Tekrar ve terbiye

Tekrardan tembeller usanır. Halbuki, tekrar tahkim içindir.

İman da tekrarla tahkim olunabilir. Tahkim aynı zamanda tahkik demektir.

Tekrar tahkik ile tahkim etmek demektir.

Taklid ile tekrar ise, tahkim değil aşınmayı getirir. Makinenin aşınması bu tekrardan gelir.

Tabiat ‘fikri küfri’si, tekrarı taklidden ibaret gördüğü için, kendi makinesi olan nefsini de bu biçimde tahkim etmeye çalışırken bozar.

Batı’nın kendini tekrardan ibaret gördüğü otomasyon, ustalık ve sistematize olmak, aşınmanın ‘asıl’da getirdiği yok etme sürecini engelleyememektedir. Dolayısıyla herşey bir düşüş ve yokoluş içindedir.

Haşir imanının içine girmediği, yani bir ömürdeki sayısız haşri yaşamadan ve farkına varmadan nefislerin tahkim olması mümkün değildir.

Günlük, yıllık ve ömürlük haşirlerle varlık tahkim edilebilir. Tahavvulat-ı zerrat, misalen buradaki tekrarın tahkimi netice vermesine bağlı bir hakikattir.

Bu, ancak Allah’ın Kayyum olması ile karşılanabilir.

***

İnsanın kendini sürekli tekrarı, taklid biçiminde ise, bu benliğin (siyah nokta) ortaya çıkmasını netice verir, sürekli bulunan bir varlık hissi insanı olduğu yerde dondurur.

Burada sürekli bir daire, fasid bir varlık algısı etrafında dönerek kendi kendini ifsad eder.

Benlik denilen tekrar ettikçe boşa dönen kendi çarklarından ibarettir. Buradan bir kayyumiyet çıkması mümkün değildir.

Bediüzzaman, iki büyük tağutla mücadelesi olduğunu söylediğinde; bunların biri insan içinde diğeri de dışında olarak; iki eş güdümlü çalışan bozulmuş makinenin çarklarını anlatıyordur.

Benlik ve diğeri de tabiat, bozulmaya götüren tekrarın iki mekanizmasıdır. Bunlara karşı da iki tekrar mekanizması ile çalıştırılacak bir doğru işleyiş gerekiyor.

Buradaki işleyişi Bediüzzaman şöyle açıklıyor:

“Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. 

Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur. 

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. 

Kezalik Kàdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını târumâr etmişlerdir.”

***

Kendi sorunu olmak bozucu tekrardan gelen tembelliği önler. Cihad-ı manevi denen cehd, gayret kendi içindeki sorunla boğuşmaktır, bunlar insan olmanın getirdiği (kalbindeki siyahlık gibi) fıtratından gelen sorunlardır.

Cihad, cehd demektir; en büyük cihad nefsiyle olandır. Bunun için terbiye edici bir tekrar olan zikir en doğru bir iştir.

Bunun için yerin ve göğün, nefsin ve tabiatın (doğrusu fıtratın) Nur’u olan Allah’ın isimleri O’nun ışınlarına (şua) birebir muhatap olarak, içindeki ışık ve harareti ile nefsin varlığından gelen siyahlıkları yakmak ile varlığını parlatmaktır.

Yani, Allah’a muhatap olmak için hem ateş hem ışık beraber gereklidir.

“Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.”

Caner Kutlu – hicbisey.com