“Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar” (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-14)

Bundan önceki bölümü kaleme alırken, bazılarının Risale-i Nur’u ilhamdan daha üst bir mertebeye taşımak için keyfî bir surette yorumladıkları bir pasaja yeri geldiği halde temas etmemiştik. Bunun sebebi de bu sakat ve tehlikeli yorumun son derece dar bir topluluğa münhasır olması idi ve bundan bahis açmak, bu tehlikeli iddiayı geniş bir kitleye yaymak anlamına gelecekti. Ancak 13. bölümün yayınlanmasından sonraki günlerde bu pasaj da internet ortamında dile getirilmeye ve sadece konuyu saptırmakla kalmayıp insanların inançlarını zedeleyecek bir potansiyel arz etmeye başlayınca, bu konuyu da ele almak bir zaruret halini aldı.

Konumuzu, Risale-i Nur Külliyatının en muhteşem Tevhid bahislerinden biri olan Âyetü’l-Kübrâ adlı Yedinci Şuada geçen bir cümle içindeki beş kelimelik bir bölüm teşkil ediyor.

Âyetü’l-Kübrâ, bilindiği gibi, kâinatın her tarafında, bütün varlık tabakalarından Hâlıkını soran bir seyyahın gözlemlerini anlatıyor. Bir nevi kâinat seyahatnamesi diyebileceğimiz bu harikulâde eserin kahramanı, sadece bu gaye ile âlemlerde dolaşıyor. Göklerden, yerden, bulutlardan, yağmurdan, kuşlardan, çiçeklerden, ağaçlardan, denizlerden, dağlardan, aylardan, yıldızlardan, insanlık âleminden, peygamberlerden, kitaplardan, maddî ve manevî âlemlerden ayrı ayrı aldığı cevapların her biri onun merakını daha da kamçılıyor, karşı durulmaz bir şevk ve zevkle seyahatini daha ötelere taşımaya onu sevk ediyor. Seyyahın dolaşıp konuştuğu menzillerin hepsi tek bir şeyi, yalnızca bir şeyi, sadece Onu anlatıyor. Ama her biri başka bir dille konuşuyor, başka bir şekilde anlatıyor, diğerlerinin anlatmadığı sırları onun önüne seriyor.

İşte bu mertebelerin bir tanesinde seyyahımızın aklına bir soru düşüyor:

Bütün bu hesapsız mahlûkatın ve harikulâde hadiselerin sayısız dilleriyle kendisini anlatan ve her bir mahlûkuna hesapsız nimetleriyle kendisini sevdiren Kâinat Hâlıkı kullarıyla bizzat konuşmaz mı?

Bu soru onu “vahiy ve ilham” hakikatiyle tanıştırıyor.

Aslında her ikisi de, diğer bütün mertebelerde olduğu gibi, aynı hakikati anlatıyor – ama farklı dillerle. Bu arada vahiy ile ilham arasındaki farkın altını Âyetü’l-Kübrâ’nın Müellifi kalın çizgilerle çiziyor ve birbirine karıştırılmasına yol açabilecek hiçbir açık nokta bırakmıyor.

Bu konudaki açıklamalarında,
(1) vahyin ekseriya melek vasıtasıyla, Âlemlerin Rabbi ünvanıyla, gölgesiz ve safi olarak, sadece özel kişilere yani peygamberlere mahsus bir şekilde iletildiğini;
(2) ilhamın ise vasıtasız olarak, her bir kuluyla, o kulun Rabbi unvanıyla hususî bir şekilde konuşması anlamına geldiğini ve bu ikinci tür mesajların (ilhamların) vahiy gibi saf ve gölgesiz olmadığını, renklerin karışabileceğini belirtiyor.

Bediüzzaman bu arada ilhamları melek ilhamı, insan ilhamı ve hayvanat taifelerinin ilhamları olmak üzere başlıca üç grupta topluyor.

Açıklamaların buraya kadar olan kısmında, vahiy konusu vuzuha kavuşmakla beraber, ilhamlar hususunda bazı noktaların müphem kaldığını görüyoruz.

Bu açıklamalar insan ilhamlarını izah ediyor. Melâike ilhamlarını da izah ediyor (veya, meleklerin yaşayışı hakkında âyet ve sahih hadislerin verdiği haberler dışında bir bilgimiz olmadığı için, burada bir eksiklik görmemize zaten imkân bulunmuyor.) Fakat hayvanlar, daha doğrusu hayvan toplulukları söz konusu olduğunda, onların tek bir vücut gibi davranmalarını izah etmek için buradaki ilham tanımı tam olarak kâfi gelmiyor. Hattâ, daha da açıkçası, hayvan topluluklarının düzenli davranışlarını açıklamak için, ilhamdan ziyade, bir tür vahiyden söz etmek daha makul görünüyor.

Bir balarısı kovanında bu hakikatin çok açık misallerini görüyoruz. Binlerce arının “arı gibi” çalıştıkları kovanda, her bir arı, o gün kendisini için belirlenmiş görev ne ise onu yapar. Larvaları besleyecekse onları besler, muhafızlık yapacaksa onu yapar, çiçek tarlarından polen taşıyacaksa onu taşır, petek yapacaksa onu yapar, bal üretip peteklere dolduracaksa onu yapar. Daha da ötesi, bu görevler sürekli olarak değişir. Bir günün sabahında binlerce arı bir görevden diğerine geçerken daha başka binlercesi de onların bıraktığı görevi devralır. Binlerce yataklı bir hastahanede bütün görevlilerin sürekli olarak değişmekte olduğuna, ama hizmetlerde en küçük bir aksama görülmediğine şahit olduğunuzda, bütün bu olup bitenlerin tek bir merkezden ânı ânına sevk ve idare edildiğine gözünüzle görmüş gibi inanmaz mısınız?

Dahası var: Arıya vahyedilen bilgiler arasında güneşin gün gün, saat saat konum farkları, yerçekimi, yerin manyetik alanı, ışığın polarizasyonu gibi, âlemin dört bir yanını kapsama alanına alan şümullü bilgiler de vardır ve bunlar çok hassas bir şekilde her bir balarısının bilgi dağarcığına kodlanmıştır. Yani, arıya vazifeleri ilham edilirken, bu hem bütün arıları birden kuşatacak, hem de yerin derinliklerinden gökteki güneşe kadar birbirinden uzak pek çok şeyi birden içine alacak bir şümullülük içinde gerçekleştirilmektedir.

Karıncaları arılara, gökyüzünde tek bir vücut gibi harikulâde rakslarıyla insanları büyüleyen sığırcık kuşlarını karıncalara kıyas eder ve sonra da her bir hayvan taifesinin kendileri için tayin edilmiş görevleri yine tam bir kesinlik ve mükemmellikle tayin edilmiş şekilde yerine getirmekte olduklarını düşünecek olursanız, âyetler peş peşe gözünüzün önünden geçmeye başlar:

Yerde hareket eden hiçbir canlı, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasın.  Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.  Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.[1]

Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından yakalamış olmasın.[2]

Göklerde ve yerde olanların ve kanat çırpan kuşların Onu tesbih ettiğini görmedin mi? Onların hepsi duasını da bilir, tesbihini de. Allah ise onların yaptıklarını bilir.[3]

Âyetü’l-Kübrâ Müellifi, anlattığı ve tasvir ettiği konuya en ince noktalarını dahi ihmal etmeyecek kadar hakim olduğunu, tefekküratında en cüz’î görünen meselelere dahi nüfuz ettiğini ve kendi âleminde bir meseleyi tam anlamıyla çözmeden hiçbir şeyi kaleme almadığını gösteren bir tavırla, burada, pek çok çeşitli ilham türlerinden bir tanesini, vahiy tarafında inceliyor:

“Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar.”

İşte bu tanım sayesinde arı kovanlarının, karınca yuvalarının, sığırcık danslarının ve birbirinden harikulâde hayat tarzlarıyla akılları hayrette bırakan sayısız hayvanat taifelerinin sırrı açıklığa kavuşuyor ve o açıklıkta, muhteşem bir Tevhid hakikati bütün şaşaasıyla beliriyor:

Her bir hayvan taifesi, bütün fertleriyle, bir merkezden, doğrudan doğruya Rablerinden talimat alıyor. Bunlar vahiy kesinliğinde ilhamlar; başka renkler, başka gölgeler, başka unsurlar yok. Doğrudan doğruya Rablerinden geliyor. Ve sadece o ilhamı alanı değil, bütün topluluğu bağlıyor; çünkü bütün topluluk, fert fert o ilhamı alıyor.

Ve Bediüzzaman, bu hakikati sadece iki tane sıfatla özetliyor: (1) vahyin hizmetini gören, (2) şümullü ilhamlar.

Sonra  da, bu tür ilhamları vahiy cephesine katmak suretiyle durumu özetliyor:

Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

***

Şimdi, içimizden bazıları, bütün dünyayı bu kadar zenginlikle kuşatan böylesine aşikâr bir gerçeği görmüyorlar ve konuyla hiçbir ilgisi yok iken “vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar” tabiri ile Risale-i Nur’un kastedildiğini iddia ediyorlar.

Gerçi bu iddianın arkasındaki saik kendisini açıkça belli ediyor. Bir taraftan, Risale-i Nur’un sair eserler gibi beşer kelâmı oluşuna açıkça itiraz edemiyorlar, diğer taraftan da Risale-i Nur’u ilham statüsünde görmeye razı olamıyorlar. İşte bu noktada, “vahyin hizmetini gören şümullü ilham” tanımı yardımlarına yetişiyor ve bu tanımı Risale-i Nur’a yakıştırmak suretiyle hem onu vahiy statüsüne yükseltmek, hem de vahiy demenin sorumluluğundan kurtulmak gibi çifte nimeti bir arada bulmuş oluyorlar.

Oysa bu yakıştırmanın sadece imkânsızlığı değil, yakışıksızlığı da birkaç noktada birden kendisini belli ediyor.

Birincisi: Hayvanat ilhamlarının büyük kısmının vahiy mesabesinde olduğu ve vahyin işlevini gördüğü meydandadır. Risale-i Nur için aynı şeyi söylemek ise büyük bir cür’ettir ve hiçbir mesnedi yoktur.

İkincisi: Hayvanat ilhamları hem kapsama alanı, hem de muhatapları açısından şümullüdür.[4] Risale-i Nur için ise bunların ikisini de söylemek mümkün değildir; herkesi birden bağlamadığı gibi, dinin bütün (veya ekserî) alanlarını kapsamadığı da bilinen bir gerçektir. Ve bu gerçeği Bediüzzaman “Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez” sözleriyle dile getirmiştir.[5]

Üçüncüsü: Konu tamamen Tevhid konusudur ve her cümlesi tek bir Yaratıcının bütün mahlûkat ile iletişiminden bahsetmektedir. Böyle bir bahsin bir yerine, üstelik tekellüflü tevillerle Risale-i Nur’u monte etmenin hiçbir açıklaması yoktur. Bir insan, başından sonuna kadar Tevhidi işleyen bir eserin en heyecan verici bir bölümünde kendisini doğrudan doğruya Yer ve Gökler Rabbi ile irtibatlandıran bir bahsin ortasına gelmiş ve bütün hayret ve muhabbeti Rabbine yönelmişken, nasıl olur da birden bire bu hayret ve muhabbetinin yönünü gaye yerine vasıtaya çevirmek için yollar arar? Oysa bu davranışıyla Risale-i Nur’un kendisine öğrettiği şeyin tam tersini yapmakta ve iman hakikatlerini mânâ-yı harfî ile, kendisini bu hakikatlere ulaştıran eseri ise mânâ-yı ismî ile okumaktadır!

Ve bir hazin gerçek daha:

Bu tür davranışların faturası herkesten önce Üstada çıkarılıyor; bundan kimsenin haberi var mı? “İşte burada Risale-i Nur’dan bahsediliyor” yorumunu görenler, Bediüzzaman’ı, en ilgisiz bahislere bile kendi eserini methedecek bir ifade katmaktan geri kalmayan bir adam olarak görüyorlar.[6]

***

Her neyse, şimdi biz bütün bunları bırakalım ve, üzerinde konuşup durduğumuz bu muhteşem bahsi, Âyetü’l-Kübrâ’nın vahiy ve ilhamlardan bahseden âlem-i gayb ile ilgili bölümünü yorumsuz bir şekilde, muhteşem bir Tevhid ziyafeti olarak okumanın zevkine varalım:[7]

Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı. Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikati beş hakikat-i kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبىِِّ لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبىِِّ     1

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her ayna ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle her birinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi.

ÜMİT ŞİMŞEK

 

[1] En’âm sûresi, 6:38.

[2] Hûd sûresi, 11:56.

[3] Nûr sûresi, 24:41.

[4] Hattâ, “Rabbin balarısına vahyetti” diye başlayan Nahl (16) sûresi 68-69. âyetlerini açıklarken, Bediüzzaman, âyet metninde sarih şekilde yer almadığı halde, bu hakikatin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtasından” söz eder. Yine  Âyetü’l-Kübrâ’da yer alan bu bahiste de, âyetin “vahiy” kelimesiyle atıfta bulunduğu arı ilhamının şümullülüğüne bir işaret görülüyor.

[5] “Eskişehir Müdafaası,” Tarihçe-i Hayat. http://erisale.com/#content.tr.14.288

[6] İnternette bunun örnekleri var.

[7] http://erisale.com/#content.tr.4.168

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: