Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (2)

Her bir ruhta inkişaf kabiliyeti vardır.

İnsanda bütün Firavunların, Nemrudların bir örneği olduğu gibi; peygamberler başta olmak üzere kâmil insanların da bir örneği insanda vardır. Söz gelimi adam diyor ki, “ben peygamber oldum.” Halbuki o adam peygamber olmamıştır, olması da mümkün değildir.

İnsandaki latifelerin en yüce mertebesi ahfâ derecesidir. Kâmil bir veli bu makama erişince, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ruh aynasında hisseder veya görür. Bundan dolayı da “ben peygamber oldum” der. Bu durum o latifenin inkişafından kaynaklanmaktadır.

Manevî yükseliş merdivenlerinde seyr eden zat, latifelerdeki hangi mertebeye girer ve kimin frekansını yakalarsa, o duygular o kişide yansır.

İşte sâlikin önünde Bediüzzaman gibi bir mürşid bulunmazsa, ya da yüksek bir ilmî kabiliyetten mahrum ise, bir şaşkınlık hali yaşar. İşte o zaman biri, “ben İsa oldum”, bir diğeri, “İsa nazil oldu, falan yerdedir” gibi sözler sarf eder.

İşte insan, duyu ve latife cihetiyle gelişmeler kaydedip belli makamlara ve derecelere ulaşıp küllîleşince; Cennet bütün güzellikleriyle onun ruhunda görünür. Ya da kalp gözüyle Cennet’i müşahede eder. Aksi istikametteki gelişmeler sonucunda da Cehennem şeklinde görür. Kabiliyetine göre Cehennem ehlini orada seyreder.

Bir başka frekansta toprak âlemini, denizler âlemini, hava âlemini seyreder. O âlemlere uğrar, misafir olur, bazen da onları kendi ruh aynasında misafir eder.

Böyle bir hal, başta akıl, kalp ve ruh olmak üzere havas, hissiyat ve latifelerin inkişafından kaynaklanmaktadır.

İşte insan şu âleme bir fıtrat (yaratılış) mu’cizesi olarak gönderilmiştir. Haliyle, aklıyla o âlemlere uğrar, gâh söz konusu âlemleri ruhunda canlandırarak seyreder, gâh o âlemleri içinde yaşar.

Mâneviyatta terakki eden bir sâlikin kalbinde devamlı bir hareket, değişme, gezinme ve seyahat vardır. Bir ucu geçmişten geleceğe, bir ucu zerreden Arş’a kadar uzanır. Ruhunda âlemleri nakşeder. Kendisi olmaktan çıkar, başkası olur.

İnsanda öylesine mânevî bir güç, bir kabiliyet vardır ki, Allah’ın rahmet ve lutfuyla Esmâ ve sıfât-ı Rabbânî’nin tecellîlerine eriştiğini anlasa, bütün kâinatı ruhunda hisseder. “Yer benim, gök benim; Cennet benim, Cehennem benim” diyebilir.

İnsan, varlığında muhtelif cins ve miktarda bulunan örneklerin kaynağına kavuşmak ister.

Üstad Bediüzzaman’ın şu cümlesi konumuza ışık tutmaktadır:

Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.

Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.”(Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’câz, 17)

İnsanın mahiyetinde bütün âlem yerleştirilmiştir. Bu bakımdan bazen nefsanî hisler, bazen da Rahmânî hisler galebe çalar. Rahmanî hisler harekete geçince, ruh aynasında peygamberleri görür. Oysa ki o kişi peygamber olmamıştır, kendini öyle görüyor. Nefsânî hisler galip gelince, Firavun yönü ağır basar, kendini öyle görür. Ama o insan Firavun olmamıştır. “ Falancanın ruhu bana intikal etti” diyerek tenasuh fikrini çağrıştıranların sözleri de şatahat cinsinden bir takım tutarsız sözler olup, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkanların durumu da karışıktır. Ya kabiliyeti eksiktir, ilim ehli değildir, ya insaniyet sırrını anlamamıştır, ya da mürşid bildiği kişi/kişiler ehliyetten yoksundur.

Bu gibiler, başlarına gelebilecek bu tür şaşkınlıkları derhal üzerinden atmalı, istikametini muhafaza etmeli, bilmediği konularda bilenlerden yardım almalı, manevî rehabilitasyondan geçmelidir.

Şayet bu yolda seyr u sülûk yapan kişi, ilim ve tahkik ehli değilse, dalâlete düşebilir. Çünkü ilim ve tahkik/tetkîk ehli, keşfiyatını Kitap ve Sünnet ölçüleriyle tartar, onlara uygunluk varsa itibar eder, aykırı ise reddeder. Bu ölçü ile hareket etmeyi başaramayanlar, bu tür meselelerde dalâlete kadar gitme tehlikesiyle baş başa kalırlar.

Tam da bu noktada mânevî dengeyi sağlayamadığı için, “tenasuh var” diye inanmaya başlar.

Günümüz toplumlarında kısmen de olsa bir maraz şeklinde kendini gösteren bu çıkışların Kur’ân reçetesiyle tedavisi şarttır. Buna kendini inandıranların Şeytandan ve şeytanlaşmış insanlardan başka da tutunacağı bir dal söz konusu değildir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifade ettiği gibi; Molla Halil-i Siirdî demiş ki: “Tenasuh, yani bir insanın öldükten sonra ruhunun diğer bir cesede girip tekrar dünyaya geri gelmesi inancı bâtıldır, aslı ve esası yoktur. Ancak bu, insandaki kabiliyetin inkişafıdır ki; böyle bir görüntü veriyor. Hâşa! Bir insanın ruhu, diğer bir insanın içine girmez. Her cesedin ruhu ayrıdır. Bir ruh, bir cesede aittir. Başka bir cesede giremez. Zira ruh, cesedin kanunudur. Her cesedin kanunu da ayrı ayrıdır. Cenâb-ı Hakkın, bir mevcudun içine girmesi de muhaldir (imkânsızdır). Hâşa! Allah, bir şeyin içine girmez. Bütün bu düşünceler bâtıldır.”

İnsanda bütün âlem toplanmıştır. Unsurları yüklendiği gibi, madenleri de bünyesinde barındırmaktadır. Kalp ve ruh cihetiyle Salih ve kâmil insanların örneklerini taşıdığı gibi; nefis itibariyle de âsi ve cebbâr insanların nümunesini taşır.

Hâşa!, Bediüzzaman Hazretlerine tenasuh konusunda bühtan ve iftirada bulunanlar Risale-i Nur’ları okumayan ve anlamayanlardır.

Bu 2. bölümü Müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın (r.a) bir sözüyle noktalamak, 3. bölümde ise yine özet bilgilerle meseleye şimdilik nokta koymak istiyoruz inşâallah.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.” (Sözler, 17. Söz, s. 185)

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy