Vahdet nedir?

Vahdet; “Birlik” mânâsındadır. Zıddı, kesret yani çokluktur. Kesret birleşince vahdet ortaya çıkar.

Meselâ beş parmak tevhidi, birleşince el ortaya çıkar, el de vahdeti gösterir. Bir başka ifade ile birkaç kelime bir araya gelse cümle olur. Cümleler sayfayı, sayfalar birleşince kitap olur. Dolayısıyla Kitap’ta vahdeti gösterir. Yani her bir harf, her bir cümle, her bir sayfa tevhidi, hepsinin bir araya gelip toplamaları da vahdeti gösterir. Demek ki, kesretin birleşmesi vahdeti gösterir.

Biraz daha akla yakınlaştırmak için örnekleri çoğaltabiliriz. Meselâ, insan vücudunda trilyonlarca hücre var, bunlar bir kesrettir, birlikte görev yapmaları kesretten vahdete geçer, yani tek bir vücut, tek bir beden oluşturarak vahdeti gösterir.

Keza, binlerce dal, budak ve yaprağın birleşmesi ile ağaç meydana çıkıyor. Sayısı bilinmeyen büyük bir çoğunlukla birleşen yıldızlar “Samanyolu” meydana çıkıyor. İşte bu kesretlerin bir isim altında birleşmesine vahdet denilir.

Her bir şeyin Allah’ı, Râzıkı, Mâliki, Hâlıkı birdir. Vahdet O’nun sıfatıdır. Cenâb-ı Allah’ın yarattığı her bir varlık vücut sıfatına kavuşmuştur. On sekiz bin âlemin her birisinin giyiniş tarzı, vücut yapısı ayrı ayrıdır. Hiçbir varlık, onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. Dolayısıyla, kudret sahibi Cenâb-ı Allah’ın (cc), mukaddes varlığı için “Vacibü’l-vücut” denilmiş.

Vacib: Varlığı kendinden olan, bütün noksanlıklardan münezzeh olan, ezelî ve ebedî var olan Allah’tır.

Bediüzzaman Hazretleri, Vacib-ül vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacib-ül-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür.1

“Lâ mevcude İllâ hu” meşrebinde olan biri, Rabbine yakınlaşarak “istiğrak” denilen mânevî bir sarhoşluk hâline girerse, mahlûkatı inkâr derecesine “lâ mevcude illâh hu” deyip “O’ndan başka varlık yoktur” der. Ne söylediğini düşünemeyen bu kişi mânevî bir sarhoşluk içine girer.

Bediüzzâman Hazretleri, “….Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir”2, demiş. Bu hâle giren biri için akıl ile izah edilemeyeceğini vurgulamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, “lâ mevcude illâ hu” denilmesi, güneşin timsalini tutan ayineye güneş denilmesine benzetmiş.

Şöyle ki: Aynayı güneşe karşı tuttuğumuzda güneş olduğu gibi aynada görünür. Hatta güneşten aldığı ışıkları saçmaya başlar. Güneşe yaklaştırdıkça, güneşten daha fazla ışık alır ve daha fazla ısınır. Neticede ayna güneşe yaklaştıkça güneşin görünümü azalmaya başlar. En nihayet ayna tamamen güneşle dolar. Artık ayna kendini görmez olur. “İstiğrak” haline geçer, yani kendinden geçer. Güneşten başka bir şey görmez olur. Bu durumdaki ayna “Güneşten başka bir şey yoktur” derse, bu onun sarhoşluğu olur. Bu halinden de mazurdur, yani mesul değildir.

Örnekte belirtildiği üzere, bir velinin Rabbine yakınlaşması, kalbin Allah’ın Cemali ile gark olması onu manen sarhoş ederek istiğrak haline sokar. O kişi ne yaptığını da bilmez. Çünkü irade elinde değildir.

Bediüzzamanın şu sözü ile konuyu kapatmak istiyorum: “Mevcudat, evham ve hayal değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır. (eseridir)”3, buyurarak “lâ mevcude İllâ hu” meşrebine dikkat çekmiş.

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Mektubat, say. 448.

2- Mesnevî-i Nuriyye, (Nokta).

3- Mesnevî-i Nuriye, (Nokta).

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: