Toprak

Dost dost diye nicelerine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allaha
Hak’kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır

Aşık Veysel’in  sözleriyle yaratılış hamurumuzu anlatmaya başladık İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası, babamız, Hz. Adem (as)’ı Cenab-ı Hak  topraktan yarattı. İnsan, maddî yanı, itibariyle topraktan yaratılmış bir varlıktır. Nasıl ki ilk insan, kara topraktan yaratılmışsa, her insanın biyolojik tohumu olan spermlerin de asıl vatanı topraktır; çünkü insan, toprağa bağımlı ve topraktan beslenen bir varlık olduğu gibi, onun maddî yapısında bütünüyle topraktan gelen elementler vardır.

Toprak, yeryüzünü gökyüzüne bağlayan sihirli bir düğümdür. Güneşten gelen ışıklar, bulutlardan dökülen yağmur damlaları, kar tanecikleri, rüzgarların önünde savrulup duran hava zerreleri, toprağın kucağında buluşur, onun beslediği irili ufaklı yapraklar arasında kaynaşıp birbirinden  tatlı meyvelere dönüşür, hayata karışırlar. Böylece toprağın kucağında nice baharlar yaşanır…

Güz de onun kucağına düşer. Sıcacık bir meyvenin kalbinden dökülen birer dua gibi, tohumlar, onun bağrında yeni hayatlarına hazırlanırlar. Solgun yapraklar, sanki son bir ümitle onun kucağına atarlar kendilerini… Ölen her şey ona, bitkiler, hayvanlar, insanlar ona döner. Cesetler orda hücrelerine, atomlarına kadar ayrılırlar. Ayrışan zerreler baharda tekrar dirilmek için hazırlanırlar. Sonunda, yeryüzüne bahar mevsiminde başını uzatan bir filiz, daha önce ölmüş bir canlının zerrelerini giyinip, öylece tebessüm eder insanlara,  gün ışığına, bulutlara, yıldızlara…Her bahar yeniden dirilişi haykırır biz şuur sahiplerine..

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Kışın ölmüş olan yeryüzünü dirilten elbette Allah’tır. Başka hiçbir şey veya tesadüf bunu yapamaz. Baharın yeryüzünü diriltmeye gücü yeten Allah, elbette haşrin baharında  insanları, kıyametle ölmüş olan kainatı da diriltir.

Bediüzzaman’nın Haşir Risalesini yazmasına sebep olan ayetlerden birisinde Allah, dünyada öldükten sonra diriltilmenin değişik boyutlarına dikkat çekiyor ve öldükten sonra diriltilmeyi insan aklına yaklaştırmaya çalışıyor: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümün ardından nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kadirdir.” (Rum: 30/50.) Bakara suresinde ise bu ayetin biraz daha açıldığını ve somutlaştırıldığını görüyoruz. Burada Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde düşünen bir topluluk için pek çok hikmetler olduğuna dikkat çekiliyor. (Bakara: 2/164.)

Cenab-ı Allah cansız elementler halinde iken hayat verip dirilttiği, bütün bitkileri ve bazı hayvanları kış mevsiminde öldürüp baharda toprağın altında tohumlar çürürken tekrar dirilttiği gibi insanı da öldükten sonra tekrar diriltecektir. Bediüzzaman, bu gerçeğe bir de şu şekilde işaret ediyor: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulunmasını kıyas edemeyip, istib’ad ediyorsunuz. (Akıldan uzak görüyorsunuz.) Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı, zannedersiniz?” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

Bu anlatımda güçlü bir mantık görüyoruz. Bu ifadelerde kainat bir ağaca, insan ise meyvesine benzetiliyor. Ağaca önem veren bir zat, onun meyvesini daha çok önemseyecektir. O meyveyi de öldükten sonra, yani toprağa düşüp maddi varlığı çürüdükten sonra tekrar diriltecektir. Çünkü, gözümüzle görüyoruz bütün dirilmeler, çürüdükten sonra oluyor. Her bahar mevsimi haşr-i cismaninin binlerce delillerini biz şuur sahibi insanlara okutuyor.

Evet, sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı, renkli, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan  kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir. Dünya bu yansımalarla aydınlanır.

Toprağa  ‘kara toprak’ der geçeriz. Görmüyorlar mı onun bütün dünyaya renk verdiğini? Her şey zıddına ayna olurmuş derler ya, işte toprak da,  o karalığı ile ışığa öyle bir ayna olur ki, nice parlak şey onun aydınlığına yetişemez. Mesela,  suya güneşin hangi rengi düşerse, sadece o rengi geriye yansıtır. Cam aynalarda öyledir. Ama toprağa düşen gün ışıkları yedi rengin bütün tonlarına dönüşüp öyle geriye yansır. İşte renk renk çiçekler, işte renk renk yapraklar, otlar, meyveler, sebzeler…

 Toprağın bu aydınlığı sayesindedir ki, açan her çiçekle dağlar, ovalar, vadiler renklenir, dünyamız güneşin bütün renklerini giyinir. Bunun için mi, dersiniz hepimiz küçük bir saksı içine koyduğumuz toprakla, odamızın bir köşesine güneşin renklerini taşımak isteriz.

“Toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mîzanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. ”  (Mesnev-i Nuriye, Dördüncü Lem’a)

“Toprakta her baharda rengarenk, farklı türlerde yüzlerce bitki boy verir. Sanki atılan tohumun özelliklerini bilip ona göre tavır sergiler bir hal vardır. Tohumdaki genetik şifreler adeta toprak ROM’unda çalışan CD’ler gibidirler. Ancak, ürünler üç boyutlu, elle tutulup, gözle görülen, hatta bunun gibi diğer duyu organlarına da hitap eden şekilde olduğundan tohumları otomasyon sistemi ile çalışan ve çok geniş bir spektrumda farklı hallere uyum sağlayan bir fabrikanın bilgisayar sisteminin CD’si olarak düşünmek gereklidir. Sanki, bütün çiçeklerin, bitkilerin gerisinde mükemmel bir sistem, bir program işlemektedir. Ancak bu işleyiş bir otomasyon tarzında da değildir. Çünkü ürünler tıpa tıp birbirinin aynı bir fabrikadan çıkmış gibi de değildir. Her birinin kendine mahsus ayırt edici özellikleri olduğundan, her bir unsurun tek tek ele alındığı izlenimi doğmaktadır. Bu durumda ya toprak her tohumu ayrı ayrı tanıyacaktır yada her birindeki programa uygun işleyişleri sergileyecek sistemlere sahip olacaktır.

Toprakta, bu özelliklerin hiçbiri ve bu sistemlerin içinde olduğuna dair en ufak emare yoktur.

Sanki, havanın, suyun, toprağın gerisinde gizli bir el, bir kalem-i kudret işlemektedir. Evindeki saksıda yetişen atlas ve kadife gibi kumaşlar benzeri yaprakları saksıdaki toprağa hamletmek ya da toprakta gizli bir fabrikanın ürünleri olduğunu düşünmek akıl ve mantık denen özelliklerle ne derece bağdaşır?

O zaman her şeyin aslı, bir kudret kaleminin çizdiği resimler gibidir. Bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Külli-i Şeyin elindeki bu kalem, kudret mürekkebi ile yazarken ucu bazen ince ve zerreler, atomlar şeklinde, bazen da daha kalın hava, toprak, su şeklinde yazıyormuş gibi gözükür. Her şey O’nu ifade eder. Bazen bir kıpırdanış, bazen tatlı bir tebessüm, bazen nesim-i sonbahar, bazen zemini süsleyen cennet bahçeleri, bazen semayı tezyin eden mücevherat misali yıldızlara dönüşür Bazen da beşeri tatlı nağmelere dönüşür bu ifadeler. ”  (http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/23/2001&TextID=321)

Toprağı anlamak isteyen, Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verebilir. ”Evet, baharda toprağın hadsiz latif çiçeklerle ve nihayet derecede güzel ve cemil hayvanat ile süslenip bezenmesi vaziyetiyle, o Şems-i Ezel’in kemâli rubûbiyetini nida edip ilan ettiği göz ile görünmektedir.”

Toprağın maharetlerini saymakla bitiremeyiz. Ama o kendini gizler. Toprak kadar tevazu sahibi bir varlığı gösteremeyiz. Tevazu ya açılan kapı topraktan geçer….Toprak mahviyet ve tevazu simgesi olarak ayaklar altına serilmiş. Gelen basıyor, giden basıyor. Gelen tükürüyor, giden tükürüyor. Toprak ayaklar altında…

Ama bakın bütün bağlar, bahçeleri, semereler, meyveler kimin göğsünden fışkırıp çıkıyor?

Hz. Mevlana toprak gibi olmaya teşvik babında derki;

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak ol ki, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin.”

Hepimiz kara toprağa gireceği bir gün vardır. Esasında  hepimiz o günü, öleceğimiz günü bekliyoruz. Dünya imtihanını kazanan ebedi mutluluğu elde edecek. Bunun için, sağlam yaşamak, imanlı yaşamak, imanı ibadetle süslemek gerekiyor. Çünkü, “Mevt (ölüm) idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî (ebedî ayrılık) değil, adem (yokluk) değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam (mahvoluş) değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm (her işi rahmet ve hikmetle yapan Allah) tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha (kabir âlemine) bir visal (kavuşma) kapısıdır.” (Asay-ı Musa)

Ülkemizde son aylarda yaşanan  terör olaylarından dolayı  askerlerimiz, polislerimiz şehit olmaktadır. Masum ve mazlum vatandaşlarımız ölmektedir. Türkiye’ye diz  çökertmek için içteki ve dıştaki hainler Ankara’da 95 vatandaşımızı katlettiler. Ölümü her gün yaşamaya başladık. Bu hainleri lanetliyoruz. İnşallah bu şerlerin  ardında hayırlar bizi beklemektedir.

“… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” 
(Bakara Suresi, 216)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: