Ümmetin Dağları..

Dağlar dağımdır benim

Dert ortağımdır benim…

Dağlar onun dağı dert onun ortağı, ortağı dert olanın başı dumanlıdır dağlar gibi.

Yine bir halk şairi;

Yüce dağım yağar bana kar o yandan kar buyandan

Al hançeri vur sineme yar o yandan yar bu yandan…” diyor.

Kendini bir yüce dağa benzetmiş, yüce dağlara her yandan kar yağar, o yağan karları karşılar ve şehirlerde insanlar felaketlerden korunmuş olarak yaşarlar. Yar kelimesini iki anlamda kullanmış bir yarmak parçalamak anlamında, ama yarmak kesmek değildir. İkiye bölmek gibi bir anlamı var. Diğer anlamı ise sevgili manasında ‘yar’dır ama yar kelimesi sevgiliden güçlüdür. Sevgili mevsimliktir ama yar ölene kadardır. Bu yüzden Hz. Ebubekir’e “Yar-ı gar“ denilmiş. Yaran dostlar demek. Savaş sırasında Hz. Ebubekir (ra) çadırdan çıkıp savaşa katılmak ister Cenabı Peygamber (asm) “Dur ya Ebabekir” der onu bırakmaz. Allah Resulüne iki büyük yar vermiş biri Hz. Hatice, diğeri Hz. Ebubekir. Bu büyük nübüvvet yükü onlar ile götürülmüş.

“Çekemem ben bu derdide

Balam bölek seninle…”

Hz. Hatice’nin hayatı ile ilgili yazdığı romanında Nurdan Damla hanımefendi, onun nasıl Peygamberimizin (asm) çevresinde bir koruma zırhı oluşturduğunu bütün heyetiyle anlatır. Özellikle nübüvvet gelmeden önce meydana gelen ilahi bir rüzgarın sadmeleri sırasında Hz. Hatice’nin telkinleri ona büyük istinadgah olur. Yürürken sağdan soldan gelen sesler, görülen tayflar Peygamberimizi ciddi rahatsız eder. Hz. Hatice ona güç ve enerji verir. Nebiyi Zişan, bütün şanların onun yanında şan olduğu şanlı nebi “Yoksa ben kahin mi olacağım Hatice“ der. Nebiler nebisine Hatice, “Yok ya Muhammed kahinler kötü insanlardır, sen hep iyi oldun iyi şeyler yaptın sen neden kahin olasın, sana Rabbin güzel şeyler hazırlıyor bak göreceksin” der.

Vahyin ışığı ile ilk karşılaştığında, Cebrail’i ilk gördüğünde klasik evren geometrisinin dışındaki bu olaylar karşısında itidalini Hz. Hatice’nin tavırları ile korur. Bir insan alışılmış nesnelerden korkmaz ama birden bire bir kanadı bir bulut kadar büyük Cebrail ile karşılışırsa nasıl bir hayret ve tahayyüre düşer. Hira’dan koşarak gelir hiçbir şey söylemez “üzerimi ört ya Hatice“ der. Vahyin ışığı bedeninde büyük seğirmelere neden olmuştur, bu yüzden bir süre böyle kalır.

Bediüzzaman, Peygamberleri dağlara benzetir. Nasıl dağlar insanlara gelen belaları omuzlarsa peygamberler de insanlara, ümmetlerine gelen belaları karşılarlar. Böyle bir peygamberin (asm) ümmeti olmasaydık, onun her ferde düşen sigorta hissesi ile yaşamasaydık kim bilir nerede sona ererdi ümmetin sonu? Hz. Hatice de Peygamberimize gelen musibetlere ve gerginliklere, zulümlere karşı bir dağdır, biri ümmetin belalarının dağı diğeri ümmetin peygamberinin dağı.

Daha doğduğunda secdeye kapanıp “ümmeti ümmeti“ diye tekellüm etmesi, dağvari bir tavırdır. O günden karı, buzu, fırtınayı karşılamış omuzunu dünyadan daha büyük bir yük altına almıştır. Bediüzzaman, “dünyadan daha büyük bir yük omuzlamıştır” diyor. Peygamberimiz daha doğduğunda dünyanın hali iyi değildi, büyük devletler hep putperest, bir kısmı da vahyin hakkını vermemiş dejenere olmuş ümmetlerdi. Yahudiler ve Hristiyanlar gibi. Doğduğu anda ümmeti ümmeti demesi birden dünya üzerindeki belaları zaafa uğratmıştır.

Dağlar o kadar önemli ki mukaddes kitabımız dağların evrenin fiziki yapısındaki önemine işaret eder. Bediüzzaman o ayeti çok değişik perspektiften izah eder. Çoğul perspektiften bir dağa bakmak da dokuz değişik bakışın taalluk ettiği alanlarda ilmi ve yorumu gerektirir, anlatılan ve anlatan ne kadar harika. Bir ami, çadırda oturan bir edibin bakışı, coğrafyacı bir edibin bakışı, medeniyet ve heyet-i ictimaiyede mütehassıs bir hakimin hissesi, hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun bu kelamdan nasibi. Dağlara altı değişik bakış açısından bakar. En sıradan da en üst düzeye kadar bakış açılarına göre dağlara bakmak, bakan yorumcunun ne kadar farklı alanlarla eşyaya ve nesnelere, olaylara baktığını göstermez mi? Bediüzzaman için de bir ami, coğrafyacı edip, bu iki şeyi ihtiva eder. Biri coğrafyacı hem de edip, ikisi bir araya gelmeyebilir. Demek o hem ediptir, hem de coğrafyacı kim Bediüzzaman. Biri şair, bir metne şairiyyet yüklemek bu da Bediüzzaman’ın vasfı, bir ifadeyi şairane hale getirmek, ne kadar zengin perspektifler gizli.

