Verme ve Reel Ekonomi Ayı: Ramazan

Tüketim uygarlığı, insanı, sürekli olarak almaya, yutmaya, tüketmeye teşvik eder ve bunları bir hayat amacı olarak önümüze koyar. Problem, insanın kendi içinde kaybetmesi, yaratılışındaki görünüşte olumsuz, fakat hayırlara vesile olabilecek duyguların, sıfatların, potansiyellerin, nefsaniyetin etkisinde tamamen olumsuzlaştırarak insana hakim olması, bunun sonucunda insanın çevresi ve dış âlemle ilişkilerinin ben-merkezcilik ve menfaat temeline oturması, bunun eşya ve olaylara bakışı, hayatı algılayışı ve genel dünya görüşünü de tayin eder bir konuma getirilmesidir. Çözüm, tüketim uygarlığına karşı, önce insanın kendi içinde, sonra da mevcut sosyal yapının ıslahı ve yeniden inşasıyla mümkündür. İnsanın dünya ile ilişkisinin yeniden tanzimi, gerçek konumuna yerleştirilmesi ve düzenlenmesi adına en önemli unsurlardan biri İslâm’daki infak düsturudur. Allah rızası için vermek, dağıtmak, fakiri gözetmek…

Ramazan ayı, bir yandan oruç tutma, diğer yandan da vermenin zirvede yaşandığı bir aydır. İnananlar bir yıl boyunca toplumdan aldıklarını, bir ay boyunca topluma vermek için, kendi kendileriyle uzun soluklu bir yarışa girerler. İnanan insanın dünyasında bu yarış her yıl tekrarlanarak, bir ömür boyu devam eder. Toplumdan almanın yeri ve zamanı olmadığı gibi, topluma vermenin de yeri ve zamanı yoktur. Vermenin ilahi adı olan zekat ibadeti genelde Ramazan ayında yerine getirilir.

Bediüzzaman’ın “şeair-i İslamın en büyüklerinden” diye nitelendirdiği Ramazan ve oruç, gözden kaçırılamayacak bir şekilde sosyal hayata damgasını vurmaktadır. Ramazan ayı, oruç ve Ramazan ayı boyunca yerine getirilen ibadetlerin şeair-i İslamiyeye dâhil edilmesi, bu ayın ve orucun sembolik ve simgesel anlatım gücüne de sahiptirler. Ramazan ayının toplumsal hayat içinde ne gibi etkileri bulunduğunu anlayabilmek için modern hayatın ve popüler hayat tarzının Ramazan ayındaki manevi atmosfer ile kıyaslamasına bakmak gerekmektedir.

Öncelikle Bediüzzaman, “şükür” ibadetini, varlığın en temel gereklerinden birisi olarak görmektedir. Bu yüzden, Ramazan ayının ve orucun şükre vasıta oluşu, nefsi terbiye edişi, sosyal ve ekonomik hayatta diğergâmlık gibi duyguları pekiştirici yönüne dikkat çekilmektedir.

İnsanın yeme, içme gibi bedene ait en temel ihtiyaçlarına Ramazan ayıyla birlikte iradî bir sınırlama getirmesi, öncelikle insanın yüzleşmiş olduğu kâinatın “nimet-i İlâhîye” ile dolu olduğunu hatırlatmaktadır. Gaflet perdesi altında unutulan bu mananın oruç ibadetiyle ihtar edilmektedir. Bu yönüyle bakıldığı zaman, karmaşık ilişkiler bütünü olan sosyal ve ekonomik hayat içinde orucun insanları şükre sevk eden bir ibadet, İlâhî bir terbiye olduğu muhakkaktır.

En zarurî ihtiyaçların imsak ve iftar vakitleriyle sınırlandırılması, bu vakitler arasında İlâhî bir yasaklama getirilmesi, insanı, madden ve manen şükre sevk etmekte ve günlük hayatını bu İlâhî emre göre ayarlamasını netice vermektedir.

Ramazan ayı boyunca Müslümanların aynı duyarlılıkla ve kurallarla kendilerini sınırlamalarının, orucu bireysel bir ibadet alanına hapsetmeyip, doğrudan tüm Müslümanların yerine getirdiği küllî bir ibadete dönüştürdüğünü gösterir.

Ramazan ayının ve orucun bu özelliğine bakıldığı zaman Ramazan ayının ve orucun niçin şeair-i İslamiye içinde ifade ettiğini anlamak mümkündür. Her şeyden önce Ramazan ayında Müslümanların bir bütün olarak yerine getirdikleri oruç, teravih namazı, zekat gibi ibadetler, Müslümanların cemaatler halinde Yaratıcıya yönelmesine vesile olmakta ve bu zaman dilimine Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bir mana kazandırmaktadır.

Cemaatler halinde yerine getirilen ibadetlerle hem toplumsal hayatta temsil fonksiyonu icra edilmekte, hem de Müslümanların birlik ve beraberliği sergilenmektedir. Ramazanın ve orucun bu simgesel anlatım gücü göz önüne alındığı takdirde, meşru dairede yapılan Ramazan etkinliklerinin ve diğer kültürel faaliyetlerin İslamı ve Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlattığı muhakkaktır.

Helâl haram dengesini gözeten kültürel etkinliklerin toplumsal hayatta Ramazan ayının ihtar edici, şükre sevk edici, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri vasata çekici işlevini sergileyecek niteliğe kavuşturulması, bu ayın ve oruç ibadetinin ruhuna uygun şekilde yerine getirilmesini sağlayacaktır.

Orucun vermiş olduğu açlık hissinin vicdanda arınmaya ve kemalâta sebep olabileceği muhakkaktır. Bu durum tespiti oruçlu bir insanın sık sık nefis muhasebesi yapmasını istemesinden de kaynaklanmaktadır. Açlık hissinin nefis muhasebesi ve zihnî egzersizle bir araya geldiği zaman insanların yeryüzü sofrasında başıboş olmadığını, tam aksine muhatap olunan bütün nimetlerin arkasında bir Yaratıcının olduğunu hatırlattığını belirten Bediüzzaman, ekonomik statüsü ne olursa olsun herkesin açlık vasıtasıyla “şükür” neticesine ulaşabileceğini belirtmektedir.

Ancak zengin insanların açlık hissi çekmediğinden ötürü bu neticeye ulaşmasını engelleyebilecek sosyal ve ekonomik sebeplerin olduğunu belirtir. Orucun ise zengin ve fakiri eşit seviyeye getirerek hem nefsi kemalâta, hem de zengini fakirin halini düşünmeye yönelttiğini ifade eder. Oruç bu yönüyle değerlendirildiğinde ve bu anlamlarla ifa edildiğinde tüketim ahlâkının “şükür” ve “sadaka” ölçülerine uygun şekillenmesini de netice verebilecektir.

Bediüzzaman’ın oruç ibadetinde dikkat çektiği bir diğer nokta, orucun ahlak anlayışında yaptığı köklü değişikliklerdir. İnsanın yaratılışından kaynaklanan sınırsız özgürlük, her istediğini yapma, her türlü sınırlama altına girmekten kaçınma gibi olguların ahlaki dejenerasyona da sebep olabileceğini belirtir.

Peygamber Efendimizin (sav) sünnetinden anlaşıldığı gibi, İslam beşerî özelliklerin mana ve amacına uygun kullanılmasını, yani yok edilmeyip istikametinin düzeltilmesini öngörmektedir. Orucun beraberinde getirdiği çile, açlık, susuzluk gibi hisler, insana bir Yaratıcının mülkünde olduğunu hatırlatmaktadır. En temel ihtiyaçlar bile, izin olmadan yerine getirilmemekte ve bu da insanı şükre, sabra ve nefis muhasebesine itmektedir.

Ancak orucun şuur ve akılla bir arada yerine getirildiği zaman, bu sayılan neticeleri vereceği belirtilmelidir. Oruç her ne kadar zihnî faaliyetleri yavaşlatsa, bedeni güçsüz düşürmüş olsa da, yapılacak bir nefis muhasebesi bu sayılanların bireysel vicdanda ve sosyal hayatın içinde nasıl yer aldığı kolaylıkla anlaşılabilecektir. Bediüzzaman’ın orucu, özellikle nefis muhakemesine atıf yaparak işlemesi ve orucun kişinin vicdanında yaptığı etkileri ön plana çıkarması, orucun hem kişisel ahlâkla, hem de sosyal ahlâkla ilişkili olduğunu göstermektedir.

Modern hayatın sosyo-kültürel ve ekonomik şartları, beraberinde yeni bir hayat tarzı da getirmiştir. Bu yüzden tüketim ahlâkı, eğlence kültürü, beden terbiyesi gibi alanlarda popülerliğin etkisi artmakta ve insanlar ister istemez popüler kültürün etkisi altına girmektedirler.

Modernliğin eskiyi reddedip kendi kurallarını koyduğu bir toplumun tüketim ahlâkı incelendiği zaman, dinî hükümler dışında bu ahlâkı sınırlayan bir anlayışın olmadığı kolaylıkla görülebilecektir. Sürekli değişen sosyal ve ekonomik şartlar insanları daha fazla, bedenin kölesi haline getirmektedir.

Üstelik bu ilişki, insanı hem bedeninin kölesi, hem de efendisi haline getirerek ne olduğu belli olmayan bir tüketim ve beden anlayışı ortaya çıkarmıştır. Modern hayatın inkâr edilemeyecek özelliklerinden birisidir bedenin her istediğini yerine getirmek, sürekli tüketmek ve bu faaliyetleri kişisel menfaat üzerine kurmaktır.

Ramazan ayıyla birlikte tutulan oruç ise bu yerleşik ve zorlayıcı kalıpları fazlasıyla reddetmektedir. Öncelikle yeme-içme belli bir adaba kavuşturulmakta, insanlar ancak belli vakitlerde yiyebilmektedir. Bu, orucun ilk etkisidir. Bunun dışında oruç, nefis terbiyesi ve muhakemesiyle birlikte yerine getirildiği takdirde, insanı şükre ve güzel ahlâka sevk etmektedir.

Yeme ve içme alışkanlıklarının, tüketim kültürünün insanın varlık ve ahlak anlayışından bağımsız olmadığı kesindir. Oruç ibadeti de tüketim ve yeme-içme ahlâkına getirmiş olduğu sınırlamalarla nefsi terbiye eden İlâhî terbiye metodudur. En bayağı ve rutin görünen bedenî ihtiyaçlara koyulan bir sınırlama ile insan ahlâkında arınmaya sebep olan oruç, bedeninin kölesi olan, helâl ve haram dengesini yitiren, tüketim ahlâkını menfaat üzerine kuran bireyin ve toplumun kurtuluş reçetesidir.

Hz. Peygamberin hadis-i şerifinde belirttiği gibi: “Oruç, birinizin savaştan koruyucu kalkanı gibi Cehennem ateşinden koruyucu bir kalkandır.”

Kişisel ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç İslamiyete göre en temel şartlardan birisi olan “şükür”e sevk eder. Sosyal ahlâkla ilişkilidir, çünkü oruç zengini fakirin yardımına itecek bedenî ve manevi unsurları bünyesinde taşıdığı ve ayrıca zekât müessesiyle Ramazan’ın manasını tamamladığı için diğergâmlık duygusunu güçlendirmekte ve sosyal yardım anlayışını diriltmektedir.

İnsan ile toplum arasındaki çok boyutlu alışveriş, ekonomik ve kültürel hayatta reel ekonominin odak noktasıdır. Reel ekonominin canlılığı, insan ve toplum arasındaki alışverişin yoğunluğundan kaynaklanır. Bireysel zenginlik ile toplumsal zenginlik birbirini besleyip, büyüten çift yönlü bir süreçtir. Toplumdan aldıklarından daha fazlasını topluma verenler, toplumlarını zenginleştirirler. Toplumdan aldıklarının daha azını topluma verenler de, toplumlarını yoksullaştırırlar. Reel ekonomi, tek tek insanlarla birlikte toplumu da “veren el” kılan ekonomidir.

Dünya ve ahirette, verene verildiğini inanlar bildiği için, veren el olmada yarışılan Ramazan ayı, gerçek ihtiyaçların karşılanmasına dönük reel ekonominin büyük bir canlılık kazandığı aydır. Ramazanda ticari hayat canlanır. Ramazan ayının alışveriş profili yönünden diğer aylara göre farklılık gösterir. Bilhassa yiyecek, içecek, gıda piyasasında canlılık yaşanır.. Ramazan ayında yardım ve hayır yapmak amacıyla hazırlatılan ramazan paketleri sosyal yapıdaki uçuruma sünger çekerken gıda piyasasını da canlandırır. Yetkililer Ramazan ayında gıda sektöründe yüzde 30 daha fazla hareketlilik ve dinamizm yaşandığını piyasaya 3-4 milyar lira daha fazla paranın girdiğini belirtiyorlar. Reel ekonomide ürün ve hizmet, sanal ekonomide ise para ve kağıt alışverişi yapılır. Reel ekonomi karınları, sanal ekonomi gözleri doyurur. Reel ekonomi insanların ihtiyaçlarını, sanal ekonomi isteklerini karşılar.

Ramazan ayında, oruçla insanlar, isteklerin değil, ihtiyaçların karşılanmasının önemli olduğunun bilincine varırlar. İftar ve sahurlar, toplumu güçlü ve zengin kılan ekonominin sanal ekonomi değil, reel ekonomi olduğunun en önemli göstergeleridir. İnanan insanının dünyasında, ürünleri toplamaktan daha çok, onları ihtiyaçları olanlara dağıtmak önemlidir. Zor olan toplamasını değil, dağıtmasını bilmektir. Diğerkâmlık, fedakârlık, paylaşma, yardımlaşma, verme, birlik ve beraberlik duygularının yoğun bir şekilde yaşandığı Ramazan ayı, bu açıdan hepimiz için iyi bir fırsattır, bir imkandır. Bu ayda, gönül dünyamızı bütün kardeşlerimize, muhacirlere açarak, huzur ve mutluluğa vesile olmak büyük bir kazanım ve bahtiyarlık olacaktır. Ramazanda ve her zaman “Ben” merkezli düşüncelerden arınarak “Biz” merkezli düşüncelerle kimsesizlerin kimsesi olmalıyız.

İnanan insan, başkasının eline geçene değil, kendi eline geçene bakar. O başkasının kazancından önce kendi kazancında bir haksızlık olup olmadığını araştırır. Bunun için, o eline geçenin bir kısmını vererek, farkında olmadan yol açtığı haksızlıklardan arıtmaya çalışır. Oruç ayı, bir karşılık beklemeden vermenin doruk noktasına çıktığı aydır.

Verme ayı, herkesin kendi kendisiyle iyilikte, güzellikte ve doğrulukta yarıştığı aydır. Kendi kendisiyle iyilikte yarışanlar iyi işlere, güzellikte yarışanlar güzel işlere ve doğrulukta yarışanlar da doğru işlere yeni boyutlar kazandırırlar.

Vermede ölçü:

“Ey iman edenler! Allah’a, ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi siz de sadakalarınızı başa kakmak ve muhtaçları incitmek suretiyle geçersiz hale getirmeyin…” (Bakara Suresi: 264.)

Medeniyetler, verme kültürünün şuuruna ermiş milletlerin eseridir. Verme kültürünün şuuruna varmış toplumlar ve fertleri huzuru ve mutluluğu yakalamışlardır. Cimri fertler ve bu fertlerden meydana gelen toplumların medeniyet inşası mümkün olmadığı gibi, israfa ve lükse dalmış, tüketen toplumlar da, medeniyetlerin çöküşünün habercileridir. Ağaçları gösteren, meyveleridir. Her iki uygarlığın da verdiği meyveleri karşılaştırdığımızda, bunlardan birinin fakiri, diğerinin zengininden daha zengin gibi görünüyor. Yirmi beş saatlik bir elektrik kesintisinin, New York’ta yağmalanmadık dükkân bırakmadığını hatırlayalım. Bir gecelik karanlığı bile toplumsal bir yağmalama eylemi için fırsata dönüştüren bir uygarlığın, fakirini bir yana bırakın, zengini bile bir gece vakti bir sadaka taşıyla baş başa kaldığında, orada başkaları için de bir şeyler bırakmayı aklından geçirir miydi dersiniz?

İşte o medeniyetin fakiri, işte bu medeniyetin zengini. Siz hangisinin yerinde olmak isterdiniz?

Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) yolu gösteriyor.

“İnfak et, cömert davran ve daima etrafına dağıt. Sakın ola ki, malı elinde tutup saklama ve elinde bulunan fazlalığı cimrilikle saklama, yoksa Allah da sana karşı kısar ve verme hususunda böyle davranır.”

Allah Cevad’dır, Vehhab’dır, Kerim’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever. Veren kimse Allah’ın keremine, vehhabiyetine ve cömertliğine mazhar olmuştur. Sahip olduğumuz her şey bize verilendir. Sahibi biz değiliz. Emanetçiyiz. Emaneti Veren için muhtaçlara veren kurtulur.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: