Uzun lafın kısası

İnsanlar ekseriya, meşhur kişilerin hatıralarını okumaya meylederler. En başta, âlemlerin efendisi ve en büyük rehberimiz Peygamberimiz’in (s.a.s.) olmak üzere, din büyüklerinin ve örnek alınabilecek şahsiyetlerin hayat hikayelerini ve onlardan hatıra olarak kalmış olanları öğrenmeye ve onlardan alınabilecek dersleri kendi hayatlarına tatbik ederek yaşamalarının lüzumuna ve önemine dikkat çekerek, bunu yapmaları için teşvik edilmeleri gerekir. Fakat sadece beşerî merakların ve tecessüslerin tatmini için hatıra okumak tavsiyelerinde bulunmak için ise, ayni şey söylenemez.
Madem ki, hatıra türü yazılar, insanların en çok okuduğu edebî türlerden biridir; insanların en çok bilmeleri gereken mevzulardan biri olduğu halde, en az bildiği mevzulardan biri olan hususların da sadece İslâmî emir ve yasakların kaynaklarına dayalı olarak nakliyle kalınmayarak bazı hatıralar içerisinde verilmek suretiyle daha iyi anlaşılmasında,  hatırlanmasında ve yaşanan hayata tatbikinin sağlanmağa çalışılmasında fayda olabilirdi.
Çünkü, insanların büyük çoğunluğu maalesef, “hakikî insaniyet” vasfından uzak bir şekilde bu dünyada yaşamakta ve o halde bu dünyayı terk etmektedir. Bununla ilgili şahidi olduğum bir hatıram da şöyledir:
Lise arkadaşları olan o kişiler ayni liseye başladıklarından beri elli yıl olmuştu. Bu uzun müddet içinde yaşları ilerlemiş, çeşitli görevler yapanlar yaş haddinden emekliye ayrılmışlardı, ölenler de olmuştu. Zaman durmuyordu; insanı bir sel gibi önüne katmış götürüyordu. Ölüm, hiç değişmeyen ve insanların hiçbiri için istisnası olmayan, hayatın en büyük gerçeğiydi. Her gün yüz binlerce kişi ölerek bu gerçeği insanlara ders veriyordu. Bu dersi bazıları anlıyor, bazıları anlamağa, bazıları da anlamamağa çalışıyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde mealen “Size iki nasihatçi bırakıyorum; onlardan biri ölüm, diğeri ise Kur’an’dır ” demişti.
Elli yıl önce ayni liseye birlikte başlamış bu insanlar, son yıllarda daha da sıkı bir irtibat ve dayanışma halinde idiler. O gün de, aylık buluşma günlerinden biriydi. Bir masa etrafında iki saate yakın bir süre birlikte oturdular; bir şeyler yediler, içtiler, sohbet ettiler. Ayrılmalarına yakın, aralarından birisi biraz güçlükle yerinden kalktı, birkaç adım yürüyüp durdu. Bitkin bir şekilde:
“Arkadaşlar..” dedi. “Bir limanda şöyle bir Latince yazı vardır: ‘Ultima Forsan’.
Bu, ‘Bir daha görüşemeyebiliriz’ demektir. Ben de ayni şeyi söylüyorum.” dedi.
Onun bu sözlerinden sonra kısa bir sessizlik oldu, daha sonra da bir küfür sesi duyuldu. Bu ses, biraz evvel masada birlikte oturduğu taraftaki arkadaşlarından birinin, duyduğu kısa konuşmaya sert tepkisiydi. Düşünmemeye çalıştığı bu inkâr edilemez gerçeği hatırlatana, elli yıllık arkadaşı oluşuna bakmadan, küfrederek tepkisini göstermişti. Belli ki, arkadaşının o çok kısa konuşması, onun küfretmekten kendini alamayacak kadar damarına dokunmuştu. Ama küfretmek, gerçeği değiştirebilir miydi? Görüştüğü kişilerle bu dünyada bir daha görüşememek ihtimali,  yok sayılabilir miydi?  Bu ihtimale dikkati çekene küfretmek, neyi halledebilirdi? Dostlar, akrabalar, insana ancak kabir kapısına kadar arkadaş; kabirden sonra ise, insan yalnız değil miydi? O halde insan ne yapmalıydı? Arkadaşlıklarının başlangıç tarihinden beri geçen elli yıl, az zaman değildi. Zaman ilerledikçe, lise arkadaşlarının birbirlerinden ölümle ayrılık ihtimalleri de artıyordu. Arkadaşlarından bazıları dünyadan ayrılmışlardı; sıra bir gün kendilerine de gelecekti. Bu düşünceler ciddî şekilde devam ettirilirse, insanlığın en temel sorularına geliniyordu: “Ben neyim? Ben nereden geldim? Ben nereye gidiyorum? Bu dünyaya kendi isteğimle gelmediğime göre beni kim gönderdi? Ve niçin gönderdi? Bu dünyada nasıl yaşamalıyım?”
Her insanın yanında taşımaya ve gerektiğinde gösterip işlem yaptırmaya çalıştığı bir kimliği vardır. Fakat, T.C. Nüfus İşleri Genel Müdürlüğündeki nüfus kütüğünde yer alan kayıtların sureti olan o kimlik, yukarıdaki mühim soruların cevabını ihtiva etmez. O soruların cevabını, akıl ve cüz’î irade verilerek gönderildiği bu dünya imtihanında insanın kendisinin bularak diğer kimliğinden çok, bilhassa o kimliğiyle bu dünyada yaşaması icap eder.
Hak dinden uzak felsefecilerin, üzerinde asırlarca durduğu üç temel soru olmuştu:
1 – Kâinattaki mutlak hakikat nedir?
2 – Varlıkların hikmeti ve gayesi nedir?
3 – İnsan nedir ve onun vazifesi nedir?
Hak dinden uzak felsefeciler, bu üç temel soru üzerinde durarak, mükemmel bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin yollarını asırlardır araştırmışlardı. Önce, maddî gelişme ile dünyada saadetin elde edilebileceği zannedilmiş; malda, parada, eşte, evladda, zînette, mevki ve makamda, saltanatta, şöhrette saadet aranmış; fakat hakikî saadet bunlarda bulunamamıştı.
Bu soruların cevabının verilebilmesi, dünyada mükemmel bir hayatın yaşanabilmesi ve dünyada gerçek saadetin elde edilebilmesi hak dinden uzak felsefeyle, malla, parayla, eşle, evladla, zînetle, mevki ve makamla, saltanatla, şöhretle değil; “hakikî insanlığı”nı idrâk edip o insanlığı yaşamakla mümkün olabilir. İnsana hakikî insanlığını ders veren ise, İslâmiyettir.
cehennemÜniversitede ders arasında öğrencilerle bir sohbetim esnasında, kız öğrencilerden biri “Allah’ın bizi Cehennemde yakacağına ihtimal vermiyorum” deyince, onun görünüşte Allah’ın çok merhametli oluşuyla ilgili bir inancın ifadesi gibi, fakat gerçekte ise hak din olan İslâm’a, onun kitabı olan Kur’an’a, Kur’an’dan sonra en mühim kaynağı olan Peygamberimiz’in (s.a.s) hadislerine aykırılık manâlarına da kapılar açan bu çok tehlikeli sözüne hemen müdahale etmiş ve düzeltmeğe çalışmıştım. İslâm dinî hakkında verilen ilk bilgilerden biri olan “Besmele”nin manâsı bile, onun çok tehlikeli sözüne tek kelimelik bir cevaptı.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
“Bismillahirrahmânirrahîm” kelimesi, Türkçe’ye “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” olarak tercüme edilebilir.
“Rahmân” kelimesi Kur’an’da 57 defa geçmektedir ve Allah’a mahsus bir sıfat olarak lügatta “çok merhametli olan” manâsındadır. “Esirgeyen”, “bağışlayan”, “acıyan” gibi kelimelerin, “Rahmân” kelimesinin manâsını tam ifade etmemekte olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı ‘nın “Dinî Kavramlar Sözlüğü”nde açıklandığı halde, Türkçe’de ekseriya bu kelimeler “Rahmân” kelimesi karşılığında yanlış olarak kullanılmaktadır. Yüce Allah, Rahmân sıfatının gereği olarak, yarattığı bütün varlıklara, mümin, kâfir, ibadet eden ve etmeyen ayırımı yapmadan dünyada merhamet eder.
Kur’an’da 114 defa geçen “Rahîm” kelimesi de “lügatta çok merhametli olan” manâsında olmakla beraber, “Rahmân” ismine nisbeten daha özeldir ve “sadece iman edip salih amel işleyenlere, muttakî ve muhsinlere yöneliktir.
Allah’ın âhirette sadece mü’minlere merhamet edeceği, âyetlerde bildirilmiştir.
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 
Yukarıdaki A’raf Sûresi, 7/157 âyetinin meali şöyledir: “Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri) onlara haram kılar. Ve onların ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, Cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.” 
İnsan için herşeyden önemli olanı: “Marifetullah”tır, Allah’ı tanımak ve bilmektir. Allah Hâlık (yaratıcı), Allah’ın haricindeki tüm varlıklar (insan dahil) ise, mahlûktur (yaratılmıştır). Mahlûk (yaratılmış) olanlar, ve onların arasında en mükemmel varlık ve akıl sahibi de olmasına rağmen insan da, kendisini yaratanı zatıyla tanıyamaz; ancak onun eserlerinden ve fiillerinden isimlerini ve sıfatlarını tanıyabilir. İnsanın Allah’ı tanıması ve bilmesi de bu şekilde olabilir.
Allah’ı bize tanıtan üç büyük, küllî muarrif (tanıtıcı ve bildirici) vardır. Onlardan birincisi “Bu kitab-ı kebîr-i kâinattır” (adına “kâinat” denilen büyük kitaptır). Kâinat kitabı Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleriyle dolu olarak, aklî bakımdan engellilik hali bulunmayan insanlara, bu kâinatın sahipsiz, başıboş, tesadüflerin, atomların, moleküllerin eseri olmadığını; onun sahibi,  yaratıcısı, çalıştıranı olduğunu insanlara ders verir.
Sekiz daireli bir apartmanda iki tane apartman yöneticisi olsa apartmanın yönetimi yapılamazken, bu muazzam kâinatta her şeyin büyük bir intizamla cereyanı ve işleyişinin oluşu da, Allah’ın birliği hakikatini, insan aklına kabul ettirmelidir.
İnsanın maddî varlığının da en mükemmel bir parçası olduğu bu büyük “kâinat kitabı”, Allah’ı sıfatları ve isimleri ile tanıtıcı tekvinî (yaratılış) âyetleri (isbatları) ile doludur. Tabiat bilimleri ve fenler bunları insanlara anlatmakta; insanlardan bazıları kendilerine Allah tarafından verilmiş akıllarını iyi kullanarak bunları anlarken, bazıları ise daha az akıllı olmadıkları halde, bu mevzuda akıllarını ve onunla birlikte cüz’î iradelerini iyi kullanmayarak en mühim vazife ve mükellefiyetlerini yapmadıklarından, ahrette cezaya müstahak olmaktadırlar.
Cemiyet hayatından tamamen uzak olarak, balta girmemiş ormanlarda doğmuş, büyümüş; hiçbir eğitim almamış, hiçbir vesileyle hakikî insanlığına dair ders almamış ilkel ve vahşî bir insan bile, aklî bakımdan engelli değilse, sadece “kitab-ı kebîr-i kâinat”taki Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili tekvinî âyetleri doğru okuyarak Allah’ın varlığı ve birliği inancına varabilirse, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmiş olabilir; İslâmın diğer iman esasları ve ibadetlerini öğrenebilmek imkânı olmayınca, onlarla ilgili mükellefiyeti de olmaz.
Allah’ı bize tanıtan üç büyük, küllî muarrifden (tanıtıcı ve bildiriciden) ikincisi: Allah’ın kelamı olan Kur’an ve üçüncüsü de Onun Resulü olan Hz.Muhammed’dir (s.a.s.).
Bu çok mühim dünya imtihanında kâinat: Biz insanlar için Allah’ı bize tanıtıcı eğitim araçları ile dolu büyük bir laboratuar, Kur’an: Bize Allah’ı tanıtan ders kitabımız, Peygamberimiz (s.a.s.):  bize Allah’ı tanıtan öğretmenimizdir.
Dünya hayatımız içindeki diğer imtihanlarımız, bu en mühim ve en büyük imtihanımızın içindeki diğer küçük imtihanlarımızdır. Asıl ve en büyük imtihanımızda -onun içindeki diğer küçük imtihanlarımızın tam aksine-  defter ve kitap açmak, soru sormak ve yardım almak  ve hatta kopya çekmek de serbesttir ve hem de imtihanı yapan tarafından teşvik edilmektedir!
Böyle bir imtihanda başarı göstermemekte ve başarısızlıkta ısrar edene asla acınmaz; çünkü o, zarara kendi rızası ile girmiştir. Zarara kendi rızası ile girene ise bakılmaz ve merhamet edilmez!
Üniversitede ders arasında sohbetimiz esnasında bir kız öğrencinin,  meselenin bu mühim mahiyetini pek düşünemeden cahilce söylediği “Allah’ın bizi Cehennemde yakacağına ihtimal vermiyorum” sözünün yanlışlığıyla ilgili söylenebilecekler olarak akla gelebilenlerden bazıları bunlardır.
 Yukarıda bahsettiğim “Ultima forsan” latince sözünü, aylık buluşma yemeğinde elli yıllık arkadaşlarına nakledip “Bir daha görüşemeyebiliriz.” mesajını veren yaşlı adam, bir arkadaşından haksız bir tepki almış olmasına rağmen, müsbet manâda “maksadını aşan” çok kısa ve çok vecîz bir konuşma yapmıştı. Asıl maksadı ne olursa olsun, hayatın değişmez ve herkes için mukadder büyük gerçeği olan ölüme dikkati çekmiş; onun insanlara -ders alırlarsa- en büyük vaiz olabileceğini düşündürmüştü. Bu söz, genç-ihtiyar, kadın-erkek, hasta-sıhhatli; ne olursa olsun, herkes için geçerli değil miydi? Hangimiz, ayrıldığımız kişilerle tekrar görüşebileceğimizi iddia edebiliyorduk? Tekrar görüşmek, bir iddia değil; ancak bir dilek ve temenni olabiliyordu:
Birbirlerinden ayrılırken “Tekrar görüşmek dileğiyle..”  deniliyor; fakat, “Tekrar görüşmek iddiasıyla..” diyebilmeğe kimsenin dili varmıyordu.
              “Ultima forsan” latince kelimelerinin de, yazılı olduğu o limanda okuyanların dikkatini çektiği gibi, madem ki ayrıldığımız kişilerle dünyada tekrar görüşmek iddiasında bulunamıyoruz; bununla alâkalı şu düşünce zincirinin halkalarına ve bağlantılarına bir göz atmamız faydalı olabilir:
“Bu dünyada tekrar görüşemeyebiliriz, çünkü ölüm hepimiz için mukadderdir ve bizi her an ayırabilir. Bunu bilen bir insanın, hissî bir veda konuşmasından başka, bu dünyada  yapması icap edenler vardır.
Hak dinden uzak felsefecilerin asırlardır cevabını aradıkları o üç temel sorunun cevabı bulunmalıdır, o cevap nedir?
Bu dünyaya gelmek ve bu dünyadan ayrılmak niçindir?
Bir gün ölüp bu dünyadan ayrılacaksak, bu dünyaya niçin geldik? Kendi isteğimizle geldiğimizi iddia edemeyeceğimize göre,  bizi bu dünyaya kim gönderdi, niçin gönderdi ve bizim nasıl yaşamamızı istiyor?  Onun istediği gibi yaşıyor muyuz? Yaşamıyorsak niçin?”
“Bizi bu dünyaya kim gönderdi, niçin gönderdi ve bizim nasıl yaşamamızı istiyor?” sorusuna cevap olabilecek âyetlerden birinde (Zâriyât Sûresi, 51/57) Allah-ü Tealâ  şöyle demektedir::
وَمَاخَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُون
(Cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım)
“Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona îman edip ibâdet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, mârifetullah ve îman-ı billâhdır ve iz’an ve yakîn ile vücûdunu ve vahdetini tasdik etmektir.”
Bu dünyaya Allah tarafından gönderilmiş insanlar olarak, önce Allah’ın bizi bu dünyaya göndermesinin hikmetini ve gayesini öğrendikten ve kabul ettikten sonra, bu dünyada nasıl yaşamamızı istediğini de Onun kendi kelamı olan Kur’an âyetlerinden ve Resulü’nün (s.a.v.) hadislerinden iyi öğrenerek yaşamamız gerekmektedir.
 “Uzun lafın kısası”  budur.
Mustafa Nutku