Ya Harika Olan Sıradansa?

Senin en harika yanın: Sıradansın, her ne yapsan aşırıya kaçmadan yapıyorsun.

Ek Main Aur Ekk Tu filminden…

Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur’an da onu böyle tarif eder:Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur.

Kur’an’da şefkat ve rahmetten çokça bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama cehennem de zikredilir. Kur’an ‘dengedir’ en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insandır. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur’an’ın insanı. Sıradandır, fakat sıradanlığı içinde harikadır.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne tehevvürden (aşırı cesaretten) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, “Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!” der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden mürşidim, Şuaat’da der: Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. İzah sadedinde de ekler:

“(…) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.

Hakikaten ne enteresan ve ne zor! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı. Bunların bir insanda beraber bulunması zor. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda ziyade merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.

Bu ‘süper denge’yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, tavizsizlik Ali’lerde (r.a.)… Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin ahlakındaki dengenin zekatının zekatını da akranlarında bulamazsın.

İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:

“Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için ‘kullanılabilir’ olmuyoruz.”

Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:

İnananlarla karşılaştıkları zaman, ‘İnandık’ derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, ‘Biz sizinleyiz’ derler. ‘Onlarla sadece eğleniyoruz.’ Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.

Mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-i nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.

Fakat burada da Bediüzzaman’ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: “(…) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin! O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.

Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sananlara. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, ‘insanlara tatlı görüneceğim’ diye satma. İlkeli olsun hem muhabbetin hem adavetin. Unutma ki; “Akıbet takva sahiplerinindir!” kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.

Ahmet Ay

cocukaile.net