Yangının Külü Üstümüze Yapışmadan!

İslam dünyasında Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşanan Sıffin savaşı 3 ay sürmüştür. Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna Kur’an’dan bölümler takmışlardı ve bu durum muhtemelen savaşın sonucuna Allah karar versin anlamına geliyordu.

Bugün hükümetle cemaat arasında başlayan anlaşmazlıkta iki taraf da Bediüzzaman’dan örnekler vermektedir. Bu fitne Türkiyeye ve Müslümanlara zarar verecek boyutlara ulaşmıştır. Bunun seçimlere kadar 3 ay boyunca bu şiddette gitmesi doğru değildir. Öyleyse Bediüzzaman’ın sözlerine yeniden iyi kulak verelim.

Bediüzzaman’ın hayatında hep dua vardır, insanların iyiliğini isteme vardır. Çünkü onda şefkat duygusu çok gelişmiştir. Bedduaya niyet ettiği kişilere bile çoğu kez, içindeki bu şefkat duygusunun aşırılığı nedeniyle bedduadan vazgeçmiştir.

*Ben Risâle-i Nur mesleğinin esâsı ve otuz seneden beri bir düstûr-u hayatım olan şefkat i’tibârıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ bedduâ edemiyorum. Hattâ, en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki bedduâ ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve mânevî darbe gelmemek için, o dört mâsumların hatırına binâen, o zâlim gaddara ilişmiyorum, bazan helâl ediyorum. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

Bediüzzaman;bütün hayatı boyunca kendisine  yapılan haksızlıklara, hapis ve sürgünlere bile beddua etmemiş, sadece ihtimalinden bahsederek onları yine şefkatle çoğu kez ikaz etmiştir. Beddua etmek istediği halde vazgeçmiştir. Ancak ikazla düzelmeyeceğine inandığı ve Kur’an ile Sünnet’in yolundan sapmışlara beddua etmiştir ki bunun da sayısı üçtür.

*Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassudlar artık yeter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun ahı, ta Arşa kadar gider” diye, bir kuvvetli hakikattir. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

*siz hiç beni merak etmeyiniz. Hatta bazan damarlarıma dokunduracak tarzdaki ihanetlerine karşı beddua etmek isterken, onların yakında ölüm idamıyla, kabr-i haps-i münferitte azapları ve bu ihanetlerinin neticesinde bana ait maslahatları ve hizmetimize menfaatleri düşündükçe, bedduadan vazgeçiyorum. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

*benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selam edip deyiniz ki: “Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap.” (EMİRDAĞ LAHİKASI )

*Hem bir mâsumun hatırı, bu vatanda on zalim gaddarlara siyaset yoluyla ilişmek büyük bir hatâ bilen, on zalim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele etmeyen, hattâ beddua da etmeyen bir adam ve âsâyişe ilişmemek hayatına bir düstur yapan bir adamı, dini siyasete ve dolayısıyla asayişe dokunur mânâsında itham etmek, elbette dehşetli bir garazla itham eder. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

*adliyedeki haktan başka hiçbirşeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adaletinin bu sırr-ı azîmine bizimle alâkadar olan bu adliyeler-bize temas eden cihette-mazhar olmuşlar. Onun içindir ki, sekiz senedir bu kadar işkenceler, hapisler, tazyikatlar gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına, bu sırr-ı azîme binaen, değil küsmek ve beddua, bilâkis kalben bir minnettarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

*Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya hakları yoktur. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

Bediüzzaman 1935 yılında Eskişehir Ağır Ceza mahkemesinde yargılanırken, Savcının yaptıklarına karşı neden beddua etmediğini aşağıdaki şekilde anlatır:

*Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müdde-i umumînin kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti. (EMİRDAĞ LAHİKASI )

Mesela CHP de, Genel sekreterlik ve İçişleri Bakanlığı yapmış Hilmi Uran’a, kendisine yapılan haksızlıklar ve zulümler nedeniyle beddua edecek iken Hilmi isminde çok sevdiği bir talebesine isim benzerliği nedeniyle Hilmi Uran’a bile bedduadan vazgeçer. O kadar çok eziyet gördüğü halde savcıya, hâkime, emniyet müdürüne, güvenlik güçlerine ve iktidar partisine masumların hatırı için beddua etmemiştir.

*Hilmi Bey! Tâliin var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduâya niyet ettim, Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nurun has bir şakirdini her vakit hayırlı duâmda ismiyle zikrettiğimden, sana bedduâ niyet ederken, bu hayırlı duâya mazhar Hilmi Bey ismi âdeta şefaatçi oldu, beni men etti; ben de, o niyetten vazgeçtim, senin beni tâzip eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip, o bedduâdan vazgeçtim. (EMİRDAĞ LAHİKASI)

*Mademki nur-ı hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim” diyor.(EMİRDAĞ LAHİKASI)

Bediüzzaman’ın temel ölçüsü, beddua edilecek kişinin; Kur’an ve Sünnetin dışına çıkmış ve düzelmesi imkânsız olmasıdır. Düzelme ihtimali olanlara beddua etmemiştir. Müminlerin hatalarından dolayı o, hep hayır duaları etmiştir.

Bediüzzaman’ın çok fırtınalı geçen ömründe uzun süren sürgünler ve hapisler yaşamasına karşın yalnızca beddua ettiği 3 olay şunlardır:

1- Yalnızca İslam’a ve onun usul ve esaslarına saygısızlık yapılması karşısında duyduğu üzüntüyle, Allah’ın huzuruna ’’ah! vah!’’ ederek bir yakarışı vardır. Aynı anda bundan üzüntü duyan başka kalpler de aynı duayı yapmaktadır.  Onlar da şahsına yapılanlar için değil, yüz seneden beri Meşihat dairesi olarak kullanılan binanın Kız Lisesine çevrilmiş olmasından duyduğu üzüntüyle yapılan yalvarışlardır. Bu olay 1926 senesi Nisan-Mayıs aylarında geçer.

* Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’âniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde, “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki, ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok; kemal-i me’yusiyetle ah vah diyerek dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli ahları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes “Vâ esefâ” dedi; ben ve benim gibi yananlar, “Elhamdü lillâh” dedik. Zannederim ki, bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren Adliye dairesindeki yangında böyle bir mânâ var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazan sudan ziyade temizlik yapar. (LEMALAR, 8.Lema, SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ)

**Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu, hem beni men etti. Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icraatında bir kuvve-i mâneviyenin teshilâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebirle değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki etmiyorlar. (MEKTUBAT, 26.Mektup, 4.Mebhas, 9.Mesele)

10.Söz olan Haşir Risalesi; 1926 yılında Barla’ya sürgün olarak gönderilen Bediüzzaman tarafından yazılmıştır. Risalede geçen bu konuyu daha detaylı bir şekilde onun talebelerinden Çaycı Emin lakaplı Emin Çayırlı şöyle anlatır.

-Bir gün beraber ikindi namazını kıldık. Namazdan sonra tesbihatta iken: ‘Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?’ diye birisine hitap ediyordu.

“Ben yine birçok zamanlar olduğu gibi, hayretler içindeydim. Odasında benimle kendisinden başka kimse yoktu. Benim merakımı görünce, mes’eleyi şu şekilde izâh etti: ‘Onuncu Söz, haşir ve âhiret hakkındadır. Ben o eseri bir vakitler Barla’da yazıyordum. Baktım o günlerde bir İslâm düşmanı, ıslâhı gayr-i kabil… Arefeye bir kaç gün vardı. Ben bedduâ ettim. Benim bedduâma karşılık bütün Hicaz velileri ve Hicaz’daki Kutb-u A’zâm ise, onun ıslâhı için duâ ediyorlardı. Benim bedduâm ferdî kaldığı için iâde edildi. Aradan uzun seneler geçti. Baktım, bu sene (1938-1939 senesi) bana nihayet hak verdiler. Ben hâlbuki bunun ıslahının gayr-i kâbil olduğunu biliyordum. Onlar nihayet bu sene başladılar bedduâ etmeye. Benim konuştuğum Kutb-u A’zam’dır; Mekke-i Mükerreme’dedir. Bütün Hicaz’la birlikte bedduâ etmeye başladı. Bana hak verdi. Ben de ona hitap ettim. (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 2.cild)

*Kastamonu’da 8 sene mecburi ikâmete tabi tutulan Said-i Nursi’nin sürgün kararı bu sefer Isparta’ya çıkmıştır. Tarih 13 Ekim 1943. Tutuklu olarak Çankırı üzeri Ankara’dan transit geçecek olan Bediüzzaman; ünlü Ankara valisi, CHP Ankara Belediye Başkanı ve aynı zamanda CHP Ankara İl başkanı olan Nevzat Tandoğan’ın hışmına uğrar. Vali Tandoğan, Üstad Bediüzzaman’ı cebren makamına getirtir. Gayesi, sarığını çıkarttırmak ve başına fötr şapkayı zorla geçirmek. Ancak, gayesinde muvaffak olamaz. Şapkayı Vali Tandoğan’ın elinden alan Said Nursî, ona şöyle seslenir:

Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!” (N. ŞAHİNER, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî,)

Tandoğan, bu olaydan sonra çok sıkıntılı günler geçirir, siyasi yönü olan bir öldürme hadisesi nedeniyle tanık olarak Bolu’ya alınan bir mahkemeye çağrılır, bunu hazmedemez ve 9 Temmuz 1946 gecesi kafasına kurşun sıkarak intihar eder.

SON SÖZ

Türkiye, son 10 yıldır istikrarı yakalamış giderken dış düşmanlarımız ve içeride muhalefet bundan hiç memnun değildir. İstikrarı bozmadan yolsuzluk varsa üzerine gidilmeli, onlarla her zaman hukuki yollardan mücadele edilmeli ve buna her türlü destek de verilmelidir. Ancak yaşanan olaylar bunun hukuki yönünden daha fazla siyasi ve ekonomik yönünün önemli olduğunu gösteriyor. Türkiye’de adalet geç tecelli ediyor, sonunda masumiyet  ortaya çıkarsa yaşanan depremin etkilerini sarmak nasıl mümkün olacak? Mahkûmiyet çıkarsa zaten herkes cezasını bulacak ve bulsun da.

Mevcut siyasetçileri beğenmeyenler yeni siyasi parti kurup milletten yetki isteyebilirler. Milli iradeye talip olabilirler. Görünürde böyle bir niyet de yoktur. Öyleyse bu fitneden kim kazançlı çıkacaktır?

Unutulmasın ki istikrarı yıkılan bir ülkede istikrarı yeniden kurmak bu fakir millete çok pahalıya mal olmaktadır. Yeniden koalisyon hükümetlerine dönmek bu ülkeye yapılacak en büyük zulümdür. İnşallah herkes aklını başına toplar da kaderi İlahi de inşallah buna müsaade etmez.

Allahım sen bu millete feraset ver, belalardan uzak tut, iç ve dış düşmanlara alet olmaktan bizleri koru. Milletin malını haksız olarak yiyenlerin cezasını bu dünyada bize tez elden göster. Amin.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org