Risale-i Nur aslında dikkatle okunursa şiirsellik zaten var. Ne nesre benziyor ne de nazıma ikisi ortasında ikisinin de özelliğini taşıyan bir metin. Bir metni şiirselleştirmekten haberi olmayan okuyucular tek düze ve monoton okurlar, aslında Risale-i Nur nasıl okunur onun da bir metodolojisi var.

Çadırda oturan bir edibin de bundan hissesi, hem göçebe olacak hem de edip, ikisi bir arada hem çadırda oturan, hem de edip olacak o gözde Bediüzzaman’da gizli. Nice devlet adamları geldi geçti hep aynı şekilde eşyalara bakan perspektif yoksulu. Bizim edebiyat sanat ve felsefe ve dinde en büyük eksiğimiz perspektif yoksulluğudur, elli yıldır aynı şeyleri anlatan insanlar, dilencilerden daha huzursuz edici. Bediüzzaman ve perspektif bir sanat konusu. Perspektif fikri bize yabancı hep aynı şeylere aynı şekilde bakan insanlar istila etmiş herşeyi, farklı bakana bir yama yamarlar kıyamet. Perspektif düşmalığı ayrı bir şey.

Dünyanın en zengin metinlerinin karşısında durgun sular gibi bakan insanlar. Güzel şey görememek ne kadar sıkıntı verici. Bir de buna bak “ medeniyet ve heyet-i ictimaiyenin mütehassıs bir hakimi” Tam dört vasıf içiçe. Hem medeniyet tarihçisi , medeniyet tahlilcisi, hem sosyal hayattan anlayan yani sosyolog, hem ikisini birden anlayan, anlayan değil mütehassıs, o işin uzmanı . Sonra bir de hakîm yani filozof olacak. Mesela günümüzün müştehir sosyologlarından Weber hem ekonomici hem de sosyolog ama onda bu özellikler yok. Sosyolog Bediüzzaman o da ayrı bir özelliği. Sonuncu perspektif “ hikmet-i tabiiyyenin bir feylesofunun şu kelamdan nasibi” yani fizik, kimya , biyoloji, matematik , geometri gibi konuların hepsinde uzman olacak hem de bunların felsefesini yapacak tam kendisi iste. Bir insanın eserindeki biyografisi bu demek nerde doğdu nerde azraille buluştu, eserleri karpuz sayar gibi şunlar bunlar Bediüzzaman orada yok, burada gizli. Burada altı perspektif var ama onların herbiri ayrı ayrı perspektifler ihtiva ediyor.

Bediüzzaman burada bir bilim tarihi sorunu daha anlatmış oluyor, tek bir bilimle değil birçok bilimin imtizacından hasıl olan bir şekilde bakıyor, bugün tek bakış açısı eksikliğinin yanında birde birçok ilmin verileri ile bakmak. O fakirlik bunu ifadeye fakirlik yetmez burada züğürtlük demek daha makul. Neden Bediüzzaman “mütefennin değilse bu bahsi okumasın” diyor, yani bu bahsi ancak birçok ilimde karihası olan okumalı diyor, peki Risale-i Nur’da mütefenninlerin okumayacağı bahisler ne kadar hadi buna bir zihin sarfedelim. Ders okuyor hem ne metin dediği “ şimdi şurayı da okuyayım, hadi bitti hadi bitti sanki arkasından kovalayan biri var“ birden arkasından Bediüzzaman bağırsın mı kardeşim acelen ne..

Dağlar seni delik delik delerim

Kalbur alıp toprağını elerim

Buraya da hasta eşini şehire götürmek için koşturan adamın yavuklusu yolda tabutu istihkak eder, atın altında sevdiği şehadet getiriyor, kalkıp elini dağlara kaldırıp “ dağlar seni delik delik delerim” ya ne deseydi gariban. Yine bir başkası belki yemen de asker bekli Galiçya’da her sabah kalkar Fatma aklına gelir, ne desin aşık “ eğil eğil dağlar başından aşam,” Keşke dağlar eğilseydi. Ya Bediüzzaman “ bu dağları Yıldız sarayına değişmem “ der. O kadar bakış açısını içinde toplayan bir adam ne yapsın, hep anlaşılmadığından şikayet etti , hatta “Menderes beni İnönü’ye rüşvet verdi” der ne garip değil mi? Çektiklerini bazen anlatmış ya hepsini anlatsaydı;

“Ne kalem dayanır ne kağıt

İster dünyayı ister kendini dağıt

İster ağla ister yak yağıt

Sonunda karşında altı dar üstü geniş bir tabut

Gidiyorsun bekliyor seni mabut.”

Dağları bir dörtlükle bitirelim, köy yerinde çocuğu ölen bir baba;

“Kırmızı gül ile boyandı dağlar

Hastanın halinden ne bilir sağlar

Yastık melül mahzun döşek kan ağlar

Yol verin yavruma beyler ağalar…” der.

Bedri Rahmi der ki, öyle şairler gördüm şairliğimden utandım, işte bu şiiri söyleyen şair gibi, öyle kilimler gördüm ressamlığımdan utandım, köy yerinde kök boyalarla boyanmış Fadime ananın kilimi, şair ve ressamı utandırır.

Isparta’ya kar yağdı, güneş ışığında dağların ve düzlüklerin parlayışı, mevsimi öldürüp kefenini boynuna geçirmiş evrenin sahibi, dağlar ve karı yazacaktım elimden gitti kalem, değişti bütün alem.

Dağlar dağlar, ölen öldü kaldı sağlar

Evde yârim sılada anam ağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: