Tutarsızlıklarımızın Sebebi

Tutarsızlıklarımızın Sebebi

gemi dalga ile ilgili görsel sonucuİnsan, bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır. Temsilde hata olmasın sistemin ana kartı insan; on sekiz bin alem ise paket programdır.

Bu sistem Nefis, Ruh ve Ene olmak üzere üç temele inkisam etmiştir. Bu sistemin işletiminde ise “muhtelif fehimler ve istidadlar..”[1] olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmakta ve aynı hadiseye farklı manalar ve tavırlar sergilemekteyiz.

Bu sistem o kadar karmaşıktır ki içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Sistemin analizi ve sentezini yapanlar ise tutarsızlık sergilememekteler. Şu zamanımızda insanın en büyük problemlerinin arasında tutarsızlık gelmektedir.

Sistemin karmaşık olduğuna dair;

“Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.”[2] İnsanı sair mahlukattan ayıran farklardan birisi de kuvve ve latifelerine bir sınır çizilmemiş olmasıdır. Sair mahlukat ise bir yere kadar sınır çizilmiştir. Ama insanın Şeheviye, Gazabiye ve Akliyesine konmadığı için hem mahlukatın mümessili halifesi veya en alçağı da olabilecek bir sistemdir. Asansör gibi alt katlara da üst katlara da gidip gelmesi mümkündür. Şayet Rabbini tanımak gayretinde olursa mahlukatın mümessili olur. Veya bu istidat ve kabiliyetlerini dünyevi bir şeye de sarf etse onda da fani olabilir.

“insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[3] Cenab-ı Hakkın nice esma ve sıfatı olduğu malumdur. Bunları en güzel gösteren ise insan denilen sistem ayinesidir.

İnsanın sistemi o kadar mükemmeldir, o kadar harikadır ki şu surette tavsif edilmiştir. “İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahî emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gazabiye gibi kuvveleri vardır ve öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva’ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.”[4]

Tabiki insanın backgroundu yani birikimleri, tecrübesinin nispeti insanın değerini gösterir. Adeta Background insanın mihengidir ne kadar değerlidir kalitesini gösterir. “Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.”[5]

İnsanın ana kartında önemli bir yer olan ruhunda dercedilmiş olan nice istidatlar var. Yani üzerine düşülse o istidada layık bir surette çalışma yapılsa kabiliyete inkılab edecek olan kuvalar var. Herkeste doktor olmak istidadı vardır; ama kabiliyet yoktur. Yani o istidada layık çalışılırsa kabiliyet olur, meleke kesbeder. Bu kesbiyetten reşhalanan meyillerimiz var. Bu meyillerden katarat halinde olan fikirler ve düşünceler hasıl olmakta. Adeta insan bir okyanus meyiller, efkar ve tasavvurat, kuva ve istidatlar ise o okyanustan kaynağını alan açık havza gibidir.

Fotoğraf“İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemale müştak duyguları ve hasseleri ve kuvaları ve latifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek, maddî ve manevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemal…”[6] demek ki insanın bu kuvaları maddi ve manevi güzelliğe sahip olan her şeyle alakadardır ve onlardan beslenmektedir.

“Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”[7]

 “iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”[8]

“zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.”[9]

İşte, insan denen sistemin kısımlarını tesis eden istidad ve kuvalar ve kabiliyet ve latifeler ise üzerinde tek tek durulup analiz, sentez ve tahlil edilerek laakal kendi sistemimizin tez-antitez-sentezini en bariz net hale gelene dek yapabiliriz.

Bir insan ne kadar malumat elde ederse etsin bu malumatı tatbik etmediği müddetçe hayatının sentezini yapamadığı müddetçe bu malumat ilme inkılab edemez. İlme inkılab etmeyen malumat ise insanı ifrat ve tefrit gayyalarına kapılmaktan kurtaramaz. Çünkü malumat insanın enaniyetini kamçılar, havalandırır ve tekebbüre yuvarlar, ifrat kapısını açar. Bu kapıdan geçtiğinin farkına da varamaz. Vardığında ise artık bor’un pazarı geçmiş olur.“Ehl-i dikkat nazarında, za’fı gösteren tekebbür[10] ise, özelde insan genelde topluma çok vahim neticeler doğurmuştur. İnsanın zaaf sahibi olduğunun en bariz alameti tekebbürden başka bir şey değildir.

  Tekebbür eden kimselere bakıldığında kendisini adeta kainatta ne kadar ulum varsa hepsi kendisinde tecelli ve cem olmuş gibi bir tavır takındığı görülmektedir. Mütekebbir insanın hali o kadar vahimdir ki herkesten saygı ve hürmet beklentisi içerisindedir. Bu ise manen zillet ve minnete sebeptir. Bu kibir ve gururları sebebiyle adeta kendisini kusursuz zannedip, kendisinden maada herkesi esfel-i safilinde görmeye sebeptir.

“Havastaki meziyet, filhakika sebebdir tevazu’, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebeb tahakküme,

 Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete.”[11]

  “Men arefe nefse, fe gad arefe rabbe” sırrına eren kimseler kalb ve ruhun mezciyle malumatlarını ilme inkılab ettirmesiyle amil sıfatına haiz olur. Amil olanlar tevazu ve mahviyet sahibidir. Şayet amil zannolunan birisi beklenti içerisindeyse saygı, hürmet, alaka gibi o kimsenin amil olmadığına tam delildir.“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[12] Şayet büyük zannolunan birisi kendisine hürmet istiyorsa o kimse büyük filan değildir. Çünkü malumatı onun enesini kene yapmış ve ene enaniyete inkılab edip bu insanı havalandırmış bu havalanmak sebebiyle yüksek görünmüştür. Aslı bir balon gibidir. Bir iğne ile büyüklüğü gider havası söner. Hadisat-ı alem şahittir.

  Manevi hizmetlerde olmazsa olmaz olan şey tevazu ve mahviyettir. Bunlar insanın backgroundunda olmazsa hizmet denen şey şahsın hevasına ve hevesine hizmet olur. Hakka hizmet zannolunan o hizmet aslen ama batıla hizmet veya hezimete sebep olmaktadır.

   Bu beklenti şahısi olduğu gibi kutsal addedilen bir zümreye de olabilir. Kendilerine bir kulp takıp bilmem ne heyeti bilmem ne zümresi bilmem ne istişaresi meşvereti diye de karşımıza çıkabilir. Mütekebbir bir heyet olabilir.

   Bu beklentiye malik olanlar ister şahıs ister zümre olsun insanları hakka yaklaştırmak yerine uzaklaştırmaktadır, tiksindirmektedir.

   Hani ashab-ı güzinden Muaz Bin Cebel demiş: “ey iman edenler gelin bir saat iman edelim.” Tıpkı bunun gibi ey ahir zaman insanı gelin bir saat sistemimizi çözmek için elden gelen gayreti sarf edelim ki rahat edelim ve bu sayede tutarsızlık sergilememiş olalım.

            Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org


[1] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[2] Lem’alar ( 171 )

[3] Mektubat ( 332 )

[4] İşarat-ül İ’caz ( 85 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 55 )

[6] Sözler ( 501 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 13 )

[8] İşarat-ül İ’caz ( 42 )

[9] İşarat-ül İ’caz ( 52 )

[10] Sözler ( 315 )

[11] Sözler ( 708 )

[12] Münazarat ( 24 )

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: