Yavuz Sultan Selim’in En Büyük Gayesi

Heybet ve şecaat sahibi olan Yavuz Sultan Selim Han’ın en büyük gayesi, İslam birliğini kurmak, âlemi-i İslam’ı bir bayrak altında toplamak ve onların birlik ve beraberliklerini temin ve Osmanlı Devleti’ni de bu birliğin merkezi hâline getirmekti.1 Bu sebeple o, Şark’ı sağlama almadan Garb’a açılmanın mümkün olamayacağını düşünmüş ve bu tedbiri ile de oğlu Kanunî Süleyman’ın Garp fütühatına zemin hazırlamıştır. Yavuz Selim yazmış olduğu şu dörtlükle en büyük gayesinin ve derdinin ittihad-ı İslam olduğunu ve en büyük ıstırabının ise milletin ihtilafı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

“İhtilâf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dâğdâr eyler beni.”

Zaten bu dünyâda o büyük padişahın bundan başka istediği pek bir şey yoktu. Onun bütün derdi, gayesi ve gayreti Cenab-ı Hakk’ın rızası, milletin ve devletin bekası ve selameti idi. Bunları yapmak için de sarayında oturup keyfetmeyi terk ederek, harp meydanlarında askeriyle birlikte olmayı tercih etti. Yavuz:

“Her ne zaman ki, bir sultan, askerinin yediğini yemez, giydiğini giymez, uyuduğu şartlarda uyumaz, onlarla birlikte harp meydanında bulunmaz ise, işte o devlet gerilemeye ve yıkılmaya mahkumdur. Bu böyle biline ve benden sonrakilere de bildirile.”

Yavuz Selim, sekiz sene gibi kısa bir zamanda bütün dünyanın nazarını celp edecek derecede maddi ve manevi fütuhat yaptı. Şecaati ve heybeti ile bütün dünyayı titretti. Karada olduğu gibi, denizlerde de bütün Avrupa’yı sarsacak azamet ve şehamete sahipti. Onun zamanında Devlet-i Âl-i Osman’ın şerefi en yüce mertebelere çıktı. Osmanlıların en parlak ve ihtişamlı fütuhatları onun kısa süren padişahlığı döneminde oldu; devletin sınırları iki katı kadar genişledi ve hazineleri ganimetlerle doldu. Osmanlının altın devrini hazırlayan bu mütevazı sultan sayesinde devletin saygınlığı arttı, insanlar huzurlu ve müreffeh bir hayat yaşadı.

Yavuz Sultan Selim’in padişahlığını tarif etmesi çok calib-i dikkattir. O şöyle der:

“Ben padişah olursam; İslam birliği yolunda ciddiyetle yürüyeceğim. Hatta Mevla ruhsat verirse, Hint ve Turan’a gidecek ve Doğu’da da Batı’da da ‘ila-yı kelimatullah’ uğrunda çalışacağım.”

Nitekim Yavuz Selim bir gün Hasan Can’a şöyle der:

“Şu dünya uğruna nice cihangirler helak olup gitti. Hasan Can, Allah şahittir ki, Osmanoğulları bugüne kadar yalnızca kuru bir cihangirlik davası gütmediler. Biz bir sancak devraldık, o da Resulullah’ın ila-yı kelimetullah sancağıydı. Resul’ün irtihâlini müteakiben sahabe-i kiram nasıl yurtlarını ocaklarını terk ederek bu sancağı dünyanın dört bir yanına büyük bir fedakârlıkla taşıdılarsa, ecdadımın ve benim temel amacımız da işte bu oldu.”

Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim’in babası Sultan II. Bayezit de ila-yı kelimetullah için çıktığı seferlerde üstüne bulaşan tozları biriktirerek bunlardan bir tuğla döktürdüğü ve böylece Allah’ın “cihat” emrine uyduğunun işareti olarak bu tuğlayı yanından ayırmadığını tarih kaydetmektedir.

Sultan Selim, Şah İsmail üzerine yaptığı seferden önce, İdris-i Bitlisî’yi Şark’a göndererek, Şah İsmail’in Rafizilik politikasına karşı ehlisünnet olanların ittifakını sağlamasını istemişti. Şarki Anadolu’ya giden İdris-i Bitlisî de, İttihad-ı İslam ve uhuvvet-i İslamiye esaslarını tahakkuk ettirmede büyük ölçüde muvaffak olmuştur.

Daha sonra İdris-i Bitlisî kumandasındaki on bin kişilik gönüllü birlikler, Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu hezimete uğratmışlardır. Çaldıran savaşı sırasında da Kürt aşiretleri maddi ve manevi yardımda bulunmuşlardır. Onların bu davranışları hiç şüphesiz ki, Osmanlı sultanlarının onlara göstermiş oldukları itibarın ve onları himaye etmelerinin bir sonucudur. Bunun içindir ki, Osmanlı devleti zamanında Kürt kardeşlerimiz devletlerine daima sadık kalmış, kesinlikle etnik bir harekete tevessül etmemiş, dine olan bağlılıklarından dolayı devlet ve milletle kaynaşmış, din, vatan, tarih, kader gibi mefkureler etrafında bir arada asırlarca huzurlu bir şekilde kardeşçe yaşamışlardır.

Ayrıca İdris-i Bitlisî, Osmanlıya itaat eden Kürt beyleri ile ilgili bir risale hazırlayıp Yavuz Selim’e takdim etmiştir. Onun hazırladığı risalede Kürtler ile ilgili şu tarihi tespit takdire şayandır:

“Biz Kürt aşiretleri, ‘Allah bir ve peygamber hak.’ demekten başka hiçbir şeyde ittihad ve ittifak edemeyiz.”

Evet, zaman, onun bu tespitinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştur. Kitabımızın ileriki bölümlerinde bu konuya daha geniş olarak değineceğiz.

İdris-i Bitlisî’nin İttihadı İslam ve Uhuvvet-i İslamiye’yi Sağlamadaki Gayreti

Şah İsmail, 1501 tarihinde Akkoyunlu devletini ortadan kaldırarak bu ülkenin topraklarını kendi kurduğu Safevi devletine katmış, daha sonra da topraklarını genişletmeye ve Şia Mezhebini Şark-i Anadolu’ya yaymaya başlamıştı. Doğu Anadolu’daki Kürt beylikleri arasında büyük bir nüfusa ve mühim bir mevkie sahip olan ve ehl-i tarik bir aileden gelen âlim, hatip, ünlü tarihçi ve devlet adamı İdris-i Bitlisî de o zaman Akkoyunlu devlet divanında mühim bir mevki ve itibara sahip bulunuyordu.

Akkoyunlu devletinin yıkılmasından sonra Şah İsmail’in siyasetini tasvip etmeyen İdris-i Bitlisî, İkinci Bayezit’in daveti üzerine İstanbul’a gelir ve Osmanlı Devleti’nin hizmetine girer. Bu kıymetli devlet adamından faydalanmak isteyen Şah İsmail ona mektup göndererek İran’a dönmesini ister. Fakat İdris-i Bitlisî, Şah İsmail’in yaymak istediği fitnenin şuurunda olduğu için, onun bu davetine icabet etmez. Nitekim, Şah İsmail’e yazmış olduğu cevabi mektubunda;Rafizilik için “Mezheb-i nâ-hak” yani hak olmayan mezhep, der.

Mektubu alan Şah İsmail, bu manidar sözün, gerçekten İdris-i Bitlisî’ye ait olup olmadığını anlamak için tekrar bir mektup yazar. Ancak İdris-i Bitlisî’nin yazmış olduğu ikinci mektup, Şah’ı büsbütün çileden çıkarır. Çünkü İdris-i Bitlisî, bu mektubunda şöyle diyordu:

“Evet, o sözü söyleyen benim. Fakat, o sözün terkibi sadece Farsça değildir, onun Arapçası da vardır. Haddizatında ben ‘Mezhebuna hakkun (Mezhebimiz haktır)’ demek istedim.”

İnancını ve mezhep anlayışını siyasete taşımadan evvel, nazik ve nezih bir üslupla şiirler yazan Şah İsmail, ihtirasla siyasete bulaştıktan sonra, maalesef Rafiziliği kabul etmeyen annesini dahi öldürecek kadar gaddarlaşmıştır.2

İdris-i Bitlisî, elbette ki böyle gaddar ve fitne ehli birisiyle çalışmayı izzetine ve şahsiyetine yediremediği içindir ki, o, kendi inancından olan ehlisünnet kimselerle hizmetine devam etmek istemiştir.

Bitlisî, Akkoyunlu sarayında Divan Katipliği görevinde bulunmuş ve ilk sekiz Osmanlı padişahı hakkında Farsça manzum bir tarih olan seksen bin beyitlik“Heşt Behişt” (sekiz cennet) adlı eseri kaleme almıştır. Büyük bir nüfuza sahip olan İdris-i Bitlisî’nin yaptığı idari düzenlemeler, uzun asırlar bölge hâlkının emniyet ve huzur içinde yaşamasını temin etmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında da meclis üyesi ve sultanın en yakın danışmanlarından biri olmuştur. İdris-i Bitlisî’nin Sultan Selim’in yanındaki itibarını ve onun ne kadar geniş yetkilerle donatıldığını anlamak için padişahın kendisine “üzeri boş, altı kısmı tuğralı hatt-ı hümayunlar vermesi” yeterlidir. İdris-i Bitlisî padişahın kendisine göstermiş olduğu itimada aynı derecede sadakatle mukabele etmiş ve hiçbir hattı, Sultan Selim’in haberi olmaksızın üzerini doldurup kullanmamıştır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Ahmet Uğur.
2 Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, cilt-2, Türk Tarih Kurumu Yay. 7. Baskı, Ankara.
3 İdrisi Bitlisinin bu noktadaki hizmetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İdris-i Bitlisi ve oğlu Ebu’l-Fadl, Selim-Name, Bibliotheque Nationale , s. A. F. 141.