insanın kulağına “Oğlum adam şöyle şöyle dedi. Kesin bu kâfir oldu. Bir an önce bunu herkese ilân et ki Cennette ona ayrılan yer sana verilsin!” demiş gibi hata yapmış insanları tekfir etmek kimilerinde artık bir davranış biçimi haline gelmiş.

Hâlbuki bize insanların ayıbını gördüğümüzde bunu saklamamız emredilmemiş miydi?

Burada en çok yanılınan nokta şudur: Bir Müslüman’da küfre dair bir işaret görüldüğünde veya bir kâfirin yapabileceği bir hareket yaptığına şahit olunduğunda, bu onun kâfir olduğunun kesin delili değildir. Bir kâfirin bütün fiilleri küfür olmak gerekmediği gibi bir Müslümanın da bütün fiilleri Müslüman olmayabilir. Herkesin nefsi vardır, nefsine yenildiği noktalar olabilir. Birden fazla delil olsa bile şeran bir insanın küfrüne hükmetme yetkisi herhangi birinde değil sadece müftüdedir.

Tabii kişi kâfir olduğunu ilan etmekten çekinmiyorsa o ayrı…

Birini tekfire yeltenen kişi aslında çok büyük bir riske de girmiş olur. Çünkü tıpkı bedduada olduğu gibi tekfirde de ağızdan çıkan söz havada kalmaz, muhatap ona lâyık değilse söyleyene döner. Durumu Sevgili Peygamberimiz bize şöyle haber veriyor:

“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”

Tekfiri adet hatta ahlâk haline getirenlerin içinde bulundukları tehlikenin büyüklüğü bu hadis-i şerifle daha net ortaya çıkmaktadır.

Kaldı ki:

Faiz yemek kâfir davranışıdır ama bir insan faiz haram değil demiyorsa faiz yediği için kâfir olmaz.

İçki içmek kâfirlerin davranışıdır ama içki içmek haram değil demiyorsa içen kâfir olmaz.

Hiç kimse bizim istemediğimiz partiye oy verdi diye de kâfir olmaz.

Büyük günahların, küfre giden yolun parke taşları olması başka bir konudur.

Bir insan bir başkasını bir davranışından dolayı tekfir etmeden önce konu hakkında tüm bilgilere sahip olup olmadığını, o davranışı sergileyen kişinin içinde bulunduğu koşulların ne kadarından haberdar olduğunu da düşünmelidir. Uzuvların göze tabi olması gibi, amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha hayırlıdır. Nefsi kendisini bu tip hareketlere davet eden kişi şu hadis-i şerifi aklından çıkarmamalıdır:

Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.

Başkasının kazanamadığı imtihanları kınamadan önce, kendimizin aynı şartlarda aynı imtihanı kazanıp kazanamayacağımızı da düşünmeliyiz. Kendi şartlarımızda kolayca geçeceğimizi sandığımız o sınavı onun şartlarında da geçebilir miyiz acaba?

İnsanlar, kendilerinin girmediği sınavlara girip de başarısız olanları kınamaktan bir vazgeçseler, ortalık güllük gülistanlık olacak.

Muhiddin Yenigün