Yârimin Bana Mektubu Diye Okuyacaksın Kur’an’ı…

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde beş garipten bahseder:

  • “Namaz kılmayanlar arasındaki ‘mescit’,
  • fasıkın kalbindeki ya da onu okumayan birinin evindeki ‘Kur’an-ı Kerim’,
  • kötü huylu bir adamın nikâhı altındaki ‘saliha bir kadın’,
  • arsız bir kadının yanındaki ‘salih bir erkek’,
  • ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasındaki ‘âlim’.”

Dolayısıyla Kur’an, onu okumayan ve ondan istifade etmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde gariptir. Zaten, asıl garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, eşinden dostundan ayrı düşen değil, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibariyle hâlinden anlaşılmayan, kıymeti bilinmeyen kimsedir.

Malumunuz, Kur’an-ı Kerim’e saygı onu öpüp başa koymak, kitaplığın en üst rafına hapsetmek veya süslü kılıflar içinde duvara asmak şeklinde anlaşılmaktadır. Hayat rehberimiz ve “Oku” emriyle nazil olmaya başlayan Kur’an’ımız okunmamakta, anlaşılmaya çalışılmamaktadır. Onu anlamaya çalışanların da yanlış yollara yönelmesi veyahut farklı maksatlarla Kur’an’ın dünyevî işlere alet ediliyor olması, Müslümanlar olarak dinî meselelerimizde ve Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında ciddi sorunlarımız olduğunu göstermektedir.

Bu minvalde, Moral Dünyası olarak, Kur’an’a olan bağlığıyla tanınmış ve Kur’an üzerine çalışmalar yapmış bir ilim adamı, yazar Ömer Tuğrul İnançer ile “Kur’an’a saygı ne demektir ve Allah Teâlâ’nın kullarına gönderdiği Kitap nasıl okunur?” soruları çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirdik.

Kur’an’a saygı, onu öpüp başa koyarak süslü kılıflar içinde duvara asmak ya da kitaplığın en üst rafına koymak mıdır?

“Kur’an’a saygı” diye başlayan cümleye hemen itiraz edeyim; saygı bir ritüeldir. İzhar edilebilen, dışarı vurulabilen ama içine rahatlıkla da riya karışabilen bir olgudur. Mesela, siyasiler birbirlerine hakaret ederler ama başına sayın kelimesi koyarlar: “Sayın filanca hırsızdır.” Bir adam hem hırsız hem sayın olamaz. Öteki de ona cevap veriyor: “Sayın filanca müfteridir.” Müfteri adamdan sayın olmaz ki. Dolayısıyla bunun gibi biz bir takım saygı gösterilerinde bulunabiliriz. Ama şunu düşünmek lazım; insan sevdiğine saygısızlık yapabilir mi?

Kur’an-ı Kerim’e saygıyı bırakalım artık, Kur’an-ı Kerim’i sevmeye başlayalım. Seversek zaten saygısızlık yapmayız. Ve onu sevmek, süslü kılıflar içinde duvara asmak, daha doğru bir ifadeyle rafa kaldırmak, ki Kur’an-ı Kerim rafa kalkmaz, rafa kalkan sadece Mushaf-ı Şerif’tir. Mushaf ve Kur’an farkını da artık öğrenmeliyiz. Çünkü Asr-ı Saadet’te olmayan her şeye bidat diyen bir takım kalın kafalılar var. Kaldırsınlar bakalım Mushafları göreyim onları. Asr-ı Saadet’te Mushaf-ı Şerif var mıydı? Dolayısıyla boş laf konuşuyorlar ama cevap verecek dolulukta değil din kardeşlerimiz. “Ne diyorsun sen?” diyecek dolulukta değiller. Onun için meydanı boş buldular cahiller, bol bol atıyorlar.

Elbette Mushaf-ı Şerif’e de tazim etmek, süslü kılıfa koymak, yükseğe kaldırmak güzeldir. Nitekim biz hacca ve umreye gittiğimiz zaman Mushaf-ı Şerif’i başının altına yastık yapıp Mescid-i Şerif’te veya Harem-i Şerif’te uyuyanlara karışmasak da kızıyoruz içimizden. Öyle yapmak lazım ama esas itibariyle Kur’an’ı sevmekten kaynaklanan saygı Kur’an’ın ahkâmıyla âmil olmakla ölçülür. Bunun dışındakilerin hepsi riyadır.

Allah’ın kitabını nasıl okuyacağız? Arapça bilmeyenler neler yapacak? Meal, tefsir okumak konusunda neler düşünüyorsunuz, nasıl okunmalı?

Allah’ın kitabını nasıl okuyacağız? Öğrenmek için değil, yapmak için okuyacağız. Allah bize bilip bilmediklerimizi sormayacak, yapıp yapmadıklarımızı soracak. Nereden biliyoruz? Zilzal Suresi’ndeki bir tek kelimeden biliyoruz. Allah-ı Zülcelal çok laf söylemeden, az kelimeyle çok mana ifade eder. Efendimiz Hazretleri’ne de bunu vermiştir. “Ben az kelime kullanarak çok mana ifade etmeye malik kılındım, bana böyle ihsan olundu” diye bizzat kendi ifadesi var. “Ve men ya’mel miskâle zerratin hayran yerah.” “Amellerinizden soracağım” diyor Allah, “Bilgilerinizden soracağım” demiyor.

Bilgi yaptığın zaman kıymet kazanır. Bu yazıyı okuyan herkes kendine sorsun, her doğru bildiklerimizi yapabiliyor muyuz? Her eğri bildiğimizden kaçabiliyor muyuz? Demek ki bilgi bir işe yaramıyor. Ne zaman onu davranış haline getirdin o zaman işe yarar. Onun için Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek için değil, yapmak için okuyacağız. Önemli olan odur.

Arapça bilmeyenlere gelince. Burada çok önemli bir yanlışımız var toplum olarak. İslamiyet’i Arap’ın dini zannediyoruz. Öyle değil. Bugün dünyada 100 Müslüman varsa bunun sadece 19 tanesi Arapça konuşur. 21 tanesi Türkçe konuşur, Orta Asya’dakiler ve Rumeli’dekiler dahil. 7 tanesi Farsça konuşur, 42 tanesi Urduca konuşur, en kalabalık grup odur. Geriye kalan yüzde 11 de Svahili dili denen, Afrika karışıklıkları, Arnavutça, Boşnakça, Makedonca, Sırpça gibi çok az konuşur. Yani yüzde 81 Kur’an’ı anlamıyor mu? Kimse kusura bakmasın ama bu çok salakça bir iddiadır.

Allah, Kitab-ı Kerim’ini anlamasınlar diye indirmedi. Ama biz bir anatomi kitabı okuyup doktorluk taslamıyoruz. Bir anayasa kitabı okuyup hukukçuluk taslamıyoruz. Peki niye Kur’an okuyup alimlik taslamaya çalışıyoruz? Tıp talebeleri anatomi dersini hangi derslerden sonra okuyorlar? Evvela on iki sene ilk-orta-lise tahsili görüyor. Sonra tıp fakültesi birinci sınıfta fizik, kimya, biyoloji okuyor; sonra iki veya üçüncü sınıfta anatomi dersine başlıyor. Yani tahsile başladıktan on üç, on dört sene sonra okuyor. Sonra ben Kur’an-ı Kerim’i alıp hiçbir ön tahsil yapmadan tercümesini okuyup hüküm vereceğim. Ayıptır böyle bir iddia. O nedenle meal ve tefsir okumak için dahi ön bilgiler lazımdır.

Kur’an tilavetinin değeri nedir? Manasını anlamadan tilavet bize ne kazandırır?

Merdiven bir tek kelimeyle ifade edilen ama pek çok basamak içeren bir haldir. Kur’an-ı Kerim okuyup anlamak yüksek bir merdivenin son basamağıdır. Evvela alt basamakları çık, sonra üst basamakta nasılsa okursun, merak etme. Evvela merdivenin birinci basamağına adım at. Onun için Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlayacağım diye sorma. Birinci basamağa adımını at, seni bir bilen ikinci basamağa, ikiyi bilen üçe, böyle “alâ silsiletihim” seni yukarı çıkarırlar.

Okuma-yazmayı bugün herkesin annesi babası biliyor. Niye öğretmenden öğreniyoruz okuma yazmayı, anne-babamızdan öğrenmiyoruz? Demek ki öğretmek ayrı bir meslektir. Bilmek yetmiyor. Onun için öğretmenlik Allah mesleğidir. “Er-Rahman, alleme’l-Kur’an” (Ben size Kur’an’ı öğrettim) diyor. Sen öğrenmemek için kulağını, beynini ve idrakini tıkadıysan Rabbimin kabahati ne?

Kur’an, aynı zamanda Allah’ın Habib-i Edib’i (s.a.v.) vasıtasıyla kullarına gönderdiği bir mektuptur. Sevgi mahrumu bir toplum olduğumuz için nefsanî arzularımızı, meyillerimizi sevgi zannettiğimiz için sevgiyi bilmiyoruz. Halbuki sevgili, mesela bir derviş, şeyhinin kendisine yazdığı bir mektubu ölünceye kadar saklar. Çok sever çünkü. Hakikaten birbirini gönlüyle seven, bedeniyle değil, kadın-erkek, mektupları saklar. Benim büyük ninemin, anneannemin annesinden bahsediyorum, bir tahta küçücük sandığı vardı. İçinde gül yaprakları vardı. Kararmış, bazıları açık renk kara, bazıları koyu renk kara. Bilirdi o, bak bunlar sarıydı, bunlar beyazdı, bunlar kırmızıydı diye. Rahmetli bey babamın haminneme gönderdiği güller. Ölünceye kadar durdu. Ne bu? Muhabbet.

İşte Rabbim bana mektup yazmış diye okuyacaksın, yârimin bana mektubu diye okuyacaksın Kur’an’ı… Anlamak için değil, irtibat kurmak için. Hatırlamak için okuyacaksın. İşte manasını anlamadan tilavet sevgili kazandırır.

 “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın, ifadesinden kasıt, namazda okunan ayetlerin anlamını bilmektir. Eğer bir kimse namaz kılarken okuduklarının anlamını bilmiyorsa benim o namazla ilgili kuşkularım var” diyor İmam Gazalî. Bundan ne anlamalıyız?

 “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın, ifadesinden kasıt, namazda okunan ayetlerin anlamını bilmek” demek değildir. Bir başkası dinlediğinde senin ne söylediğini anlayacak kadar net okuman demektir. Süheyb-i Rumî, Selman-ı Farisî, Bilal-i Habeşî anadilleri Arapça olmayan ashap… Mesela Hz. Bilal’in dili dönmüyor; s ile ş’yi karıştırıyor. “Eşhedü” diyeceğine “eshedü” diyor. “Ya Resulallah, yanlış okuyor” dediklerinde, “Bilal’in sin’i sizin şın’ınızdan hayırlıdır” diyor Efendimiz.

Dolayısıyla elbette manasını anlamaya çalışacağız, o ayrı mesele, ama tane tane okumaktır birinci manası. Manasını bilene kadar namaza yaklaşmayın değil, okumasını doğru yapana kadar. Bu da çocuklara hitaptır, bize değil. İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Çince öğrenmeye gayret ediyorsun, ‘Elemtera’dan aşağısı, olup olacağı iki sayfa, bir de Fatiha, buna dilin dönmüyor öyle mi? Dolayısıyla namaza yaklaşmayın, çocuk oyuncağı yapmayın manasındadır.

İmam Gazalî Hazretleri’nin “Eğer bir kimse namaz kılarken okuduklarının anlamını bilmiyorsa benim o namazla ilgili kuşkularım var” demesi doğrudur ama sözler umumi değildir. Allah-ı Zülcelal, Kitab-ı Kerim’inde umuma hitap etmemiştir. “Ya eyyühe’n-nas” umuma hitaptır. “Ya eyyühellezine âmenu” sadece mü’min olanlara hitaptır. “Ya eyyühe’l-kafirun” kâfirlere hitaptır.

Mesela Bakara Suresi’nin başlarında bir ayette buyurur ki: “Kendilerine akıllarını rehber edenler için gecenin gündüzün birbirini takip etmesi, yazın kışın birbirini takip etmesi, bulutların gökte beklemesi, yağmurların toprağa düşüp ölü tohumu diriltmesi, denizin üstünde rüzgâr çıkmasını yelkenli gemilerin beklemesi; bunlar akıllı adamlar için birer ayet gibidir.” Bakın kaç tane misal veriyor.

Bir de “ulu’l-erbab” yani Türkçesi leb demeden leblebiyi anlayanlar. Onlar için iki misal veriyor. “Yetefekkerune”, düşünürler, “fi halkı’s-semavati ve’l-arz”, semavatın ve arzın halk edildiğini düşünürler. Bu kadar. Misali çoğaltmıyor. Neden? Onlar hayatlarında kendilerine aklı rehber edinmemişlerdir. Hakikati rehber edinmişlerdir. Ulu’l-erbab o demek. Çünkü akıl her şeye yetmez. Hele hele aşka aklın aklı da ermez.

Yani, çocuk, genç, henüz yetişmemiş kişi için ezberle beraber kılması yeterlidir. Büyüdü, müsteşarlık, bakanlık, genel müdürlük, paşalık kocaman adam, hâlâ aynı seviye. İşte İmam Gazalî’nin namazından kuşkum var dediği zatlar onlardır. Dünyada istediğin kadar yüksel. Eğer hasbe’l-kulis veya hasbe’r-rüşvet, hasbe’s-siyase değilse, liyakatiyle yükseldiyse, ama ahirete dönük hiçbir gayreti yok. İşte o zaman İmam Gazali Efendimiz haklıdır.

İnsanlar kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için Kur’an’ı malzeme olarak kullanıyorlar. Bu tür sorunların yoğun olarak yaşandığı durumlarda bu fikri ve yaklaşımdaki tıkanıklığı aşmak için ne yapmak gerekir?

İnsanların kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için Kur’an’dan cımbızla laf çekip kullanmaları fıkralara bile konu olmuştur. Baba erenlere sormuşlar: “Niye namaz kılmıyorsun?” “Ayet var,” demiş. “Namaza yaklaşmayın, diyor.” “E onun arkası da var,” demişler. “Sarhoşken yaklaşmayın deniyor.” “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş.

İşte, bir küllün içinden bir cüz cımbızla çıkarılıp söylenirse böyle oluyor. Bu fıkralara konu olduğuna göre yeni bir şey değil. Bunu ilk yapan münafıkların reisi İbn Sebe’dir. Onun teferruatına girmeyeyim, meraklılar biraz tarih okuyup öğrensinler. Böyle bir şey dendiğinde, Kur’an-ı Kerim’den de ayet veya ayet yarısı okuyarak kendi sapıklıklarına delil getirdiklerinde, biz donanımlı olmalıyız ki, “O öyle değil, burada da böyle söylüyor” diyebilmeliyiz. “Allah sizden selim kalp isteyecek buyuruyor” Allah…

Şimdi günümüzde namaz, oruç, hac tembelleri, hatta münkirleri “Benim kalbim temiz” diyor. Eğer biraz mürekkep yaladıysa “Ayet var” diyor. O ayet namazı yatıp kalkmak, orucu aç durmak zannedenler içindir. Hiç yapmayanlar için o ayet zaten geçerli değildir. “Benim kalbim temiz” diyor, “Hangi ölçüye göre?” diye sordum, cevabı yok. Ölçü senin benim subjektif ölçülerim olamaz. Allah’ın vaz ettiği objektif ölçüler dâhilinde olacaksın. Yusuf (a.s.) “Ben nefsimi ibra etmem, aklamam” diyor. Koca peygamber, Yusuf (a.s.). Sen, ben kim oluyoruz?

Zihin dünyamızda, Kur’an’ı on dört asır öncesinden bugüne nasıl getirmeliyiz?

Zihin dünyamızda Kur’an’ı on dört asır öncesinden bugüne getirmemize lüzum yok, Kur’an-ı Kerim on dört asır önce gelmemiştir. Aynen “Ol” emrinin el’an devam etmekte olduğu gibidir. Zaman bizim şuurumuz yerindeyken ölçtüğümüz bir birimdir. Uyurken kaç saat uyuduğunu, uyandığın zaman saate baktığında anlıyorsun. Ama uyuduğunda da dirisin. Hatta çocuksan o anda büyümektesin. Demek ki on dört asır dediğin şey, boş şeydir, öyle bir şey yok. Bugünün şartlarına uymadığını iddia edenler bir tane misal göstersinler…

Din telakkisini bile Batı’dan aldığımız için, Batı’nın batıl ve ilme uymayan dini zannediyoruz Müslümanlığı… İlme uymayan, bugünkü gerçeklere uymayan, fıtrata uymayan bir tek ayet göstersinler, ben Müslümanlıktan vazgeçerim; bu kadar açık söylüyorum. Yok böyle bir şey. İlim ve din İslam’ın dışındaki din anlayışlarında, ki din değildir, Allah yanında tek din İslam’dır, dolayısıyla dinler arası diyalog diye bir şey olmaz. Allah bir, din birdir. O zaman diğer din telakkilerinde ilim, fen ve dinî telakkiler birbiriyle çakışır. Çok basit bir misal vereyim, Galileo, “Dünya dönüyor” dedi diye zamanın papası tarafından aforoz edilmiştir. Aradan zaman geçtikten sonra dünyanın döndüğü kafalarına dank ettiğinde, o aforozu affetmişlerdir. Dünyanın döndüğüne dair Kur’an’da ayet var mı? Evet var, bi’l-işare veya bi’l-ibare.

Bir anne-babanın evladına olan sorumluluklarının başında Kur’an’ı öğretmek de geliyor. Bu, MEB müfredatına konulan seçmeli dersle ya da iki-üç aylık yaz Kur’an kurslarında verilen eğitimle yeterli olur mu? Asıl olarak ne yapılmalı?

Anne-babanın evladına sorumluluklarının başında Kur’an öğretmek gelmez. Evladın ana-baba üzerinde üç tane hakkı vardır: “Birincisi güzel isim koymak, ikincisi helal yedirmek, üçüncüsü de örnek olmak.” Bu örnek olmak fiiline Kur’an öğretmek girer. Kur’an öğretmeyi müstakil yapmayacaksın. Yalan söylemeyerek, güler yüzlü olarak, konu komşuyla kavga etmeyerek, üst kattan alt katın balkonuna halı silkelemeyerek ve tabii namaz kılarak, Kur’an okuyarak öğreteceksin.

Dolayısıyla Kur’an öğretmek sadece okumayla sınırlı kalmamalıdır, ahkâmını da öğretmek lazımdır. Bu öğretme de bilgi taşımak ve bilgi vermek suretiyle olmaz, yapmak suretiyle olur. Yani biz bu amel noksanımızla bu işleri beceremiyoruz.

Tabii Millî Eğitim müfredatına konulan seçmeli ders veya üç aylık yaz kurslarında verilen eğitim yeterli olur mu suali sakıt bir sualdir, olmayacağı belli. Ayrıca ben yabancıların, Türkiye’de çok azınlık yok, ona rağmen yabancıların da seçmeli değil, mecburi din dersi almaları gerektiğine inanıyorum. Ben elhamdülillah Müslümanım. Resulullah Efendimizin ümmeti olmakla iftihar ve şeref duyuyorum. Ama ayin şekilleri ve amel teferruatı haricinde bir papazla Katolik, Ortodoks, Protestan hiç fark etmez ve bir hahamla itikadî olarak Yahudilik ve Hristiyanlığı münakaşa ederim. O kadar bilirim. Yahudiliği bilmekle Yahudi olunmaz, mukayese açısından bilmek gereklidir. Bunun için ben hem seçmeli dersin, hem de genel müfredatın yetersiz olduğuna zaten inanıyorum.

Asıl olarak ne yapılmalı? Basit, öğrenmek bile sevgiyle olur. Resulullah’ı sevmek lazım. Resulullah’ı sevmek için onun ümmetini sevmek lazım. Biz birbirimizi seviyor muyuz? Çık trafiğe anla. Sevgiyi bedensel haz haline indirgemişiz maalesef.

Biz maalesef Peygamberimizi tanıyamamaktan kaynaklanan mirasyedi Müslümanlarız. Böyle bir geri haldeyiz. Dinin kurum olarak insanı yükselten ve ilerleten bir kurum olduğunu bilmemiz lazımdır. Yükselmiyor ve ilerlemiyorsa ya dinimiz batıldır ya biz dinimize sahip değiliz. Biz bugün yükselmiyor ve ilerlemiyoruz. Dinimizin batıl olduğunu söyleyemeyiz, aklen, fennen, ilmen hak olduğu imandan gayrı delillerle de böyledir. Demek ki biz yeterince Müslüman değiliz.

Nuriye Kayar

MoralDunyasi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: